Bu haberi arkadaşlarınla hemen paylaş!
Sevdiğine “Seni gönlüme yazdım, canımda canansın sen” diye hitap eden şarkılar yerine, “kıl oldum abi”lerden zevk almasına hükmedilen, sanatsız kaldığı gibi, bu sözleri duya duya, sevdiğine saygısızlığı da öğrenen insanlarımız olur.
Dünyadaki bütün gerçek müziklerin temelinde dinî musiki yatar, Batı müziği de kiliseden neş’et etmiştir. Biz bundan genellikle utanırız, ama Batı asla inkâr etmez ve en önemli bestecilerinin kilise müzisyeni olduğunu iftiharla söyler. Ülkemizin üniversitelerinde yetiştirilen müzik öğretmenlerinin büyük bir çoğunluğu ise, maalesef zamanında kendi müziğini çağdışı gören, gösteren, gericilik olarak nitelendiren otoriteler tarafından aşılandıklarından, bırakın Türk din musikisini, kendi öz müziğinin tamamına karşıdır. Gerçi sadece müzik öğretmenleri de değil bir zaman konservatuar öğrencisiyken staj döneminde ilkokul çocuklarına; Karacaoğlan’ın “İncecikten bir kar yağar” diye başlayan dizeleriyle büyük bestekâr, din adamı, ses sanatçısı Sadeddin Kaynak’ın segâh makamındaki türküsünü öğretmeye kalktığımızda, okul müdürü sınıfı basmış, çocukların gözündeki parıltıya, aldıkları zevke, kendi kültürlerine ne kadar aç olduklarına bakmaksızın, “Burda böyle ilahi gibi şeyler öğretemezsiniz!” demişti. Hâlbuki aynı müdür, çok büyük ihtimalle, yine Sadeddin Kaynak’ın “Çile Bülbülüm” şarkısında az “Allah!” diye bağırmamıştır…
Yunus Emre Hazretleri’nin insana kendisini, dolayısıyla Hakk’ı tanıtmayan bilginin boş bir emek olacağını ifade ettiği şu dizeler, bütün anlatmak istediklerimizin bir özeti niteliğindedir;
İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir.
Sen kendini bilmezsin, bu nice okumaktır,
Okumanın manası kişi Hakk'ı bilmektir
Çün okudun bilmezsin, ha bir kuru emektir.
Batı’ya yaranmak isteyen, sadece onu çağdaş zanneden otoriteler, “Okullarda çocuklarımıza Batı müziği öğretilmelidir” deyip bunu uygulamaya koydular koymasına da, sonuca bir bakalım dersek; plastik akortsuz flütlerle, melodikalarla, orglarla, (majör-minör gibi) anlamadıkları terimleri ezberletmekle sadece kulaklarını bozduk, müzikten soğuttuk. Yeni neslin yetenek ve zekâsıyla dalga geçer gibi, edebî değeri ve müzikalitesi hiç olmayan “Yağ satarım, bal satarım”, “Daha dün annemizin” gibi, tekerleme dahi diyemeyeceğimiz, sanat yoksunu parçalarla hiçbir müzik zevki aşılayamadık. Sonuç olarak çocuklarımız ve gençlerimiz, niteliğine, sözdeki manaya, ahlaki değerleri taşıyıp taşımadığına, gerçek bir müzik olup olmadığa dahi bakmaksızın, popüler ve arabesk öğelere meyletti. Çünkü ne kendi müziğimizi, ne de klasik Batı müziğini öğretmeyi, sevdirmeyi beceremedik.
Müzik hem genetik bir hadisedir, hem anne karnından itibaren ezan ve ninni nağmeleriyle hücrelerimize kazınmıştır, hem de millî bir unsurdur. Bunu koparmak bir anomaliye sebep olur ki, çoğunluğu genetiğiyle oynanmış olan bir yeni nesle sahip olduğumuz açıktır. Ve dinledikleri öğelerin en tehlikelisi de Türkçe olanlardır ki aslında onlara Türkçe demeye de dilim varmıyor. Hadi şimdilik klasik Türk müziğini de geçtim, Barış Manço’nun “Benden Öte Benden Ziyade” şarkısının sözlerine hiç dikkat ettiniz mi;
Sabret gönül sabret sakın isyan etme
Bir gün elbet bitecek bu çile isyan etme
Dört kitaptan başlayalım istersen gel söze
Orda öyle bir isim var ki kuldan öte kuldan ziyade
Onu düşün ona sığın o senden öte benden ziyade
Bir sen var ki benim içimde benden öte benden ziyade
Bir sen var ki senin içinde senden öte senden ziyade
Ya da Cem Karaca, Süleyman Erguner’in aşağıdaki dizelerle bestelediği uşşak şarkısını okuduğunda hangi yeni nesil karşı çıkmıştı?
