Bu haberi arkadaşlarınla hemen paylaş!
''Dünyayı ele geçiren yarı entelektüel bir kesim var. Bu insanların düşünceleri kibirli bir kurtarıcılık fikrinden oluşur. Bunlar, kendilerini dünyanın en aydını, entelektüeli, her şeyi en iyi bileni ve kendi dışında kalan insanları da kör cahil, kurtarılacak halk olarak gören insan topluluğudur. Türkiye’de sanatçı olmak için hayattan şikâyet eden, küçük burjuva solcusu olmak lazım. Onun dışındakileri adamdan saymıyorlar.''
Çektiği sinema filmleriyle 90’lara damgasını vuran ve yaptığı reklam ve televizyon programlarıyla marka haline gelen yönetmen Sinan Çetin, “Dünyayı ele geçiren yarı entelektüel bir kesim var” diyor ve ekliyor, “Bu insanların düşünceleri kibirli bir kurtarıcılık fikrinden oluşur. Bunlar, kendilerini dünyanın en aydını, entelektüeli, her şeyi en iyi bileni ve kendi dışında kalan insanları da kör cahil, kurtarılacak halk olarak gören insan topluluğudur. Türkiye’de sanatçı olmak için hayattan şikâyet eden, küçük burjuva solcusu olmak lazım. Onun dışındakileri adamdan saymıyorlar.”
Sinan Çetin’le sinema hayatını, “kültürel iktidar”ı ve yeni projelerini konuştuk.
Neden sinema?
Varoluş biçimimdi. Ben, film yapmayı bir hayat tarzı olarak ele aldım. 17 yaşımdan beri fotoğraf ve film çekiyorum. Başka da bir sey bilmiyorum. Hayatım boyunca fotoğraf, film çektim, hikâye kurdum.
Türk sinemasına 1970’lerde adım atıyorsunuz. O yıllardan bugüne baktığınızda Türk sineması neye evrildi?
Ben Türk sinemasına hiç giremedim, öncelikle söyleyeyim. Türk sinemasının içinde kendimi görmedim, onlar da beni almadılar zaten.
Onlar, kim?
Herhangi bir kalabalığın, topluluğun veya etiketin altına istesem de giremiyorum. Dikkat ederseniz sinemacılar arasında beni saymazlar.
Neden?
Dünyayı ele geçiren yarı entelektüel bir kesim var. Jürilere onlar karar verir, sinema yazarlarına onlar karar verir, festivallere kimlerin katılacağına onlar karar verir. Bu kültürel iktidarı ellerinde tutmak isteyen insanların içine dâhil olmadım.
Ne zamandır?
Çiçek Abbas, Çirkinler de Sever, 14 Numara filmlerimle beni yönetmen olarak kabul ediyorlar. Marksizm eleştirimden sonra bu kabile bana sırt çevirdi.
Bahsettiğiniz “Kabile” ne yer, ne içer, ne düşünür?
Bu insanların düşünceleri kibirli bir kurtarıcılık fikrinden oluşur. Bunlar, kendilerini dünyanın en aydını, entelektüeli, her şeyi en iyi bileni ve kendi dışında kalan insanları da kör cahil, kurtarılacak halk olarak gören insan topluluğudur. Türkiye’de sanatçı olmak için hayattan şikâyet eden, küçük burjuva solcusu olmak lazım. Onun dışındakileri adamdan saymıyorlar.
Küba’da 150 Bin İnsan Aç
Bu görüş hâlâ devam ediyor mu?
Evet. Bu insanlar çağdışı olduklarını da kabul etmiyorlar. Siz başörtüsü takıyorsunuz diye sizi kendilerinden daha cahil görüyorlar. Aydınlık olarak gördüğü fikir aslında dünyanın en gerici fikri. Mesela; Hürriyet, Küba’nın güzel bir ülke olduğunu yazdı. Küba’da yüz elli bin insan hapiste. Fikir hürriyeti yok. Küba’nın güzel bir ülke olduğunu söyleyebilir miyiz? Castro öldüğünde “Bir kahraman öldü” diye yazdı. O bir diktatördü. Eğer diktatör bir Marksist ise kahraman sayıyorlar.
Siz bu fikirlerinizi ilk ne zaman söylediniz?
