Bu haberi arkadaşlarınla hemen paylaş!
Türkçe literatürde “Göç edebiyatı” adıyla kendine yer edinmiş olan Mehcer edebiyatı (Edebü’l Mehcer) 19. asrın ikinci yarısı ve 20. yüzyılın başlarında Ortadoğu ülkelerinden Amerika kıtasına göç eden Arapların temsil ettikleri edebi akıma verilen isimdir. Mehcer sözlükte “Göç edilen yer” manasına gelmektedir. Söz konusu göçler başta Lübnan olmak üzere daha çok Suriye, Filistin ve Ürdün’den yapılmıştır. Araştırmacılara göre Ortadoğu’dan Amerika’ya ilk göç 1854 yılında gerçekleşmiş ve 20. asrın ortalarına kadar yoğun bir biçimde devam etmiştir.
Göçlerin sebepleri incelendiğinde karşımıza iç içe geçmiş birçok faktör çıkmakta. Bunların başında Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflamasıyla bölgenin Avrupalı devletlerinin nüfuzuna girmesini zikretmek gerekir. Buna paralel olarak özellikle Mehmet Ali Paşa’nın Mısır’da takip ettiği Batılılaşma politikaları bölgenin siyasi ve sosyal yapısını sarstığı gibi demografik dengeleri de alt üst etmiştir. Bölgede modern eğitim veren okulların açılması, misyonerler tarafından kurulan hastaneler ve hayır kurumları sosyal ve kültürel değişimleri beraberinde getirmiştir. Tüm bunlara ekonomik sıkıntılar, Osmanlı Devleti’nin güçten düşmesi sebebiyle önlenemeyen etnik ve dini çatışmalar eklenince söz konusu coğrafyada yaşayan halk -özellikle de Hristiyan Araplar- Amerika kıtasına göç etmeyi tercih etmiştir.
Göçler başlangıçta daha çok Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada’ya yapılmış, ancak Arap göçmelerden duyulan rahatsızlık sebebiyle çıkarılan göç yasaları zamanla buna engel olmuştur. Bu sebeple sonraki yıllarda Arap göçmenler Güney Amerika ülkelerine yerleşmişlerdir. Amerika’ya göç eden Araplar arasında her türden insan mevcuttu. İşçi, çiftçi, eğitimli aydınlar, Hristiyan, Yahudi ve Müslümanlar…
250’den Fazla Dergi Ve Gazete Çıkardılar
“Yeni Dünya”ya yerleşen eğitimli ve aydın Araplar ortamın rahatlığından faydalanarak siyasi, fikri veya edebi amaçlara hizmet eden mahfiller kurdular. Kendi düşüncelerini çıkardıkları gazete ve dergiler yoluyla duyurmaya çalıştılar. Bu dönemde Ortadoğulu göçmenlerin yaklaşık 250 dergi ve gazete çıkardığı biliniyor. Bunlar arasında özellikle dergiler etrafında gelişen edebi çevreler hem bölgede yaşayan Arap göçmenlerin kimlik ve kültürlerini yaşatmaları için bir araç olmuş hem de geleneklerine meydan okuyan ve büyük umutlarla geldikleri “Yeni Dünya”nın kendilerini ittiği kültürel yabancılaşmayı ifade imkânı sunmuştur.
Arap göçmenlerin yaşadığı bu gerilim Batı etkisinde kalan tüm Doğulu halkların yaşadığı eski-yeni ya da Batı-Doğu çatışmasından biraz daha farklı handikaplara sahipti. Amerika kıtasındaki ülkelere büyük umutlarla gidilmişti. Ancak göçmenlerin yaşam şartları pek iç açıcı olmadığı gibi içine girdikleri toplumlar sosyo-kültürel açıdan kendilerine tam anlamıyla yabancıydı. Bu durum Göç edebiyatına mensup yazar ve şairlerin eserlerinde yabancılaşma, vatansızlık, köksüzlük ve geride bıraktıkları memleketlerine özlem temalarının sarsıcı bir biçimde işlenmesine yol açmıştır.
