Bu haberi arkadaşlarınla hemen paylaş!
Tiyatro, dizi ve sinema oyuncusu Suna Selen, oyunculuk serüveni ve hakkında merak edilenleri yanıtladı.
Osmanlı dönemi önemli yazarlarından Fatma Aliye Hanım ile Faik Paşa’nın torunu, Nimet Selen ve Hüsamettin Selen’in kızı, 83 yaşındaki Suna Selen, avukat olmak istemediği için ailesi tarafından evlendirildiğini, kayınvalidesiyle yaptığı anlaşmayla hayatının değiştiğini, yaşamı boyunca sanatçı olmak için verdiği mücadeleyi ve halen sanat sevdasıyla yaşadığını anlattı.
“Çok teşekkür ederim. Vallahi idare ediyoruz. Pandemiye kadar aletli jimnastik yaptım.”
“Evet, ailemin değil komşuların ilgisini çektim. Akademiye de gittim, oğlum oldu, sonra bırakmak zorunda kaldım.”
“Hayır hiç yerini bulamadı. Çünkü ben o zaman ressam olmak istiyordum. Hatta beni konservatuvara niye yolladılar biliyor musunuz? Atatürk Lisesi ilk pilot Anadolu lisesiydi. Orada ortaokuldan sonra kimin neye yeteneği varsa öğleden sonraları oraya yönlendiriliyordu. Biz müsamerede oynadık. Herkes çok beğendi. Ankara’dan gelenler de vardı. Tabii Anadolu Lisesi’nin ilk müsameresiydi. Hatta Adnan Eseniş’ti bizim müdiremiz, ‘Siz bu çocuğu konservatuvara yollayın.’ demişler. Sonra babamla annem evde konuşuyor. Babam diyor ki, ‘Hanım, okuldan dediler ki, bu kızı konservatuvara yollayalım.’ Annem, ‘Ne yapacak, ne işi var konservatuvarda?’ dedi. Babam, ‘Bak biz bu yazıhaneyi kıza emanet etmeyecek miyiz? Kız düzgün konuşmasını öğrenir. Güzel konuşursa hakimi iyi etkiler. Dava kazanır.’ dedi. Yani beni dava kazanayım diye konservatuvara yolladılar.”
Üniversitede onların isteğiyle hukuk bölümüne girmişsiniz. Oradan ayrılıp akademide resim bölümüne başlamanız evde infiale sebep olmuş.
“Evet, ‘Ben oğlunuzla evlenirsem akademiye gidebilir miyim?’ dedim. ‘Tabii kızım.’ dedi. Çünkü zaten onun akrabaları Aliye Berger, Fahrünnisa Zeyd gibi isimler. Onlar zaten sanatın içinde. Dolayısıyla eşim de ressamdı. Onun için son derece normal bir şey kültürümü, bilgimi genişletmem ve akademiye gitmem.”
Anlıyorum ki kayınvalideniz hayatınızın rotalarını çizmenizde büyük destek olmuş.
“Eşimin değil kayınpederimin. Biz 12 kişi bir arada büyük bir aile olarak yaşıyorduk. Bu kadar kalabalık bir ailenin geçiminde kayınpederin işleri bozulunca, tabii ki birilerinin çalışması gerekli oldu. Daha doğrusu ben çalışmayı düşündüm. İstanbul Radyosunun spikerlik imtihanı vardı. Oraya girdim, kazandım. Radyoda spiker olarak çalışmaya başladım. O arada konservatuvardan arkadaşlar tiyatroya başlamış ve bana ‘Sen de oynamaz mısın?’ dediler. Kayınvalideme sordum, ‘Kızım, bilmedik yerle çalışma. Cahit Irgat bizim uzaktan hısımımız. Onun tiyatrosunda başla, Güvende olursun.’ dedi. Ben Cahit Irgat’la ilk oyunumu oynadım. Çok da iyi oldu. Tabii ki söylemeden geçmeyeceğim, konservatuvar hocam Ercüment Behzat Lav geldi, ayakta alkışladı bizi. Bu çok büyük bir keyiftir benim için. Oda Tiyatrosu idi Cahit Irgat’ın çalıştığı yer. Oraya Metin Erksan geldi, film teklifinde bulundu. Kayınvalideme ‘böyle böyle bir teklif var ama ne gereği var şimdi filmde oynamanın?’ dedim. ‘Aman kızım Metin Erksan çok iyi bir sanat eleştirmeni. Ben onun köşe yazılarını okuyorum. Üstelik çok kültürlü bir adamdır. Bence kabul et sen.’ dedi.
