Kendi ışığını göremeyen bir yıldız

Merjam Yazar: Merjam 7 Eylül 2020

Bu haberi arkadaşlarınla hemen paylaş!

Asil, bilge ve tevazu sahibi bir ruhun dışa yansımasıydı onu stil ve ikon sahibi yapan. Hepburn’e bakarak sentetik güzellik mi yoksa doğallık mı hayatınızda yer almalı; buna siz karar verin…

Kendi ışığını göremeyen bir yıldız

 

Rinoplasti, Face Lift/ Browlift, Abdominoplasti, Blefaroplasti gibi terimleri daha önce duymuşluğunuz yoksa henüz estetik dünyasının bıçaklarıyla tanışmamış durumdasınız demektir. Yüz gerdirme, burun küçültme, kulakları kesme, yüz kemikleriniz iriyse daraltma, göz çevresi kırışıklıklarını aldırma gibi birçok operasyon hakkında da bilginiz yoksa hâlen zamanın olağan akışına karşı duruşunuz normal düzeyde diyebiliriz. Zira gelişmiş ülkelerde insanların yüzde 5’i, orta gelişmiş ülkelerde yüzde 3’ü, ülkemizde ise yüzde 1’i estetik operasyon yaptırıyor. En çok yapılan operasyon burun ve dudak üzerine giderken, bir bıçak darbesinin daha ne zararı olacak gözüyle bakanlar için her yeri baştan aşağı ameliyatlara teslim etmek de mümkün. Dünya üzerinde yılda yapılan estetik operasyon sayısı -kesin olmamakla birlikte- 60 milyonu buluyor.

 

Harcanan paralara, çekilen sancılı ameliyat çilelerine rağmen aslında elde ettiğiniz sonuç sizi yansıtmıyor, çünkü gelinen noktada artık siz diye bir şey kalmıyor. Baktığınız bütün yüzler, dudaklar, kaşlar, burunlar hep birbirinin aynıyken insanın kendi karakteri ve kişiliği ne yana düşüyor acaba? Sentetik güzellik üreticisi moda endüstrisi kadınları hipnotize ederek kapital sistemin içerisinde Barbie bebek gibi olmayı ideal kılıyor.

 

Peki siz hangisini tercih ediyorsunuz? Birileri tarafından dayatılan ideal ölçüleri mi yoksa kendinize ait bir güzelliği mi?

 

Bu sorunun cevabını yıllar önce Audrey Hepburn yaşarak vermiş aslında. Zamana yapay silahlarla meydan okumak yerine kendi gibi olmayı tercih ederek ayakta kalan bir güzellik ikonu Hepburn. Ömrü boyunca hiç estetik yaptırmamış olması, birilerinin belirlediği kalıplara değil kendi vücudunu tanıyarak tarzını oluşturması, ruhundaki asaleti, zarifliği ve masumiyetiyle Audrey, dünya durdukça devam edecek bir stilin de mimarı olmuş. Hâlbuki bir dergiye verdiği röportajda, kendini hiç beğenmediğinden bahsedip kulaklarının kepçe, göğüslerinin tahta, vücudunun sıksa olmasından yakınarak hiçbir erkeğin onunla evlenmek istemeyeceğini söylemiş. O yüzdendir ki, bu güzelliğiyle baş döndüren kadının Mel Ferrer’den olan oğlu Sean Ferrer, annesi hakkında konuşurken bir röportajında “Çok utangaç bir insandı. Bu çekingen hâliyle herkesi kendine âşık ediyordu. Ama kendi ışığını göremeyen bir yıldızdı.” der.

 

“Stil, deneyim ve kültürün karışımından oluşur. Bir karizması vardır. Moda ise stilden sonra gelen geçici şeylerdir.” John Fairchild

 

 

Acılarla Dolu Bir Peri Masalı

 

Sadeliğin zarif ve göz alıcı en güzel örneğidir Audrey Hepburn. Asıl adı Edda Kathleen van Heemstra Hepburn-Ruston’dur. Zarafet prensesinin hikâyesi 4 Mayıs 1929’ta Belçika’nın Brüksel şehrinde başlar. Hepburn, Hollandalı bir barones annenin ve İngiliz bir finansçı babanın kızıdır. Bakıldığında mükemmel bir aile tablosu, asil ve zenginliklerle dolu bir hayat gibi durur. Lakin bu peri masalı babasının evi terk etmesiyle yerini gri bir yalnızlık hikâyesine dönüştürür.

 

Eşinden ayrılan barones, kızı Audrey’i de alarak Hollanda’ya geri döner.