1980’den sonra Prenses filmiyle dillendirdim ve “Marksizm korkunç bir dünya yaratmıştır. Dünyadaki düşünce sistemlerinin de sonu değildir.” dedim.
Dışlanmış olmaktan rahatsız mısınız?
Değilim. Çünkü dışlanmayı ben istedim. Beni dışladığını düşünen insanların düşünmesi gereken bir problemden bahsediyoruz. Kolektivizmin ilericisi olmaz. Kolektif bir kabilenin ilerici bir fikre sahip olması mümkün değildir. Çünkü bu insanlar aynı yerlerden içki içip aynı plakları dinleyen, aynı kitapları okuyup aynı lafları söyleyen insanlar. Bu güruhun kendisini modern, Batılı ve demokrat sayması kadar trajik bir şey yok. “Oradan dışlandım.” diye vızırdayan bir adam değilim. Ben oradan zaten kendim ayrıldım. Onların düşünce kalelerini yıktım. O yalan dünyanın dışında olmak istedim. Bir de o yalanın kurduğu bir kültür sanat dünyası vardı. Hâlâ var…
Bu sanata nasıl yansıdı peki?
Beyoğlu’nun arka barlarında “Yiğidim Aslanım Burda Yatıyor”, “Şanlı Kızıl Dere”, “Kurtuluşa Kadar Savaş” şarkıları çalınır. Terörizmi biz niye dağlarda arıyoruz? Bütün türküler, şarkılar ölümden bahsediyor. O şarkıları dinleyen çocuklar bu duygularla büyüyor. O çocuk takdir edileceğini bildiği için eline silah alıyor. Bu kibirli aydınların yarattığı kültürel ortam, şiddet doğruyor. Bir IŞİD mensubu cennet fikri için ölüyorsa, bir terörist solcu da kendisinin arkasından yüzlerce insanın fotoğrafını taşıyacağını hayal ederek ölüyor.
1970’lerden bugüne sinemanın değişimini nasıl görüyorsunuz?
Sinema bir dönüşüme uğradıysa da o Berlin In Berlin filmi sayesinde oldu. Berlin In Berlin’e kadar, 18 bin kişinin gittiği filme büyük film diyorlardı. Sinemanın zor bulunduğu bir dönemde Berlin In Berlin, 7 sinemada 335 bin kişi tarafından izlendi. Bu hasılattan sonra Türk sineması Amerikalı, Eşkıya gibi filmler yaptı.
İdeolojik açıdan değişime uğradı mı?
Pek değil. Yine entel Cihangirli solcu çete her şeyin yönetiminde. Onlarla iyi geçinirsen, onların sinema dünyasına girersin. Geçinemezsen zaten adına “yalaka” diyorlar. İşin tuhafı AK Parti, bu solcu entel sinemacılara en çok desteği veren partidir. Bu nedir?
Hayatım boyunca Kültür Bakanlığı’ndan para almadım. Bizi beğenmeyen, kendini solcu, ilerici zanneden arkadaşlar, Kültür Bakanlığı’ndan en çok parayı alan insanlar oldu. Her sene alıyorlar ve kendilerine “bağımsız sinemacılar” diyorlar. Kültürün devletle ilgisi olmaz. Kültür, devletin destekleyeceği bir şey değildir, devletin denetleyeceği bir şey de değildir. Devletle kültürün bir alakası yoktur.
Baskı, Reaksiyon ve Sanat…
Kültür ve sanata hâkim olan sol kendi sanatçılarını yetiştirmişken, İslami veya milliyetçi kesimlerin neden sesleri çıkmadı ve kültür sanat neden solcuların eline bırakıldı?
Bunun sebebi solun bir dönem ilerici olması. Özellikle 1970’li yıllarda sol bu ülkede ilerici bir misyon üstlendi. Yazarlar, sanatçılar ve sinemacılar Türkiye’nin değişimi ve gelişimi için gerçekten önerilerde bulunuyorlardı. Bu önerilerde bulunan insanları da hapse attılar. Türkiye’deki yerleşik düzen, solcu aydınları büyük işkenceye tâbi tuttu. Bu işkencelerden sonra sola olan sempati ikiye katlandı. Şimdi emme basma tulumba gibi, o kesimin sanat eserlerini seyrediyoruz.
Çözüm?