Yabancılaşma ve köksüzlük temalarının yanı sıra Göç edebiyatında din ve düşünce hürriyeti, insanın varlık nedeni, dünya hayatının öncesi ve sonrası, insanın Tanrı ile ilişkisi gibi konular merkezi rol oynamıştır. Göç edebiyatının temsilcileri ayrıca beslendikleri Batılı felsefe ve düşünce akımlarının etkisiyle kendi manevi ve mistik birikimlerini yeni edebi biçim ve türler aracılığıyla ifade etmişlerdir. Böylece hem dünya edebiyatında hem de modern Arap edebiyatında kendilerine özgün bir yer edinmeyi başarmışlardır.
Göç Edebiyatının Meşhur Kalemleri
Göç edebiyatının dünya çapında edebi bir ekole dönüşmesinde Cibran Halil Cibran, Mihail Nuayme ve Emin er-Reyhani gibi isimler başı çekmektedir. İlki ABD’de ve ikincisi Güney Amerika’da kurulan iki dernek Göç edebiyatının teşekkül etmesinde hayati bir rol üstlenmiştir. Önce ABD’de Cibran’ın önderliğinde 1920 yılında erRâbıtatü’l Kalemiyye kurulur. Temsilcilerinin vefatı sebebiyle bu dernek zayıflayınca 1933 yılında Brezilya’nın Sao Paulo şehrinde Şükrullah el-Cur tarafından el-Usbetü’l Endelüsiyye kurulur.
Her iki edebi mahfili Göç edebiyatı çatısı altında birleştirmek mümkünse de ayrıntılara indiğimizde aralarında bazı farklılıklar söz konusudur. Cibran’ın ve Mihail Nuayme’nin başını çektiği edebi hareket eski edebiyata daha mesafeliydi ve bu sebeple kendilerini yeni edebi türlerle ifade etmeyi tercih etmişlerdi. Ayrıca daha çok nesir alanında eserler vermişlerdi. Buna mukabil el-Usbetü’l Endelüsiyye mensupları geleneği ihya çabası taşıyorlardı ve daha çok şiir sahasında kalem oynatmışlardı. Ayrıca eş-Şarl, el-Câliye ve elEndelüsü’l Cedîde gibi dergiler bu gelişmeleri Arap dünyasına ulaştırıyordu. Güney Amerika’daki el-Usbetü’l Endelüsiyye üyelerinin Endülüs edebiyatını yeniden canlandırmaya çalışmasında uzun süre İspanya sömürgesi olan bir bölgede yaşamalarının etkisi büyüktü. Endülüs döneminde ortaya çıkan şiir türlerinden olan müveşşahlar gibi Mehcer şairleri de Arap şiirinde yeni bir dönem başlatmışlardır. er-Râbıtatü’l Kalemiyye ve el-Usbetü’l Endelüsiyye’nin kapanmasıyla oluşan boşluğu George Saydah tarafından Arjantin’de 1948 yılında kurulan er-Râbıtatü’l Edebiyye adlı dernek doldurdu. Saydah, milli duyguları bir ruh ve kamile ermiş insan tipolojisini işleyen şiirler yazdı. Ayrıca Arapçayı kendinden önceki Mehcer edip ve şairlerinden daha ustalıkla kullanıyordu.
Göç edebiyatının ana temaları olan yabancılaşma, vatansızlık, köksüzlük ve Doğu’nun erdemlerini Batı’ya taşıma konularını işleyen üç romanı sizin için inceledik.
Kendini Arayan Adam Arkaş’ın Günlüğü – Mihail Nuayme
Göç edebiyatı denildiğinde akla ilk gelen isimlerden biridir Mihail Nuayme. Özellikle “Kendini Arayan Adam Arkaş’ın Günlüğü” kitabında bu edebi ekolün en belirgin temalarından biri olan yabancılaşmayı ve yalnızlığı ustalıkla işler.
Mihail Nuayme bu eserini yazmaya 1917 yılında başlamış fakat bir yıl sonra I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle yarım kalan kitabın tamamlanması 30 yıllık bir aradan sonra Lübnan’da mümkün olmuştur. Otobiyografik bir roman olarak değerlendirilen kitabın kahramanı Arkaş, aslında yazarın kendisidir. Arkaş da yazar gibi üniversite mezunu bir Arap göçmenidir. Ailesinin tek çocuğu olan kahramanımız Arjantin’in Rio de Janeiro şehrinde yaşamaktadır. Daha sonra New York’ta bir kafede çalışmaya başlayan kahramanımız, garip davranışlarıyla dikkat çeker. Kimseyle konuşmaz, soruları kısa cevaplarla geçiştirir. Kahvehanenin yanında küçük bir odada yaşar. Çalışmanın dışında yaptığı tek şey ise derin düşüncelere dalmak ve bunları günlüğüne aktarmaktır.
