Bedenimiz mi aç yoksa duygularımız mı?

admin Yazar: admin 15 Kasım 2020

Bu haberi arkadaşlarınla hemen paylaş!

İnsanın ihtiyaç dışı harcama ve yeme davranışı, kendisini daha değerli hissedeceği yanılgısıyla onu, açlıktan kıvranmaya mahkûm etti.

Bedenimiz mi aç yoksa duygularımız mı?

 

İnsan, dünyaya gözlerini açtığı andan itibaren ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik bir çaba içerisindedir. Psikoloji profesörü Abraham Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde de gördüğümüz üzere bunlar; fizyolojik, güvenlik, sosyal, değer görme ve saygınlık ihtiyaçlarının yanı sıra kendini gerçekleştirme olarak beş katmandan oluşmaktadır.

 

İnsanın en temel yaşam ihtiyacı olan fizyolojik ihtiyaçlar giderildiğinde başlayan, dış etkenlere bağlı tehlikelerden korunma ihtiyacı doğar, kendini koruma ihtiyacı tamamlandığında ise sosyal yaşama dair ihtiyaçlar belirir. Örneğin aidiyet hissi, sevgi ve kabul görme gibi. Bunun ardından değer gördüğünü hissetme, saygınlık kazanma ve tanınma ihtiyacı doğar, en son düzeyde ise kendini gerçekleştirme ve gelişim ihtiyacı doğar. Tüm bu katmalar insanın doğasında ve yaratılışının temeli olan ihtiyaçlardan oluşmaktadır. İnsan, ihtiyaçları yaşam boyu devam eden bir varlıktır. Giderilmesi gereken bu ihtiyaçlar sağlıklı düzeyde karşılanmadığında insanı maddi ve manevi açlığıyla bir kaosa sürükler. Bu açlık ise insanı her seferinde psikolojik bir çatışmaya sürüklemektedir. İnsanoğlunun yüzyıllardır süregelen üç çeşit doyurma ihtiyacı olan açlığı mevcuttur.

 

Bunlar;

Psikolojik Açlık: Sevilmek, sevmek, değerli olduğunu hissetmek, aidiyet duygusu.

Zihinsel Açlık: Anlaşıldığını hissetmek, anlamak, görülmek, bilinmek, duymak ve duyulmak.

Fiziksel Açlık: Fiziksel olarak vücudumuzun ihtiyacı olan temel ihtiyaçlardır. Su içmek, beslenmek, cinsellik vb.

 

İnsan nefsinin açlığındaki şiddetli artış, tüketim kültürünün bir sonucu olarak görülmektedir. Bu doğrudur, fakat sadece bununla açıklanamaz bir gerçek vardır ki o da insanın kendini gerçekleştirme ve varoluşunu anlamlandırma arayışındaki boşluklarını nefsini ve bedenini doyuracak araçlara yönelerek kapatmaya çalışmaktadır. Bu yönelim ve arayış ise insandaki psikolojik ve zihinsel açılığı daha da tetiklemektedir. Oysa bildiğimiz bir gerçek; insan, nefsini hiçbir zaman tamamen doyuramaz. O her zaman alıcıdır ve insan; nefsinin isteklerine bu şekilde hizmet etmeye devam ettikçe zihin dünyasında daha da büyüyen kara delik oluşur. Şayet nefis ile zihin arasındaki bağ doğru algılanırsa bedensel ve zihinsel açlığın giderilmesi için ilk adım atılmış olur.

 

 

Nefsin (ego) psikolojideki temel işlevi dış dünyaya uyum sağlamaktır. Bunu yaparken ise dış dünya gerçekliği ile iç dünyanın haz arayışını dengede tutmayı başarabilmektir. İlkel benlik (id), hazların ve dürtülerin tatminine ulaşmak için nefsi kullanmaktadır. Zihinsel ve psikolojik açlık ne kadar şiddetli olursa bu haz ve dürtü tatminine ulaşma savaşı daha da artar. Zihnimiz ve kalbimiz aç iken kızgınlık, yalnızlık, suçluluk, üzüntü, kıskançlık, kaygı, değersizlik, güvensizlik, hayal kırıklığı ve öfke gibi duygular ortaya çıkar. Bu duygular ise zihinsel açlığa bağlı olarak doğru anlamlandırılmadığı için insanı ya ilkel benliğin saldırganlığına ya da nefsin savunma mekanizmalarına götürür.

İnsan kalbi ve zihni sağlıklı bir doyuma ulaşmadıkça haz odaklı açlık hep bir arayış içinde olacaktır. Bu stres ya da mutsuzluk içindeyken çok yeme, değersizlik ve güvensizlik hissindeyken çok alışveriş yapma, bastırılmış üzüntü ve öfke hâlindeyken ise tıkınırcasına yeme sendromu olarak belirmektedir.