 

1930’lu yıllar kara bir bulut gibi Avrupa’nın üzerine çöken Nazilerin etkisini soğuk ve yoğun bir şekilde hissederken, Hollanda da bundan payını almıştır. Savaş sesleri yakınlarına kadar gelirken Audrey, Hollanda’daki Arnhem Konservatuarı’nda eğitim görmektedir. Maddi olarak ciddi sıkıntılarla boğuşan barones, kızı ve kendi için ayakta kalmaya çalışır. Audrey ise kendini baleye ve dansa adamıştır. İçindeki mücadele azmi tüm zorluklar karşısında gülümsemesine engel olmaz, savaş döneminde Hollanda’daki Direniş Hareketi’nin içinde yer alarak küçük ve zayıf bedeniyle barış için direnç gösterir. Yaşadığı olumsuzluklara rağmen hep iyi tarafı görmeye çalışan Audrey, bir masal kahramanı gibi karanlıkları pembeyle boyamayı tercih eder.

 

Fakat zaman ilerledikçe yaşadıkları yokluk yılları içerisinde Audrey beden olarak iyice zayıf düşer. Hastalıklarla geçen çocukluğu, gençlik yıllarında da devam edince annesi çareyi kızını babasının yanına İngiltere’ye göndermekte bulur. Hepburn, babasının yanına gittikten sonra da Londra’da bale eğitimine devam eder. Baş balerin olma hayali sağlık nedeniyle gerçekleşemese de o hayatı boyunca bir balerinin zarafetini ruhundan eksik etmez. O zor yılları bir röportajında Hepburn şöyle anlatır: “Bir tarafım belki hep çocuk kaldı. Ama bir yandan da erkenden olgunlaştım. Çünkü genç yaşta acı ve korkuyla tanıştım.”

 

Savaş tamamıyla bittiğinde Hepburn’ün ailesi de yokluk içinde mücadele veriyordu. Londra’da devam eden hayatı ise onun ömrünün geri kalanında bir dünya starı olma yolundaki küçük narin adımlarını atmasını sağladı. Hem bale öğrenimini devam ettiriyor, hem de para kazanmak için modellik yapıyordu. Kendince modaya ilgi duyuyor ve belki de ikon olacağını bilmeden tarzını oturmaya çalışıyordu.

 

Dansçı kimliğiyle Brodway sahnelerinde küçük roller alıyordu. Katıldığı seçmeler sonucu, sabırla ve bazen hiç diyalogsuz bile oynadığı küçük rollerle hem sahne de hem de sinema da kendine yol açmaya çalışıyordu. Azimliydi, inancını ve hayattan kopmayışını şöyle ifade ediyordu bir söyleşisinde: “Nasıl yaşanacağını, kenarda durup izlemeden dünyanın nasıl hem içinde hem dışında olunacağını öğrendim. Bir daha asla ama asla hayattan kaçmayacağım. Aşktan da…”

 

O dönemin kadın starları Marilyn Monroe, Elizabeth Taylor gibi gösterişli, her hareketleriyle kadınlıklarını ortaya koyan isimlerden sadeliğiyle farklılık yaratıyordu. 22 yaşındayken Gigi’nin Broadway prodüksiyonunda rol aldı. Ve yolu yönetmen William Wyler ile kesiştiği noktada artık bir yıldız doğuyordu.

 

 

Rüya Adım

 

Tamamı Roma’da çekilecek bir aşk hikâyesinin başrolü teklif edilmişti. O vakitler bir yapımcının ABD’nin dışına çıkıp bir film çekmesi ihtimali bile yokken, siyasi görüş ayrılıkları ve dönemin sinema sektörü üzerine kurduğu baskıdan kaçmak isteyen yönetmen William Wyler, bu tabuyu yıkmıştı. Audrey Hepburn’ün karşısında dönemin önemli aktörlerinden biri Gregory Peck yer aldı. Peck, usta bir aktördü ve bu zarif ve asil bayanın geleceğinin ne kadar parlak olabileceğini görüyordu.

 

Prenses Ann karakteriyle rol alan Audrey, yaşadığı asilzade hayatından sıkılıp kendini Roma sokaklarına atınca başlayan hikâyede, Peck de gazeteci Joe Bradley karakteriyle karşımıza çıkar. Ailesini temsilen gittiği resmî ziyaretlerden biri olan Roma’da toplantılardan, samimiyetsiz davetlerden, ışıltılı hayatın içinde yaşadığı yalnızlıktan bunalır Ann. Herkese istemese de sürekli gülümsemek ve teşekkür etmek zorunda kalan Prenses, akşam olduğunda yardımcılarının bir sonraki günün programını hatırlatmasıyla sinir krizi geçirir.