Ömrün şu biten neşvesi tâm olsun erenler
Son meclisi câm üstüne câm olsun erenler
Şükrânla vedâ ettiğimiz cân-ı fenâya
Son pendimiz ah-lâfa devâm olsun erenler
MFÖ grubu kendi besteledikleri ”Aşka âşık olan sufi”den bahseden şarkılarında yıllarca ”Sufi sufi, sufi sufi, sufii” diye haykırırken, gençlik yok muydu? Sezen Aksu, Âşık Dâimî’nin
Ne ağlarsın benim zülfü siyahım
Bu da gelir bu da geçer ağlama
Göklere erişti feryadım ahım
Bu da gelir bu da geçer ağlama
türküsünü okuyor diye çağdaş olmamakla, gericilikle mi suçlanmıştı?
Batı, çocuklarını daha bebeklikten itibaren çizgi filmler vasıtasıyla en güzel klasik eserlerini film boyunca çalarak yetiştirdi. Bizim çizgi filmlerimizde bir klasik Türk müziği eseri çalacak olsa, “Bu çizgi film dinî, bunu izletmeyelim” diyen ebeveynlerimiz var bizim. Bir diğer tarafta da “Hamileyken ve bebekken Batı müziği dinlet, zekâsı gelişir” yalanına inananları da var. Zaten çocuğa gerçek ve kaliteli müzik dinletmektir önemli olan ama öncelik kendi öz kültürüne verilmeli ki bu dünyaya daha çabuk alışsın, sıcak bir yuva hissi oluşsun, dilini vurgularıyla öğrenebilsin.
Kızlarımın gittiği kreşin gönüllü müzik öğretmenliğini yapmıştım üç sene boyunca. Onlara örf eğitimine ve bazı kaliteli çocuk şarkılarına ek olarak söyleyebilecekleri türküleri ve şarkıları, her hafta benimle gelen sazendeler eşliğinde öğretmeye çalışmıştım. Daha üç yaşından itibaren o kreşin çocukları, tanbur, kanun, ney, bağlama, ud, viyolonsel, piano, bendir gibi enstrümanları canlı canlı dinleyip tanıma imkânı bulmuş, öğretmeye çalıştığım türküleri, şarkıları gösterilerinde büyük bir hevesle ezbere okuyabilen çocuklar olmuşlardı.
Yani “Çocuk anlamaz” demek, kendin de sahip olamadığın bir kültürü edindirmeye üşenip yükü üzerinden atmaktan başka bir şey değildir. Çocuk her şeyi anlar, ne verirsen onu alır, aldığı soyut gıda kötü ise pedagoglarda gezeriz, hiperaktif diye damgalarız. Eğer kendi kültürü ise, bu organik bir seçim olur ve bilinç seviyesini yükseltiriz. Ama okullardan daha önemlisi aile içindeki eğitimdir ve evlilik programlarındaki seviyesiz müzikleri dinleyen, bayağı yarışma programlarını sadece kavgaları için izleyen, ahlak zaaflarıyla dolu dizilerle uyuşturulan annelere, çocuğu “Gangnam style”da garipçe dans ediyor diye gurur duyduğu için kızamayız.
Bu ülkede önce ev hanımı anneleri eğitmeliyiz, onlara zevkli ve kaliteli programlar sunmalıyız, kişisel gelişimleri için ne gerekiyorsa yapmalıyız ki, geleceğimiz ve vatanımızın bekası, yeni nesli yetiştiren annelere bağlıdır. Ve bu vesileyle devlet adamlarının, bütün branşlardaki öğretmenlerin de kendi edebiyat, müzik, kültür ve sanatlarına vâkıf olmalarının zorunlu olduğunu söylemeden geçemeyeceğim.