Romanın kurgusu Arkaş’ın tuttuğu günlüğün okunması üzerine bina edilmiştir. Günlüğün sayfaları çevrildikçe derin bir yalnızlık duygusu kök salar okurun benliğinde ve her şey susar. Ancak bu suskunluk nice söylevlerin ya da feryatların bile anlatmaya güç yetiremeyeceği türden bir bilgelik ve erdemle perçinlenmiştir. Arkaş modern dünyaya, topluma, hoyratlık ve nobranlığa karşı susmayı tercih eder. Zira kelimeler kifayetsizdir. Arkaş “İnsanlar konuşurken ben hep sustum.” der ve ekler, “Ben susmanın tadını anladığım hâlde, konuşanlar konuşmanın acılığını anlayamadılar.”
Modern dünyaya yabancılık, yalnızlık, insanın varoluşu gibi konuları kendine has bir dil ve üslupla işleyen romanda vatan konusu ve köksüzlük düşüncesi de es geçilmez. Yazarın vatan algısını romandaki şu satırlar özetler:
“… insanlar doğdukları yere vatan derler. Onlara göre bu kelime mukaddestir. Vatanlarından ayrıldıkları için gözyaşı dökerler ve vatanlarına özlem duyarlar. Neden? Çünkü oraya alışkındırlar. Vatan, alışkanlıktan öte bir şey değildir. İnsanlar da alışkanlıkların kölesidirler. Alışkanlıkların kölesi oldukları için yeryüzünü vatan diye adlandırdıkları küçük bölgelere ayırdılar. ‘Bu benim vatanım, şu senin vatanın; vatanın sınırları içerisinde kal, vatanının sınırlarını aşma; aksi takdirde kılıçla karşılık veririm sana’ diye. Kılıç, vatan alışkanlığına ve ‘vatanperverlik’ adıyla tapındıkları puta kul oldukları günden beri insanların boyunlarını hâlâ vurmaya devam ediyor…”
Ermiş – Halil Cibran
“Ermiş” Doğu’nun Nietzsche’si olarak adlandırılan Halil Cibran’ın en ünlü eseridir. Orijinal dili İngilizce olan kitap ilk yayımlandığı 1923 yılından bu yana onlarca dile çevrilmiş ve milyonlarca okura ulaşmıştır. Cibran’ın eserlerinde Batı’yı bir nevi Doğululaştırma gayretleri göze çarpar. Bu sebepledir ki Doğulu bir bilge olan “Ermiş” karakteri neredeyse bütün eserlerinde göze çarpar. Amerika Birleşik Devletleri başkanı Roosevelt ona, “Sen Doğu’dan gelip Batı’yı silip süpüren ilk fırtınasın, ancak kıyılarımıza çiçekten başka bir şey getirmedin.” demiştir.
Kitabın kurgusu basit fakat dil işçiliği, üslubu, felsefi, dini ve fikri açıdan tekrar tekrar okumayı gerektirecek bir derinliğe ve ağırlığa sahiptir. İyi bir şair olan Cibran’ın bu özelliği “Ermiş” romanına fazlasıyla yansımıştır. Bu sebeple kitap klasik romanlardan oldukça farklıdır. Yazar tasvir etmez, ima eder. Doğrudan anlatmaz, imgelerle işaret eder. Bu sebeple kitabın kahramanları gibi mekân da zaman da gerçek üstüdür. Kurguyu üzerine inşa ettiği üç isim de tesadüfi seçilmemiştir elbette: Orphalese (olayın geçtiği mekân), Mitra (Ermiş’in bilgeliğinden faydalanmak isteyen ve sorular soran kadın) ve el-Mustafa, yani kitabın kahramanı olan Ermiş.
Orphalese kentine sürgüne gönderilen el-Mustafa, orada 12 yıl yaşamak zorunda kalır. Onu vatanına götürmesi için yıllarca beklediği gemi nihayet bir gün gelir. Gemiye binmeye hazırlanırken onun bir bilge olduğunu fark eden halk yanına gelir ve nasihat etmesini ister. Kitabın konusu, Ermiş’in kendisine yöneltilen bu soruları cevaplamasıyla açımlanır.