 

Doktorların müdahalesiyle sakinleştirici yapılan Prenses, bir süre odasında durduktan sonra saraydan kaçmaya karar verir. Roma sokaklarında gezerken, sakinleştiricinin etkisiyle bir bankta uyuyakalır ve muhabir Joe Bradley ile tanışır. Ann’in kendinde olmaması nedeniyle Joe, ilk başlarda zor anlar yaşasa da, daha sonra Ann’in bir prenses olduğunu öğrenir. Paraya ihtiyacı olan Joe, patronuna prensesle özel, fotoğraflı bir röportaj yapacağına dair söz verir. Ann’in bilincinin yerine gelmesi ile Joe, ona yakın olmaya ve kendi kimliğini gizleyerek Roma’yı prensese gezdirmeye karar verir. Yaşadıkları bu olaylar, dilediği gibi bir gün geçiren Ann ile ilk başlarda amacı prensesin sayesinde sadece para kazanmak olan Joe arasında romantik bir yakınlaşmaya neden olur. Her ne kadar bu romantik ikili birbirlerinden ayrılmak istemeseler de, Ann’in prenseslik görevine geri dönmesi kaçınılmazdır.

 

1953 yapımı Roma Tatili (Roman Holiday) filminin çekimleri bittikten sonra usta aktör Gregory Peck, yönetmen Wyler’ı uyararak Hepburn’ün isminin afişlerde en tepeye yazılmasını söyler. Peck, Hepburn’ün duru ve göz alıcı oyunculuğunun ödülle döneceğine emindir. Nitekim Akademi Ödülleri’nde 10 dalda aday gösterilen film, “En iyi Kadın Oyuncu”, “En İyi Senaryo” ve “En iyi Kostüm” ödüllerini kazanır. Audrey Hepburn de ilk büyük çıkışını yapmış ve Oscar heykelciğini almış olur.

 

(Film ülkemize 1954 yılında gelmiş, İstanbul’da Lale, Ar ve Elhamra sinemalarında aynı anda gösterilmiş ve haftalarca vizyonda kalmıştır.)

 

Hepburn filmin son sahnesinde üzerinde olan ve Edith Head tarafından tasarlanan elbiseyi Oscar ödül töreninde de giyer. Head’ın film için hazırladığı kostümlerle ödül alır. Bu Audrey’in filmlerinde giydiği kıyafetlerin tarz olarak beğenilmesinin ilk örneğidir. Yine kültler arasında yer alan Tiffany'de Kahvaltı filminin açılış sahnesinde giydiği, Hubert Givenchy tarafından tasarlanan siyah elbise kadınların dolaplarının vazgeçilmezi olur.

 

 

Naif Aykırılık

 

Audrey Hepburn, dolgun dudaklar, büyük göğüsler, abartılı kıyafetlerle tarif edilen dişiliğe yeni bir temsil getiriyor; ince zarif yapısı, asil tavırları ve sadeliğiyle büyülüyordu. Bir oğlan çocuğu gibi kestirdiği saçları, kuğu gibi uzun boynu ve derinden bakan gözleriyle üzerine ne giyse harika taşıyordu.

 

1950’ler için fazla zayıftı Hepburn ve standartların dışında olması onu orijinal kılıyordu. Vücudunda olmayan kıvrımları abartarak ortaya çıkarmak yerine, kendine uygun, ince yapısını vurgulayan tercihler yapıyordu. Audrey, masumiyetin ve kırılganlığın zevkli bir şekilde vücut bulmuş hâliydi.

 

Humphrey Bogart’la başrollerini paylaştıkları 1954 yapımı Sabrina, 1957 yapımı Funny Face / Şahane Macera filmlerinde giydiği kapri pantolonlar, günümüzde hâlen modanın vazgeçilmezleri arasında. Bu, Hepburn’ü ifade eden stilden sadece bir örnek. Trençkotlar, küçük şapkalar, el çantaları, balıkçı yakalar, onun kusursuz tarzında kendini gösteriyordu. Kadınsı olduğu kadar erkeksi kıyafetleri de kendine uyduran Hepburn, erkek ilhamlı düğmeli gömlekleri de kadınların dolabına sokmayı başarmıştı.

 

Audrey’in ikon hâlini almasında yardımcı olan modacı Hubert Givenchy, Şahane Macera, Öğleden Sonra Aşk, Tiffany'de Kahvaltı, Paris'te Aşk Başkadır, Öldüren Şüphe, Hırsız Âşıklar gibi pek çok filminin kostümlerini de hazırlayan isimdir.