Tıpta müzikle şifa unsuru en önce Türkler tarafından benimsenmiştir. Avrupa’da akıl hastaları daha 19. yüzyıla kadar “Şeytanla işbirliği yapmış zavallılar” olarak diri diri yakılırken, 1488’de Edirne Bayezid Külliyesi Şifahanesi’nde (üniversite hastanesi) akıl ve ruh hastaları on müzisyenin icra ettiği rast, dügâh, segâh, buselik, zengule ve suznak makamlarından eserlerle tedavi ediliyorlardı. Bizler insana böyle değer veren bir medeniyetin evlatlarıyız. Bunun her daim farkında olmalıyız. Dünya her türlü sanat, dil, kültür, yiyecek, giyecek atıklarını bize fırlattığında bunları havada kapmak, cehaletin en büyük göstergesidir. Kadim ve kudretli tarihini, kültürünü, sanatını bilmeyen çocuklarımız kovadan ne olduğu belli olmayan tavuk artıklarını, ağızlarını koca koca açarak yerken, masadaki kâğıdın üzerine dökülmüş hamburger ve patatese benzer çubukları avuçlarken, gürültüyü müzik ve bunun eşliğindeki tepinmeyi dans zannederken, aynı şekilde bu tür çocukların içinden türemiş, egosuna esir olan popçuları ilah edinirken, biz nasıl medeniyetimizi koruruz? Biz nasıl zarafetten, asaletten, alçakgönüllülükten, bilimden, sanattan bahsedebiliriz? Artık alıştırıldığımız, uyuşturulduğumuz öğeleri alkışlamaktan vazgeçmek zorundayız. Televizyonun bizi zehirlemesine dur demek zorundayız. Ne kanal yöneticilerini, ne popçuları, ne dizi oyuncularını zengin ederek kalkamayız düştüğümüz yerden…
Bugün konservatuarlarda hiç değinilmese de büyüklerimizin “Fenn-i şerif-i musiki” deyimi ile yüceliğini ve onurunu dile getirdikleri müzik biliminin; fizik, matematik, tıp, astronomi, psikoloji, edebiyat, tasavvuf gibi ilim dalları ile büyük ölçüde ilişkisi olduğu bilinmektedir. Bu bağları idrak etmek dahi, insanın bilinç seviyesini yükseltir. Hangi alanın öğrencisi olursa olsun gençlerimizin temel eğitimde bu bağları kurabilmesi çok önemli bir husustur.
İsmail Dede Efendi musikiyi, “Ahlak-ı beşeriye tasfiye eden bir ilm-i şerifdir” diye tarif ediyor. Yani insan ahlakını saflaştıran, temizleyen bir yüce ilim olarak. Tabii çocuklarımız Dede Efendi’nin nasıl bir deha olduğunu genellikle hiç öğrenemiyorlar.
Milattan 250 ila 1000 yıl önce yazılan ve Konfüçyüs’e ait en önemli eserler arasında sayılan Büyük Bilgi ve Müzik Hakkında Notlar adlı kitapta musikinin, imparatoru devirebilecek ve devlet düzenini değiştirebilecek bir güce sahip olduğu yazılıdır.
Edebiyat, din, dil, musiki, tasavvuf gibi ilimlere vakıf olabilmek için sanatkâr olmak gerekmez. Mesleği ne olursa olsun her bireyin bu alanlarda eğitilmesi, toplum refahını sağlamanın gereğidir. Alanında ne kadar uzman olursa olsun, kendi kültür ve medeniyetinin değerlerinden uzak yetişen bireyler, ruhen gelişememekte, komplekslerinden kurtulamamakta, sağlam sosyal ilişkiler kuramamaktadır.
Batıcılarımız, daha aydın! Ve çağdaş! olalım diye Türk müziğini yasaklatarak kendi değerlerinden habersiz yetişen çocuklarımızı bugün dinledikleri garip popüler öğelere esir etmiş, bu yolla manevi, kültürel, ahlaki her türlü değerlerimizden uzaklaştıracak kadar büyük zararlara sebep olmuştur. Konfiçyüs, “Devletlerin karakterini anlamak için onların musikisine bakınız.” diyor, Atatürk de “Sanatsız kalmış bir milletin hayat damarlarından biri kopmuştur.” demişti. Musiki, dil kadar, belki ondan daha da fazla millî kültürün temel müesseselerinden biridir ve bir milletin millî musikisini tahrip etmekle millî kültür de kökünden yıkılır.