Serbestlik. Baskıyı bir yerden yaparsınız, diğer taraftan onun reaksiyonu çıkar. Kürtçeyi yasaklarsanız, PKK çıkar. Başörtüsünü yasaklarsanız, AK Parti çıkar. AK Parti bir reaksiyon partisidir. Allah’tan Ak Parti parlamenter sistem içerisinde kendisine yer edindi ve reaksiyon bir şiddete dönüşmedi.
Siz daha önce Tayyip Bey’in filmini yapmak istemiş, hatta 360 sayfalık bir senaryo bile yazmışsınız. Film neden olmadı?
İki sebepten olmadı. Birincisi ben o dönem çok meşguldüm. O sıralar çokça reklam filmi çekiyordum. Tayyip Bey’e, “Sizin filminizi yapmak gerekir” dediğimde bana, “Saygı duyarım ve teşekkür ederim” dedi. Sonra uzun uzun senaryolar yazdık. Çok fazla hikâye vardı. Nasıl anlatalım diye kafa yorduk. Etrafımdaki insanlar “Lider ölmeden film yapılmıyor” sözünü çok söylediler. Bu konuda destek almadım.
15 Temmuz Filmi Dünyanın En Güzel Filmi Olur
Türkiye 15 Temmuz gibi tarihi bir olaya tanıklık etti. 15 Temmuz darbesi sinemaya nasıl aktarılmalı?
Marmaris’ten yola çıkan Cumhurbaşkanı, uçakla Atatürk Havalimanı’na indi mi inecek mi?.. Uçağın içindekilerin heyecanı… Kule uçağın inişini sağlayacak mı? Üzerine durulmalı. Bütün bu olan ve bitenler o zaman parçasında anlatılmalı. İki saat içinde, Recep Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarının uçağı indikten sonrası, büyük bir zaferle insanları sokağa taşıyan bir liderin gözünden anlatılmalı. Çok heyecan verici olur. İyi bir yönetmen bu filmi çekerse dünyanın en güzel filmlerinden birini seyrederiz. Senarist ve yönetmen Tayfun Güner böyle bir senaryo yazıyor galiba.
Ağız Tadıyla Bir Şey Yapamadım
Kendinizi biraz geri çektiniz sanki. Neden?
Bin adet reklam filmi, pek çok sinema filmi, yüzlerce bölüm televizyon programı yaptıktan sonra bende her şey anlamını yitirdi. 1001’inci reklamı neden çekeyim, diye düşünmeye basladım. Pasifikler’de Tablas adasına gittim. Üç hafta maymunların arasında oturdum. Çok Murakami okudum. Döndükten sonra bir şey yapmak istemedim. Plato Film bir imparatorluktu. Her gün ünlü akınına uğruyordu. Onlarla yaptığım sohbetler anlamsız gelmeye başladı. Her şeyi kapatıp Arnavutköy’e taşındım. Rüzgar’ın olayı oldu sonra, tadım kaçtı. Ben bu kadar uzun bir zaman geçtiğini düşünmemiştim. 5 yıl olmuş. Ayşen Sever bir prodüktör olarak beni tekrar hayata döndürdü. Bu arada bos durmamışım, bir sürü hikâye yazmışım. Simdi hayatımdan memnunum.
Ne yapıyorsunuz şu sıralar? Elinizde neler var?
Üç ayrı film projesi var. Onlardan birinin hikâyesi şu: Çok zengin ve ünlü bir babanın kızının, babasının yaşamına ve ona dayattığı hayata isyanı. Bunun için de kendi çapında bir oyun başlatıyor ve iki genci de alet ediyor. Eğlence olarak başlayan şey ülke çapında bir harekete dönüşüyor. Filmin adı Cehennemde Üç Damla.
Sinan Çetin ismi için şu zamana kadar yaptığınız işler yeterli mi? Yoksa “Daha yapacak çok işim var” diyor musunuz?
Kendimi herhangi bir şey başarmış görmüyorum. Ağzımın tadıyla yapmış olduğum bir şey yok.
Sinemanın en önemli görevi nedir sizce?
Sinemanın görevi sinemanın kendisidir. Sinema eğer iyiyse bu çok değerlidir. Nasıl iyi bir heykel veya müzik güzelse iyi bir sinema da kendiliğinden yeterlidir.