Ne güzel bir kayınvalideniz varmış.
“Yok, ben sadece kayınvalidemle konuşuyordum. Zaten eşim hiçbirine hayır demez. O kendi alemindeydi, sergi hazırlar. Tuvalleri bana boyatır, ‘Şu gökyüzünü de sen yap da ağaçları ben yaparım.’ der filan. İşin hamaliye kısmını bana yaptırırdı. Aslında çok iyi anlaşıyorduk her konuda. Fakat 3 buçuk sene evli kaldık, tam 33 kere ihanet etti bana.”
1959’da başladığınız tiyatro serüveninizde özel tiyatrolarda uzun yıllar sahne aldınız. Çok değerli oyunlarda oynadınız ve 1990-2014’te Devlet Tiyatrosu oyunlarında yer aldınız. Yüzlerce sinema, dizi çalışmanız ve bunlarla aldığınız ödülleriniz de var. Altın Portakal Film Festivali’nde “Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler”deki “cadı” karakteriyle aldığınız ödül zaten unutulmaz.
“Buna dair bir şey anlatmak istiyorum. 6 yaşında falandım galiba, Walt Disney’in çizgi filmi oynadığı vakit, kız kardeşim doğmuştu, harp seneleriydi. Ben annemle babamın ortasında yatardım yatakta. Kız kardeşim doğunca onu aralarına aldılar, bana parmaklıklı bir karyola alındı, ben de orada yatıyorum. Sonra beni sinemaya götürdüler, ‘Pamuk Prenses Yedi Cüceler’ filmiydi. Sonra oradaki cadıyı odamda duvarda görmeye başladım. Kabus yani. Eskiden kireç badanalar vardı. Tırnağımı takıyordum, parmağımla kazıyordum cadı gitsin diye. Cadı daha beter büyüyordu.”
“Çok korkmuşum ve senelerce kabusumda cadıyı görürdüm, 28- 29’lu yaşlarıma kadar. Sonra bana teklif geldi. ‘Pamuk Prenses Yedi Cüceler’deki kraliçeyi oynamam için. Tabii oynarım. ‘Cadıyı kim oynayacak?’ dedim. ‘Cadıyı da yaşına uygun birini bulacağız.’ dediler. Bir an ağzımdan öyle çıktı, ‘Valla cadıyı da ben oynarsam rolü kabul ediyorum. İkisi birden olmazsa müsaadenizi rica edeyim.’ dedim. ‘Nasıl isterseniz.’ dediler. Sonra çağırdılar iki rolü de ben oynadım. Fakat size bir şey söyleyeyim, o rolü oynadıktan sonra ben bir daha o kabusu görmedim. Çocukluk travmamı drama terapi ile iyileştirdim bir şekilde.”
“Cazibe Hanımın Gündüz Düşleri”nde yine ödül aldınız Ankara Film Festivali’nde. “Gönderilmemiş Mektuplar”da “En iyi Kadın Oyuncu” ödülü aldınız, İsmet Küntay Tiyatro Ödülleri, Yaşam Boyu Onur Ödülü gibi çok sayıda ödülünüz var. Bu ödüllerin pek çoğu da kamera önü ile ilgili ödüller. Kamera önünü tiyatrodan daha mı çok sevdiniz?