Türk çocuğu için Türkçe konuşmak ne kadar tabii ise kendi müziğini söylemek de o kadar tabiidir. Türk musikisi, temel eğitimde kişilik gelişiminin bir parçası olmalıdır. Zaten sözel olarak da çok yüce vasıflı bir müziktir. Yüce vasıflar kazandıracağı kesindir. Ama bunu ancak yeni çalışmalarla, projelerle, albümlerle, okullarda sanatçıları konserle görevlendirmekle, televizyonda gerçek sanatçılara yer vermekle yapabiliriz.
Biz bugün kendi öz müziğini dinlemeyen ve anlamayan bir gençlik var ettik, Batı müziğini yaygınlaştıralım derken pop ve arabeskin kurbanı olduk, gerçek Batı müziğini dinleyen bir genç bulsak şükredecek hâle geldik. Çünkü ne kültür değerlerimizi, ne dinimizi, ne dilimizi, ne de tarihimizi onlara zevkle ve özümseterek kavratabileceğimiz resmî bir eğitim sistemimiz hiç olmadı. Türk millî eğitiminin amaçları arasında, “Manevi değerleri benimseme, beden, zihin, ahlak, ruh ve duygu bakımından dengeli ve sağlıklı yetişmiş kişilik ve karaktere sahip kişiler yetiştirmek” vardır. Bizi zehirleyen her türlü popüler parçayı okul gösterilerinde, okul servislerinde vs. çocuklara özümsetip, aşılayarak bunların hiçbirini sağlayamayız.
Dilimizi, rap, hip hop denilen vurgusuz, sanatsız laf ebelikleriyle değil, edebiyatımızı şiirlerdeki derinliği kavratarak öğrettiğimizde koruyabiliriz. Yoksa ancak hiç anlamadan dersi geçip sonrasında “Failatün failatün filan vardı, neydi ya onlar?” diye mucize şiirler meydana getirilen aruz vezniyle dalga geçen bir gençliğimiz olmaya devam eder. Sevdiğine “Seni gönlüme yazdım, canımda canansın sen” diye hitap eden şarkılar yerine, “Kıl oldum abi”lerden zevk almasına hükmedilen, sanatsız kaldığı gibi, bu sözleri duya duya, sevdiğine saygısızlığı da öğrenen insanlarımız olur.
Hacı Arif Bey’in şarkısında “Şerh edemem hâlimi cânânıma” dizelerinin geçtiği, mahcubiyet ve heyecanın yerini, “Çeksene elini, kırcan mı belimi” alabildiyse, bu kadar korkunç bir seviyesizliğin yükselişi oldukça zorlu olacak demektir.
Türk müziği konservatuarı mezunu biri, kendi müziğinin değerini hiç anlamamış olmalıdır ki, “Dongi dongi” diye şarkı söylemeye dili varmıştır. Hatta ve hatta büyük üstat Neşet Ertaş’ın “Ana Haktır sen bu sırra erdin mi?” türküsünü hiç dinlememiş olmalıdır ki, “Sıcak yatak soğuk kadın, derdin ne anlamadım, çek git” gibi edebî değersizliği ve manasındaki kadını aşağılayıcı yönüne rağmen parçayı albümünde söylemiştir.
Saymakla bitmeyecek bir felaketin içindeyiz, klipiyle, sözleriyle, müzi(ksizli)ğiyle büyük bir dejenerasyon sebebi olan “Sen olsan bareee” diye elektronik bir sesle her yerde duyulan garabeti mi anlatsam, geleneksel değerlerimizi yerle bir eden şarkı kılığıyla bize yutturulan “Allah b…….. versin”i mi ?