Kendinizi nasıl güncelliyorsunuz?
Hayata karsı bütün duyargalarımı açık tuttum. Hayata yetişmek özel bir yetenek istiyor. Hele de bu sürat çağında… Yeni şarkıları, yeni filmleri takip ediyorum. Yıllarca reklam dünyasının içinde olduğum için teknolojiyle daha yakından temas ediyor ve öğreniyordum. Reklam dünyasının bir süredir dışındayım. Zorlanıyorum, fakat yine de takip etmeye çalışıyorum.
Film Diye Konuşan Kelleleri İzliyoruz
Türk sinemasının o eski kalıcılığı kalmadı gibi. Filmlerin neden eski tadı yok?
Bu önemli bir konu. Eğer teknik anlamda bunu açıklayacak olursak, birinin adı sinematografi, diğerinin adı teleplay. Bu, televizyonun getirmiş olduğu bir dil. Sizin bahsettiğiniz şey, hikâyelerin konuşan kellelere dönüşmesi ve sinematografiden uzaklaşıp radyo tiyatrosuna dönmesidir. Bu, televizyonun hikâye anlatma tekniğinden oldu. O yüzden de teleplay deniyor.
Spilberg’den Stanley Kubrick’e kadar bu insanlar sinemayı, video ve dijital gelmeden önce, hareket eden fotoğraflarla hikâye anlatma sanatı olarak ele alıyorlardı. Bu yüzden hareket eden fotoğrafları sıkı bir şekilde düzenleme refleksi vardı. Onun için mizansen, ışık, renk ve leke gibi pek çok unsura dikkat ediliyordu. Şimdi onun yerini sadece konuşan kelleler aldı. Sinema, teknolojinin ilerlemesiyle başka bir şeye dönüştü. El yapısı sinemayı ben de özlüyorum. Artık Sam Peckinpah gibi yönetmenlerin filmini izleyemiyoruz. Bunun da sebebi teleplay hikâye anlatımının hâkim olması.
Anlatım biçimden çok hikâyeler de değişti… Refah toplumlarında hikâye kalmadı. Dikkat ederseniz Kore ve İran gibi üçüncü dünya ülkelerinden daha sağlam hikâyeler çıkıyor. Büyük bir hikâye sıkıntısı var.
Dizi sektörüne baktığımızda aldatan kadınlar, yalanlar… Ahlaki çöküşe dair pek çok şey görüyoruz. Sektör niye böyle bir yöne doğru gitti?
Bu sizin bakış açınıza bağlı. Bu bahsettiğiniz Antik Yunan’dan bu yana drama sanatlarından gelen durum, Hitchcock’un deyimiyle, “Bir filmin kötü adamı iyiyse o film iyidir.” cümlesinde yatar. Kötülük, çatışmanın özünü oluşturur. Bu yüzden bütün görsel ve yazılı eserler kötülük üzerinde durur. Kötülük abartılıyor. Kötülük abartıldıkça da seyirci sayısı artıyor. Kötülüğün olmadığı bir film ya da dizi bulamazsınız. Kötülüğün kendisini değil, abartılmış halini görüyoruz. Seyirciye gerçeklikten uzak durumlar ve karakterler gösteriliyor…
Bu, izleyicinin talebiyle ilgili. Yapımcıların bunda bir suçu yok. Bu, talep ediliyor. Serbest piyasanın kurallarına saygı göstermek lazım.
Parasızdık Ama Mutluyduk
Parasız kaldığınız bir dönem oldu mu?
1975 senesinde Ankara’dan İstanbul’a geldiğimde sıkıntılı bir dönemim oldu. “Çok sıkıntı çektim, parasız kaldım” şikâyetiyle anlatmıyorum bunları. Çünkü çok zevkliydi. Dolapta peynir yoktu ama çok eğleniyorduk.
Bir gün eve geldim, kapıyı Şerif Gören ve Hülya Koçyiğit açtı. Meğer evde film çekiyorlarmış. “Bana niye söylemiyorsunuz?” diyorum, “Amaan, ne soracağız…”diyorlar. Ayaspasa’da öyle bir evdi bizim ki. Kendi evime geliyordum, Tarık Akan uzun boyuyla bana bakıyordu. Çok eğleniyorduk, ama hiç paramız yoktu. Sonra bu parasızlıktan sıkıldım, prodüktör olmaya karar verdim ve reklam çekmeye başladım. Reklam dünyası da tahmin etmediğim kadar vaktimi aldı.