“Tiyatroyu her zaman daha çok sevdim doğrusunu söyleyeyim. Ama tiyatroda bir tane ‘İlhan İskender Armağanı’ ödülüm oldu.”
“Sonra dostluğa dönüştü. Şimdi bakıyorum mesela dizilerde gençler birbirine aşık oluyor. Birlikte çıkmaya başlıyorlar filan. Sonra da dizi bitince ayrılıyorlar. Herkes bunu garipsiyor. Ben işin muhasebesini yaptığım zaman hiç garipsemiyorum. Çünkü aynı şey benim de başıma geldi.”
“Yani olayı çok iyi anlıyorum. Ben evliyken bir sene biz Münir Özkul’la çalıştık. Hiç aramızda bir şey olmadı. Ama ne zaman ki sahnede yani ben ona aşık küçük kızı oynamaya başladım, o sene aşık olduk.”
Sahnede karşınızdaki oyuncunun performansına ve yeteneğine olan bir aşk mıydı bu? Yoksa Münir Özkul’un gerçek hayattaki haline mi?
“Hayır, hayır. Münir Özkul’a filan da değil. Roldeki adama olan aşk olması lazım. O kadar konsantresiniz ki, siz o aşkı hissetmeye başlıyorsunuz.”
“Kimseyi kırmak istemeyen bir insandı. Geçenlerde eski eşinden olan kızı ve damadıyla buluştuk. Nasıl mutlu olduk, onlar da ben de. Bu belki de Münir’in sayesinde. Münir kimseyi kırmak istemedi. Yani benden evvel ayrıldığı eşini de kırmak istemedi. Hatta bana geldi, dedi ki; ‘Şadan diyor ki, çocuğun adını Şadan koyalım.’ ‘Olur.’ dedim. Dosttuk çünkü. Yani onu da anladım. Oradan da çocukları var, ortalık kırılsın istemiyor. Benim kızımın adı Şadan Güner. Evet, göbek adı Şadan. Anlatabiliyor muyum? Yani çok ılımlı, herkesle iyi geçinmek isteyen, çok sevecen bir insandı.”
“Birlikte çok turnelere çıktık. Vallahi bendeki yansıması habire koştur koştur, iş. İşlerimiz çok güzeldi. Onun sayesinde çok şey öğrendim. Mesela tedaviye yattığı zamanlarda her gün muhakkak yanına giderdim. O arada ne maceralar yaşadım, onlar da yine Münir’in sayesinde oldu.”
“Ressam olmayı bir süre yani birkaç zamandır bırakmıştım. Benim her şeyim, tuvalim vardı evde, hala resim yapıyordum. Hatta ben aldığım bütün ekstra parayı gene fırça, boyaya veriyordum. Malzemeleri sipariş ettim ama gelmiyor bir türlü. Aradım, ‘Benim malzemelerimi ne zaman göndereceksiniz?’ dedim. ‘Gönderdik, bırakmışlar kapıya.’ dediler. Herhalde o zamanlarda navigasyon falan yoktu, başka bir apartmanın kapısına bırakmışlar. Yani bütün birikimimi de bunlara yatırdım. Demek ki ressam olacağım yokmuş. Aradan zaman geçti bugüne kadar, Cumhuriyet’te bir yazı okudum. Anthony Hopkins’in NFT’leri diye. Ben niye yapmayayım?”
“Sağ olun, vefat etti 2006’da.”
“Vallahi ilki zaten resim yapıyordu. Onun hakkında söyleyecek bir şeyim yok, ressamdı. Tabii ki onaylıyordum. Kızımın tiyatrocu olmasını çok istedim. Çünkü çok yetenekliydi tiyatroya. Babasından almış yeteneği, benden falan değil.”