 

Givenchy,   ile ilk karşılaşmalarını şöyle anlatır: “Bana sadece Bayan Hepburn’un geleceği ve yeni filmi Sabrina için kıyafet bakacağı söylenmişti. Hepburn’un stilini ve görünümünü zaten beğendiğim için, bunun inanılmaz olduğunu düşünmüştüm. Ama sonra stüdyomun kapısı açıldığında, ceylan gözleri, kısa saçları ile çok zayıf ve çok uzun genç bir kadın duruyordu karşımda. Dar bir pantolon ve küçük bir tişört giyiyordu; babetler ve kırmızı kurdeleli bir şapka ile tamamlamıştı kıyafetini.”

 

 

İyilik Meleği

 

Gözlerinin içi mi parıldıyor yoksa ona bakarken siz mi öyle sanıyorsunuz? Derin bir acı mı var aslında gözlerinde yoksa mütemadiyen yaşamaya duyulan mutluluk mu?

 

Audrey Hepburn, bir röportajında, “Dürüst olmak gerekirse en çok hoşuma giden şey, gülebilmek” demişti, “Birçok hastalığa iyi geliyor ve muhtemelen bir insanın en önemli özelliği.” Herkesi kendine hayran bırakan tebessümü ve ceylan gibi gözlerinin ardında yaralı bir ruhu vardı Hepburn’ün, çocukluğundan beri süren nevrotik depresyondan muzdaripti. Yaşadığı evlilikler, bu olağanüstü kadına aşk ıstırabı çektiren adamların yanı sıra başarısız hamilelikleri de ruhunu boğuyor ve yine bir röportajında şöyle diyordu: “Bir kez daha düşük yaptıktan sonra neredeyse delirecektim.”

 

Kaşlarının doğal yapısını neredeyse hiç bozmaz, yüzünü unutulmaz kılan bir detay hâline getirir. Alışagelmiş stereotipleri yıkar ve kadın yüzünde kalın kaşın cazibesini ortaya çıkartır. Onun fotoğraflarına tek tek baktığınız zaman, nasıl bakması gerektiğini bilen, kendini ve vücudunu iyi tanıyan bir kadın görürsünüz. Çok şık, tarz, ikon ve şöhret olmasının yanı sıra Hepburn, kocaman ve sevgi dolu bir kalbinde sahibidir.

 

Oyunculuğunun ve sanat hayatının da ötesinde kendini çocuklara adar. 1980’lerin sonunda UNICEF için iyi niyet elçisi olur. Dünyayı dolaşır Hepburn, ihtiyaç sahibi çocukların durumlarını insanlara duyurmayı kendine vazife edinir. Alman işgali sırasında Hollanda’daki çocukluğunun açlık günlerini hiçbir zaman unutmaz. Asya, Afrika, Orta ve Güney Amerika’ya sayısız ziyaret gerçekleştirir. 1993’te insani yardım çalışmaları adına özel bir Akademi Ödülü’ne layık görülür. Ancak bu ödülü alabilecek kadar uzun yaşayamaz, 20 Ocak 1993’te, İsviçre Tolochenaz’daki evinde kolon kanserinden vefat eder.

 

Hepburn’ün Mel Ferrer’den olan Sean Ferrer ile Andrea Dotti’den olan oğlu Luca Dotti, UNICEF’te anneleri adına insani çalışmaları devam ettirmek için 1994’te Audrey Hepburn Memorial Fonu’nu kurar. Hâlen bu dernek, çalışmalarına Audrey adına devam etmektedir. Hepburn, yine verdiği bir röportajda içindeki yardım aşkını şöyle tarif eder: “İnsan yükümlülüğü, acı çeken çocuklara yardım etmektir. Gerisi lüks.”

 

Ölümünden yıllar sonra bile hâlen insanları etkisi altına bırakan Hepburn’ün sırrı ortadaydı: Dünyaya iyilikle bakıyordu. İçinin saflığı gözlerine vuruyordu. Yemeğini açlarla paylaşıyor, çocukları çok seviyor ve dilinden hep güzel sözler dökülüyordu. Asil, bilge ve tevazu sahibi bir ruhun dışa yansımasıydı onu stil ve ikon sahibi yapan. Hepburn’e bakarak sentetik güzellik mi yoksa doğallık mı hayatınızda yer almalı; buna siz karar verin…

 

 

Okuyucuya Not

 

1957 yapımı Funny Face filmi, 50’li yılların moda dünyasına bir seyahat yaptırırken, Audrey Hepburn’ün doğal güzelliğinin de keşfediliş hikayesini yansıtır. Dansları ve Paris’te geçen çekimlerde giydiği birbirinden harika kıyafetleriyle Hepburn’ü keyifle izleyeceğiniz bir yapımdır.

 

Ayşe ŞAHİNBOY DOĞAN – Yazar

Etiketler:
Merjam

Merjam

  • Editörün Seçimi
  • En Çok Okunanlar

Copyright © Tüm hakları saklıdır. Merjam.com – Copyright 2021 | Codlio