 

Anlık hazlarımızı karşılasak bile örneğin, her mutsuzluk ve yalnızlık hissettiğimizde büyük dilimli pastalar veya kutu kutu çikolata yedikçe ya da gördüğümüzde kendimizi iyi hissetmek için gözümüze kestirdiğimiz ceketi, ayakkabıyı ya da çantayı fiyatına bakmadan ihtiyaç olsun olmasın aldıkça ve anlık hazza ulaşıp ardından sabun köpüğü gibi giden bir tokluk hissediyorsak durup bir düşünmemiz gerekir:

“Acaba gerçekten maddesel bir açlık mı yaşıyorum, yoksa keşfedilmemiş başka bir açlığım olabilir mi?” diye.

 

Modern dünya insanı âdeta yoğun bir tempoya hapsetti, trafik yoğunluğu, iş stresi, toplantılar, sınavlar, maddi kaygılar gibi bunca telaşa ve hıza yetişmeye çalışan insan da zihnini ve kabini doyurmayı ihmal etti. Bu açığını ise başta türlü bir açlığın doyurulmasına harcadığı efor ile kapatmaya çalıştı durdu. İnsanın ihtiyaç dışı harcama ve yeme davranışı, kendisini daha değerli hissedeceği yanılgısıyla onu, açlıktan kıvranmaya mahkûm etti.

 

Ne zaman ki insan, zihnine doğru beslenmeyi ve nefsini yönetmeyi öğrenirse bununla beraber psikolojik doyum kazanırsa, nefs (ego)’da, ilkel açlığın sesine duyarsızlaşır. Ve ne zaman ki insan, hayat yolculuğunu ilkel (sürüngen) beyin haritasından, medenileşmesi devam eden ön beynine yöneltirse, o zaman psikolojik bir boşluk veya çöküş anında aşırı yeme veya harcama davranışından uzaklaşır. İnsanın zihni ve kalbi medenileşmesine zemin hazırlayan etkenler zaten fıtratında, insan olma yolunda gitmesi için verileri yaratılışında saklıdır. 

 

Gazzali, insanı ‘‘insan konuşan, düşünen ve ölen bir canlıdan ibarettir.’’ şeklinde tanımlamıştır. Psikolojinin babalarından Jung ise insanı ‘‘kendi kendini bilen bireysel bir varlıktır’’ şeklinde sunmaktadır. Bu tanımlamalarda, insanın kendi varlığını bilme ve anlama özelliği ile çevresini ve çevresindekileri sorgulayabilme yetisine atıfta bulunulmaktadır. İnsan ancak kendini bilmekle, kendi beceri, yetenek, özellik ve zaaflarını algılayarak diğer pek çok alana aşina olarak güven duygusu hissedebilir. Bilişsel farkındalığın, kalbi ve zihni tatmin ettiği ve bunun da kalıcı ve süreğen bir mutluluk getirdiği bilinmektedir. Bu farkındalık insana hayattaki ruhsal ve zihinsel doyumun, nefsin ve hazzın kara deliğini doldurmakla mümkün olmadığını, aksine bu doyumun kişinin “kendilik bilincinde” olduğunu fark ettirir.

 

“Ne kadar ekmek o kadar köfte” misali insan kendine ne kadar emek verir, kendini ve etrafını keşfederse o kadar ruhsal doyum sağlar. Bu doyuma ulaşma yolunda insana akıl (zihin) verilmiş düşünsün diye, akletsin diye. İnsana dil ve ses verilmiş kendini ve durumları ifade etsin veya edileni algılayabilsin diye. İnsana kalp ve sezgi verilmiş hissedebilsin diye. İnsana irade verilmiş zihin ve vicdan süzgecinden geçirip yolunu seçebilsin diye. Tüm bu veriler temelde insanın zihinsel ve psikolojik açılığını gidermesini sağlamaya yönelik işleve sahiptir. Kısacası ruhsal doyuma ulaşmanın tüm sembolleri insanın yaratılışında mevcuttur.

 

Öte yandan zihinsel açlığımızı, bedensel açlığımızı giderdiğimiz gibi tek başımıza gidermemiz mümkün görünmüyor. O yüzden yeryüzüne tek bir insan olarak gönderilmedik. Hep bir öteki veya ötekiler oldu insan için çünkü insan ruhunun ve zihninin ancak belli insani paylaşımlarla doyabileceği aşikârdır. Bunun temelinde insanın önce kendini sonra diğerini anlaması ve anlamlandırmasıyla beraber karşılıklı duygu alışverişini dayandırdığı zemin sosyal bir varlık olmasıdır. Bu yüzden insana insan gerekti, insan insanın yurdu idi. O insan, anlayabilen, duyabilen ve görebilen oldukça zihinsel açlık yerini zihinsel tokluğa bırakır. Bununla beraber psikolojik açlık da ortadan kalmış olur. Çünkü ancak anlaşıldığını hisseden insan sevildiğini veya değer gördüğünü fark edebilir.

 

Tuba KILIÇ

Etiketler:
admin

admin

  • Editörün Seçimi
  • En Çok Okunanlar

Copyright © Tüm hakları saklıdır. Merjam.com – Copyright 2021 | Codlio