“Oldu evet gayet iyiydi. Ama evlendikten sonra anladığım kadarıyla evlilik hayatından dolayı sürdürmedi. Çünkü gece geç saatlere kadar çalışıyoruz biliyorsunuz. Onu pek tercih etmedi. Bir de üstelik onun içine bir kurt düşürdüler, Galatasaray’da yelken yarışçılığı hikayesi vardı. Dün sordum, ‘Kaç oldu senin bu kayıklar?’ dedim. ’30 oldu’ dedi.”
1960 yılından bu yana hem tiyatro hem kamera önünde olan bir isim olarak şimdiki oyunculukları ve sizin de yer aldığınız ya da izlediğiniz projeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
“Doğrusunu söyleyeyim, bir kişiyi biliyorum. Çok beğendim, çarpıldım oyuncu olarak Burcu Biricik. Onun herhangi bir şeyi olduğu zaman izliyorum. Ama onun haricinde bütün dizileri oturup izlemeye kalkışsam hiçbir iş yapamam ki. Yani ancak kendi oynadığım diziyi izleme sebebim, ne yapmışım ben burada? Hatalarım nedir? Nasıl daha iyi yapabilirdim? Onun için izliyorum. Başka bir şey için değil.”
“Eleştirel bakarım.”
Son dönem projelerinde sanırım en son “3 Kuruş” dizisinde rol aldınız? Yeni bir projeniz var mı?
“Yeni projem biraz gecikti herhalde. Bir diziden teklif aldım. Güzel konuştuk, hepsi tamam ama olacağını sanmıyorum. Bir de aslında heyecanla beklediğim ve hayranı olduğum bir yönetmen Yüksel Aksu’nun projesi var. ‘Bak Postacı Geliyor’ filmi. Orada da postacı karısının yaşlılığını oynayacaktım. Çok güzel bir iş olacak ama o da biraz gecikmiş. İnşallah, Yüksel Beyin filmini bir an önce çekeriz. Çok sevdim çünkü.”
Metin Erksan sinema için çok değerli bir isim ve sizin sinemaya adım atışınız bu dönemin en önemli sinema yönetmeniyle olmuş. “Gecelerin Ötesinde” filmiydi sanırım değil mi ilk projeniz?
“Doğru, ‘Gecelerin Ötesi’ ile başladık. Metin Bey herkese sinemayı öğretti. Çok iyi bir hocaydı. Bir sahneyi 6-7 kez çekerdi. Sonra kopyaları bütün ekiple birlikte seyrederdi ve (Erksan) sorardı ‘Hangisini seçeyim?’ diye. Bakıyorum ilk oynadığımda daha bir heyecanlıyım. Oyunu o kadar beğenmiyorum, ikincide oturtmuşum orada güzel oynamışım. Üçüncüde aynı oyunu vermişim. 4-5-6 enerji düşmüş. Benim oyunum o kadar iyi değil, ben görüyorum onu. Söylüyorum, ‘İkinciyi seçin.’ ‘Hayır, onu seçemem.’ diyor. Niye? diyorum. ‘Çünkü bak orada beklemediğimiz bir şey geçmiş, bir kağıt geçmiş. Onun bağlantısını ben yapamam.’ diyor. ‘Peki, ne olacak yani?’ diyorum. Ben çocuğum ya. ‘Şu olacak, ben kaç kere çekersem hep aynı performansı göstermek zorundasınız. Çünkü ben ancak bütün şartların tamam olduğu, şaryonun titremediği, önünden kuş geçmediği, birinin geçip oradan el sallamadığı ve temiz olan sahneyi seçerim. Siz oynarken o olanları görmüyorsunuz ama ben görüyorum. Dolayısıyla altı kere çekiyorsam, altı kere en iyi oyununu vermek zorundasın. Hiçbir zaman performansını düşürmeyeceksin’ dedi. Sinemada benim öğrendiğim bu oldu.”
Başka çalıştığınız yönetmenlerden unutamadığınız hangi öğretiler var? Kimler var mesela hatıralarınızda?