Dilimizin, müziğimizin, değerlerimizin bilincinde olmazsak, yok olmaya mahkûm bir millet oluruz. Bozulma önce dilde olmuştur sonra o bozuk dilden, zaten ancak, böyle şarkılar çıkmıştır. Bunları dinleyen, kültür edinen nesil doyumsuzdur, mutsuzdur, tatminsizdir, maneviyattan habersizdir, tabletten başını kaldırıp selam vermeye üşendiği gibi, sosyal medya ve iletişim ağlarındaki mesajlarında “Nbr”, “Slm” vb. kısaltmalarla dilini daha da soysuzlaştırmayı marifet bilmektedir. Bu tür bir iletişim insana saygısızlıktır. Her gördüğümde tüylerimi diken diken eden dahi anlamındaki –de, –da takılarını, bırakın gençleri, eğitimli ve yetişkin bireylerin bile pek çoğunun ayrı yazmaya gerek duymadığına üzülerek şahit oluyoruz. Hızlı yemek (fast food dedikleri), hızlı mesaj, hızlı (özensiz, yırtık vs.) giyim, hızlı müzik (kestirmeden söyle gitsin) insanda nezaketi, zarafeti, ahlaki, millî ve kültürel değerleri düşünmeye fırsat bırakmayacak kadar hızlı bir yaşam…
Nemalanmak uğruna kendilerini zehirleyen popçulara putperestçesine bağlılık, celladına âşık olmak gibi… Bozulmadan önceki medeniyetimizin en büyük hayranı olan batının kendi iç meseleleri sonucu ortaya çıkmış popüler öğelerinin taklitçiliği ancak hırslı, bencil hâle getiriyor bunu görüyoruz.
Cemil Meriç şöyle diyor: “Emperyalizmler tuzağa düşürmek istedikleri ülkeleri kültürleriyle fethetmez, kültürsüzleştirerek, kültürsüzlüklerine inandırarak yok eder.”
Konfüçyüs’ün musikiyle ilgili çok önemli bir sözü daha vardır: “Bir toplumun müziği bozulmuşsa, o toplumda daha önce pek çok şeyin de bozulmuş olduğuna hükmetmek gerekir.”der.
Para kazanmak amacıyla yapılan işten yücelik beklenemez. Yeni nesli kendi kültür değerlerini tanıyıp sevmeleri açısından yöntemler geliştirerek eğitmeliyiz. Bu eğitim sadece okulda değil hayatın her alanında olmalı. Dinlediği kötü müziklerle sadece tüketmeye alışan doyumsuz gençlik, sanatlarımızı tanıyarak üreten gençlik olmaya özendirilmelidir.
Sonuç olarak edebiyat derslerimiz daha anlaşılır hâle getirilmeli, çocuklarımıza gerçek edebî değeri olan şiirlerin ahengi tattırılmalı. Türkçe dersinde Türkçe gerçekten öğretilmeli. Çocukların öncelikle klasik Türk müziği için de, klasik Batı müziği için de, iyi bir dinleyici olması sağlanmalı -ki müzik zevki yüksek bir birey yetiştirmek, bütün sene uğraşılıp öğretilemeyen nota öğretme savaşından kat kat daha önemlidir. Sınıf öğretmenlerini, müzik öğretmenlerini yetiştiren eğitim fakültelerinde, güzel sanatlar lise ve fakültelerinde mutlaka öğretmen adaylarına Türk müziği de öğretilmeli ve hâlihazırdaki öğretmenler de, hizmet içi eğitime alınmalı. Müzik derslerinde az önce bahsettiğimiz aletler yerine, cura, bağlama, lavta gibi kendi müziklerini de çalabilecekleri, perdeli, kolay taşınır sazlar kulaktan öğretilmeli. Çünkü zaten müzik dersi saati okullarımızda çok yetersizdir. Bu vakitsizlikte çocuğa nota öğretmeye çalışmak, ancak başarısızlık ve beceriksizlik hissi yaşamasına sebep olur.
Atalarımızın buyurduğu “Her zevalin bir kemali vardır.” sözünün vücut bulması, kemal safhasına varacağımıza dair umudumuzun ve inancımızın baki olması dileklerimle sözlerime son verirken, bütün zorluklara rağmen, sahip çıkarak, icra ederek, ettirerek, sevgiyle öğreterek Türk müziğini sevdiren, her tür gerçek ve iyi müziği dinleyen, dinleten, çocuklarımızın algılarını, zevklerini yüceltmeyi amaç edinmiş şuurlu öğretmenlerimizi ve kendi öz değerlerine, millî kültürüne, sanatına vâkıf olmak için çabalayan gençlerimizi, müzisyenlerimizi tenzih etmeyi borç bilirim.
Türkan UYMAZ – Akademisyen
Copyright © Tüm hakları saklıdır. Merjam.com – Copyright 2021 | Codlio
3D tasarım ajansı Ertesi gün ilacı