Bütünü Kavramadan İnsan Huzura Ulaşamaz
Ermiş; aşk, evlilik, inanç, özgürlük, güzellik, dostluk, mutluluk-keder, iyi-kötü, sevinç-üzüntü, suç-ceza gibi konularla ilgili bu soruları cevaplarken ruhuna bir pencere aralar. Ve oradan her sorunun cevabının kişinin kendi benliğinin derinliklerinde gizli olduğunu gösterir bizlere. Ona göre insan ve hayat, zıtların bir araya gelmesiyle oluşan ahenkli bir bütündür. Bunu kavramadan insanın hakikate ve huzura ulaşması imkânsızdır.
Ermiş’in halka nasihatlerinde en fazla vurguladığı nokta, kişinin özüne dönerek kendini keşfetmesi -buna kendini bilmesi de diyebiliriz belki- ruhunu erdemlerle donatması ve hakikatin peşine düşmesidir. Bunu yaparken kişinin en fazla kaçınması gereken şey hazlara sarılıp acı ve kederden kaçınmasıdır. Cibran hazzı şu şekilde tarif eder: “Haz bir özgürlük şarkısıdır, ama özgürlük değildir. Arzularınızın çiçeklenişidir, ama meyvesi değildir. Bir doruğa seslenen derinliktir, ama ne derindir ne de yüksek. Kafese kapatılanın kanatlanışıdır, ama kuşatılan uzam değildir. Eh, hakikatin ta kendisi şu ki haz bir özgürlük şarkısıdır. Bu şarkıyı olgun bir yürekle söylemenizi isterim; ama şarkıyı söylerken yüreklerinizi yitirmenizi değil.“
Cibran’a göre insanların hazların esiri olmamasının formülü tutkuları akıl ile dengelemekten geçer: “Aklınız ve tutkunuz denizlere açılmış ruhunuzun dümeni ve yelkenleridir. Yelkenleriniz ya da dümeniniz parçalanırsa, oraya buraya savrulup sürüklenmekten ya da denizin ortasında hareketsiz kalmaktan başka bir şey gelmez elinizden. Çünkü tek başına hükmeden akıl, kısıtlayıcı bir güçtür; başıboş bırakılmış tutku ise, kendisini yok edene kadar yanan alevdir.”
Yolların Başlangıcı – Amin Maalouf
Göç edebiyatının önemli temsilcilerinden biri de kitapları tüm dünyada büyük ilgiyle okunan Lübnan asıllı yazar Amin Maalouf’tur. Hemen hemen tüm eserlerinde göç ettiği toprakları, yani Ortadoğu ve tarihini kurgusal bir biçimde işleyen Maalouf “Yolların Başlangıcı” romanını arşiv kayıtlarına, ailesinden kalan belgelere ve mektuplara dayandırır. Yazar, bu defa ailesinin köklerini derinlemesine işleyerek göç edenlerle geride kalanlar arasındaki ilişkiyi deşifre etmenin peşindedir.
Maalouf, ailesinin geçmişini anlatırken “Kök” kelimesini bilinçli bir şekilde kullanmaz. “Kök sözcüğünü sevmem, kökler toprağa gömülüdür, çamurun içinde kıvrılıp bükülür, karanlıklarda dal budak salar; daha doğumundan başlayarak ağacı tutsak eder ve gözünü korkutarak besler: Özgür kalırsan ölürsün!”
Onun yerine “yollar”ı tercih eder ve sebebini şu şekilde açıklar: “Ağaçların tersine, yollar rastgele atılmış tohumlarla topraktan fışkırmaz. Bizim gibi onların da bir başlangıcı vardır. Aldatıcı bir başlangıçtır bu, çünkü hiçbir zaman bir yolun gerçek bir başlama noktası yoktur; birinci dönemeçten önce, orada, hemen arkasında başka bir dönemeç daha vardır ve ondan önce bir tane daha…”
Bu ifadelerden yola çıkarak Maalouf’un -geçmişe ve doğduğu topraklara özlem duyan bütün göçmenler gibi- yeni hayatını ve kimliğini meşrulaştırmaya çalıştığını da söyleyebiliriz. Zaten kendisi de bunu açıkça ifade eder: “İnsanın tüm yaşamını doğduğu yerde geçirmesinin eşyanın doğası gereği olduğunu söyleme sakın! Suya bak! Görmüyor musun nasılda berrak ve güzel, ufuklara doğru koştuğunda ve nasıl yapış yapış oluyor bir yerde durup kokuştuğunda!”