“Hatıralarımda çok güzel bir anıdır, Yusuf Kurçenli’yle ‘Gönderilmemiş Mektuplar’da çalışırken senaryoyu aldım. Yusuf Bey çekimden 1-2 gün önce ‘Gel oturalım bir konuşalım.’ dedi. O da benim ne düşündüğümü merak ediyor. Benim içime sinsin ki iş olsun istiyor. Oturduk ondan sonra, ‘Söyle bakalım’ dedi. Vallahi benim bir şey benim dikkatimi çekti. Kadın oğluna ‘Sardunya yaprağı gibi kokardı benim oğlum diyor. İnsan, oğluna sardunya yaprağı gibi kokar der mi?’ dedim. ‘Bilmem. Benim annem bana öyle der.’ dedi. Öyle bir içime oturdu ki o. İşte o gecenin yüzünden ben o ödülü aldım. Birdenbire her şeye inanıyorsunuz. O kadar samimiydi onu söylerken. Hafif utangaçtı. Yani insanlar arasındaki duyguların açık olması çok önemli.”
1980’li yıllarda TRT’nin önemli dizilerinde de rol aldınız. O günlerde çekilen diziler, hatta Yeşilçam’ın oyunculuk performanslarıyla şimdiki dizilerin oyunculuk performansını kıyaslar mısınız?
“Kendini yetiştiren oyuncu harikulade oluyor. Mesela ben ‘Üç Kuruş’ta’ Uraz Kaygılaroğlu ile çalıştım. Muhteşem bir oyuncu, aynı zamanda muhteşem bir psikolog. Mesela şöyle bir şey yaşadık. Sette her şey, inanın her şey var. Yani bu kadar özenli bir set az bulunur, psikolog var, pedagog var. Çünkü 2,5-3 yaşlarında bir çocuk da oynuyor. Fakat çocuk bir ara akşamın bir saati yaklaştığı zaman ‘Ben oynamak istemiyorum.’ dedi. Çocuğu annesiyle babasının arasında yatağa yatıracaklar. Hayır, çocuk ağlıyor. Yatmak, oynamak istemiyor. Pedagog geldi, konuştu. Daha beter ağladı. Sonra psikolog koştu, çocuk daha beter ağladı. Annesi geldi, kulağına dua okumaya başladı. Çocuk hiç susmadı. Fakat biz sabaha kadar orada oturuyoruz, çocuğun keyfi gelene kadar bekleyeceğiz.
Uraz, hiç de karışan bir oyuncu değil. Ne denirse onu yapan bir oyuncu. ‘Acaba bu sahnenin yerini değiştirsek, çocuğu yatağa yatıracak yerde kanepede aramıza oturtsak gene aynı sahneyi çeksek ne dersiniz?’ dedi. Dinleyelim dedi çocuklar. Çok güzel, anne babanın arasına oturdu çocuk kanepede, aynı sahne çekildi. Sayesinde biz de kurtulduk hep birlikte sabahlamaktan. Oyunculuğunun yanı sıra aynı zamanda çok iyi bir insan sarrafı diyeceğim nerdeyse. Yahut çocuklara nasıl davranılacağını biliyor. Çok zeki ve çok iyi bir oyuncu.”
Evet, son dönemin genç, yetenekli oyuncularından biri.
“Ekin Koç da öyle. Onu mesela ‘Bizim İçin Şampiyon’ filminde çok beğenmiştim. Harikaydı. Yani bu arkadaşlar hem her türlü akrobasiyi hem her şeyi çok mükemmel bir şekilde yapıyor.”
Dizilerimiz yurt dışına satılıyor. Türk oyuncularında bir ilerleme ve derinleşme var. Eskisi gibi “Yönetmenin dediğini yapayım, ötesine karışmayayım” yaklaşımı artık yok gibi. Siz ne düşünüyorsunuz?