Bu sizi rahatsız etti mi?
Çok iş geldiği için fazla zamanımı aldı.
Sinema yönetmenliğinin, reklamcılıktan daha itibarlı olduğunu düşündünüz mü?
Yaptığım reklam filmlerinden sinema filmlerim kadar gurur duyarım. Reklam filmlerim çok değerlidir. Küçük şiirlerdir. Onlara çok emek verdim.
Türkiye’de reklamcılık anlamında çok iyi işler çıkıyordu, artık onlar da yok. Sektör kendini yenileyemedi. Neden?
Son dönem reklamlarını hiç beğenmiyorum. Yönetmensiz filmler yaptıkları için bir şeye benzemiyor. Son üç yıldır iyi ki bu sektörde yokum. Hepsi ile kavga ederdim. Şu anda izlediğimiz reklam filmlerini yönetmenler yerine memurlar çekiyor. 7 veya 15 kişilik reklam ajanslarının çalışanları ve reklam veren oturuyor bir masaya, orada karar veriyorlar ve ortaya böyle kötü işler çıkıyor. Bir reklama bakıyorum ve onun 14 kişi tarafından yapıldığını anlıyorum.
Mesela bir reklam filmi izledim, onu anlatayım: Baba, anne ve çocukla mutlu aile tablosu yapmak istemişler. Fakat anne çocuğun annesi değil, adam o kadının kocası değil. Belli ki çocuk da onların çocuğu değil. Manken ajanslarından seçilen birbiriyle alakası olmayan insanlar… Hepsi ayrı ayrı güzel, ama aile değiller.
Reklamlarınızda neden siz oynuyorsunuz? Kendinizi oyuncu olarak görüyor musunuz?
Oyunculuk denen şeyin çok da mühim bir şey olmadığını düşünen biriyim. Marlon Brando’ya “Siz ne kadar büyük bir aktörsünüz” denilince o da “Benim yüzüm güzel, her şeyi kamera yapıyor” demiş. Ben para için oynadım. Paraya ihtiyacım vardı, tekliflerini kabul ettim.
“Dünkü çocuklar” film yapıyor, 7 milyon kişi tarafından izleniyor. Yıllarınızı sinemaya veren biri olarak, bu durum sizi üzüyor mu?
Bazen “Bir vehme ömür verdim” diye düşünüyorum. Ben filmleri bütün kalbimle, ruhumla, aklımla çok ciddiye alarak çektim. Acaba fazla mı ciddiye almıştım, diye şimdilerde düşünüyorum. Artık yönetmenlerin değil, starların filmleri izleniyor. Prodüktör filmleri var. Recep İvedik’in yönetmeni Şahan’ın (Gökbakar) kardeşi Togan çok iyi bir yönetmendir. Fakat o olmasa da seyredilecek. Recep İvedik’e gidiyoruz; filmi kimin yönettiğini hatırlıyor muyuz? 70’lerin yönetmen sineması dönemi bitti. Şimdi teknolojinin ve yüzlerin sineması var.
‘Sanat Filmi’ Tanımı
Biz aslında sinema adı altında neyi izliyoruz? Bir söyleşinizde sanat filmi ayrımını doğru bulmadığınızı söylemişsiniz…
“Sanat filmi yapıyorum!” diyenler, öteki filmlerde sanat olmadığını iddia ederek, kendi filmlerindeki izleyici yoksunluğunu, bir “Sanat filmi” şemsiyesi altına alıp konfor buluyorlar. Kendi beceriksizliklerini kapatmaya çalışıyorlar. Steven Spielberg’in herhangi bir filmi ticari de, devletten dört yüz bin TL destek alan, Karadeniz’de dağlara bakan bir adamın öyküsü mü sanat filmi? Biz hangisine sanat diyoruz? Titanik gibi yüksek hasılat yapmış filmlere ticari, yağmurda dağlara bakan adamın filmine sanat diyoruz…
Copyright © Tüm hakları saklıdır. Merjam.com – Copyright 2021 | Codlio
3D tasarım ajansı Ertesi gün ilacı