Göçmen Aydınların Misyonu
Göç edebiyatı şair ve ediplerinin yüklendikleri misyonlardan biri de geride bıraktıkları ülkelerine içinde bulunduğu şartlardan kurtulmanın yollarını göstermektir. Bu sebeple hem Ortadoğu’nun genel durumuyla hem de kendi memleketlerinin gidişatıyla yakından ilgilenirler. I. Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış ve bölgede modern ulus devletler kurulmuş olsa da sıkıntılar devam etmektedir. Yeni kurulan devletler arasındaki sınır çatışmaları, askeri yönetimlerin ve diktatörlüklerin halka kan kusturması, İsrail’in kurulmasıyla patlak veren Arap-İsrail savaşları ve Filistin sorunu, etnik ve dini gerilimler, ekonomik sıkıntılar bunların başında gelmektedir. Göçmen Arap aydınları bu gelişmeleri güncel olarak takip eder ve eserlerinde de derinlemesine işlerler. “Yolların Başlangıcı” kitabı bunların en iyi örneklerinden biridir.
Bu yüzdendir ki kitabın yazılmasında yazarın ailesinin hikâyesini ölümsüzleştirme arzusunun yanında yukarıda bahsettiğimiz misyonun da payı büyüktür. Bu misyon özetle ifade etmek gerekirse geri kalmış Doğu’yu aydınlatmayı hedefler, yani modernleşme sürecini tecrübe etmiş tüm Ortadoğulu aydınlar gibi… Maalouf, bunu şu şekilde formüle eder: “Hep iki yüzümüz var bizim, biri atalarımızı, biri Batı’yı taklit etmek için…”
Her Şey Mektuplarla Başlar
Yazarın annesinden içinde aile arşivine ait belgelerin, mektupların ve fotoğrafların bulunduğu bir valizi almasıyla başlar romanın olay örgüsü. Belge ve mektuplar okundukça kitabın ana karakteri olan Maaoluf’un dedesi Butros ve onun kardeşi Cebrail ete kemiğe bürünmeye başlar okurun zihninde. İki kardeş arasındaki mektuplaşmalarda 19. asrın sonları ve 20. asrın başlarında başta Lübnan olmak üzere Osmanlı İmparatorluğu topraklarının içinde bulunduğu siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel atmosfer ayrıntılı bir şekilde tasvir edilir. Özellikle Lübnan’daki dini ve etnik çatışmalar sebep ve sonuçlarıyla ele alınır. Sultan II. Abdülhamid döneminin baskıcı politikalarının ardından yalancı bir bahar havası estiren II. Meşrutiyet’in ilanı, İttihat ve Terakki yönetiminin çeşitli sıkıntılara yol açan politikaları ve nihayetinde bölgeyi Osmanlı’dan kopararak modern Ortadoğu’nun doğmasıyla sonuçlanan I. Dünya Savaşı romanın kahramanı Butros’un bakış açısıyla aktarılır.
Ancak yazar bunu rastgele yapmaz tam tersine belirli bir tarih şuuru ile yönelir geçmişe: “Geçmiş, kaçınılmaz olarak bölük pörçüktür, kaçınılmaz olarak yeniden kurgulanır, yeniden yaratılır. Orada, yalnızca bugünün gerçeklerinin hasadı yapılabilir. Bugünümüz geçmişten doğduysa, geçmişimiz de bugünden doğmuştur. Gelecek de bugünkü soysuzluklarımızın hasatçısı olacak…”
Yazar valizdeki belgeleri ve mektupları okudukça aile büyüklerini, atalarını ve ülkesini tanır. Biz de onların yaşantıları üzerinden bölgenin tarihi şartlarından haberdar oluruz. Butros ile Cebrail arasındaki yazışmalarla Maalouf, aynı şartlar altında yaşayan insanların iç dünyalarını, bakış açılarındaki farklılıkları, hayallerini, beklentilerini anlatarak insani olanla temas imkânı sunar okurlarına. Beyrut’tan Küba’ya uzayan yollar aileleri parçalamış, geriye hasret, merak ve derin bir kaygı kalmıştır.
Copyright © Tüm hakları saklıdır. Merjam.com – Copyright 2021 | Codlio
3D tasarım ajansı Ertesi gün ilacı