“Ben öyle düşünmüyorum. Sinema, dizi denen şey bütün dünyada aynı kulvarı takip ediyor anladığım kadarıyla. Oyunculuk açısından da senaryo açısından da. Bir yere gitmiştim Melek Sineması’nda, şimdiki Emek Sineması. Orada belgeseller gösteriliyordu film festivalinde. Bu belgesellerin içinde sinemanın geçirdiği evreler vardı. Vallahi Amerika’daki evre ile bizimkinin arasında pek fazla fark yok, senaryo açısından diyelim. Mesela şimdi bizde tam Yeşilçamlık iştir değil mi, kızla oğlan buluşacak, karşıdan karşıya geçerken bir tanesine araba çarpar filan. İşte orada da onlar vardı. Sonra bizde mesela seks filmleri furyası dedik, sade bizde değil, onlarda da varmış seks filmleri furyası. Hollywood yahut Avrupa sineması demeyeceğim. Zaten Avrupa sineması daima daha modern olarak başladı ama Amerikan sinemasında da var. Oradan filmler geliyor. Bizimkiler de onun bir yerde etkisi altında kalıyor doğal olarak ve o zamanki senaryolar ona göre oluyor.”
Aslında çok iyi ortak projeler yapılmaya başlandı. Türk sineması yurt dışında ödüller alıyor ve ortak projeler yapılıyor. İvme biraz daha yukarıya çıkmaya başladı diye düşünüyor musunuz peki?
“Gayet tabii. İletişimi evvelden de olabilirdi diye düşünüyorum. Ama şimdi iletişim çok daha fazla. Çekilen film, New York ile beraber anında burada da gösterilmeye başlıyor, 5 sene sonra değil. Evet, teknoloji budur.”
Geçmişten bu güne baktığımızda dizilerde hep rol aldınız, hatta son dönemlerde de. Hep oynuyor olmanız ne güzel.
“Olmadığı zaman da zaten tiyatroda oynadım. Pandemiden sonra Devlet Tiyatrolarındaki oyunumuz kaldırıldı. Bu sefer Mavi Kumpanya’da ‘Yıldızların Gölgesinde Ağlamak’ diye bir oyunda oynamaya başladım.”
“Oyunda kızım Güner de oynuyor. Diğer arkadaşlarımdan da çoğu değişti. Yani arada biliyorsunuz bu kadar az oynanınca öyle oluyor. 2 senedir oynuyoruz. Zaten Güner de bir arkadaşın değişmesi üzerine geldi.”
“Güner’in oyunculuğuna çocukluğundan beri hayranım”
“Harika.”
Oyunda sahnede karşılıklı birbirinizle oynuyor musunuz?
Peki kızınız Güner’in oyunculuk performansını nasıl buluyorsunuz?
“Vallahi ben Güner’in oyunculuğuna çocukluğundan beri hayranım. Zaten o da akademiye gitti, okudu. Ben, ‘Senin konservatuvara gitmen lazım.’ dedim. İlla akademiye gitti. Demek ki bu tiyatrocuların içinde hep bir ressam olma arzusu ve bağlantısı var.”
Allah rahmet eylesin, babası Münir Özkul’a da çok benziyor, değil mi?
“Çok benziyor.”
Görsellik anlamında ona benziyor ama hayat yolculuğunda biraz da size benzemiş sanki akademiyi seçmek konusunda?
“Bana değil, babası çok istiyormuş akademide okumasını. O da resim meraklısıydı.”
“Münir evet. Eski tabloları falan biriktirirdi, çok değerli resimleri vardı. Sami Yetikler, şunlar bunlar.”
Anneanneniz Fatma Aliye Hanım, 50 lira banknotların arkasındaki ilk kadın romancımız, çevirmen, tarihçi, aktivist ve yurt dışında çevrilen “Nisvan-ı İslam” ve “Udi” gibi önemli eserlere imza attı. Kadın haklarını romanlarında savunan ve kadınların ayakları üzerinde geleneklerini koruyarak durmasını anlatış biçimini, torunu olarak sizde de görüyoruz hayatınıza baktığımızda.
“Aman efendim lütfettiniz.”
Koşuşturmalı ve savaşçı hayatınız biraz anneannenizden geliyor olabilir. Anneanneniz sizin için ne ifade ediyor?
“Olabilir ama anneannemi aslında ben hiç tanımadım. Çünkü anneannem öldükten sonra annem ancak sağa sola bakmaya başlamış. Yani daha önce annesine o kadar hayranmış ki, çok güzel bir kadın olmasına rağmen kendini tamamıyla annesine vakfetmiş. Dolayısıyla hiç başka tarafa bakmayı, bir evlilik yapmayı düşünmemiş. Ancak anneannem vefat ettikten sonra babamla tanışıp evlenmeye karar vermişler. Valla anneannemin anlatılan hikayeleri arasında, mesela Şikago’ya romanını yollamak istiyormuş. Şikago sergisine katılmış biliyorsunuz. Öyle bir şey yapması yasak. Kayığa binip başka bir kayıktaki adama emanet etmiş kitabını. Muhadarat olabilir, emin değilim. Ama dediğim gibi kayığa binip bu iş yasak olduğu halde Amerika’ya eserini yollamak için emanet edecek, denizin üstünde teslim edecek kadar da atılgan. Mesela anneannem halk hareketlerinde feminist ve aktivist olarak yer almış. Hatta çocukları da alıp götürüyor toplantıya. Annem anlatırdı, toplantılar ve konferansların bir tanesinde Refi Cevat Ulunay’ın annesi şişman bir hanım, itiş kakış esnasında düşüyor, kadıncağız devriliyor. Çarşafın içinden bir tas ve bez çıkıyor. ‘Bu ne?’ diyor annesine. ‘Ne yapalım, buraya gelmek kefenini ve tasını yanına alarak olur kızım.’ diyor anneannem.”
“Benim kahramanım dedem”
Ailenizdeki isimler tarihe damgasını vurmuş isimler ve bir röportajınızda Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa’nın yeğeni Faik Paşa için “Tanımadığım dedem benim kahramanım.” diyorsunuz.
“Evet Gazi Osman Paşa’nın yeğeni dedem. Osman Paşa Plevne Muharebesi sırasında,16 yaşında (dedemi) kaçırmak istiyor, at arabasının altına sokuyor. Hani ‘Çocuğu buraya kadar getirdim, bari kurtulsun, çarpışmaya girmesin.’ diyor. Bacağına yabayı (çatal biçiminde, ahşap tarım aracı) batırıyorlar, surları aştıktan sonra. Bacağına isabet ettiği halde gıkını çıkarmıyor.
Bir de onu Rus Çarına taç hediye etmek üzere Rusya’ya yolluyorlar. Fakat treni haydutlar basıyor, tacı almak istiyorlar, dayanıyor vermiyor. Bu sefer sağ kol kırılıyor ama vermiyor. Çar’ın huzuruna çıkacağı zaman tacı saklıyor, atı sol eliyle kullanıyor. Soruyorlar ‘Sizde adet sol el mi?’ ‘Efendim küçük bir kaza geçirdik.’ diyor. Pelerinin altında taç saklıyor, göstermiyor. Sonra bunun üstüne Rus Çarı ödül olarak 1,5 ay Meç okuluna yolluyor dedeyi. Ağrı eşiği çok yüksek bir adammış anlayacağın. Evet, benim kahramanım dedem.”
Okuyucularımıza, sizi izleyenlere, sevenlere söylemek istediğiniz bir şey var mı?
“Kucak dolusu sevgiler. Teşekkür ederim efendim. Sağ olun.”
Kaynak: AA
Copyright © Tüm hakları saklıdır. Merjam.com – Copyright 2021 | Codlio
3D tasarım ajansı Ertesi gün ilacı