Bu haberi arkadaşlarınla hemen paylaş!
Asıl adı Aleksey Maksimoviç Peşkov olan 19. yüzyıl Rusya’sının Altın Çağı diye adlandırılan döneminin en önemli sosyalist gerçekçi yazarı, 5 yaşındayken babasını kaybeder ve dedesi ile büyükannesinin yanına taşınır. Annesinin de kendisini terk etmesiyle birlikte dedesi ve kalabalık olan ailesinin yanında yaşayarak, türlü zorluklarla mücadele etmek zorunda kalır.
8 yaşında çalışmaya başlamak zorunda kalan yazar, çektiği yoksulluk ve acılar sebebiyle Rusça’da acı anlamına gelen ‘‘Gorki’’ takma adını kullanmaya başlar. 19. yüzyıl Rusya’sında yaşamış sosyalist yazar M. Gorki, 24 yaşında Kafkasya gazetesinde yazmaya başladıktan 3 yıl sonra bir dergide yazdığı “Çelkaş” adlı öyküsü ile ünlenir. Adlarından söz edilmeyen pek çok hikâye ve roman yazar. İlk dönem romantik eserlerinin yanı sıra son dönemde daha da şekillenen siyasi görüşleri sebebiyle sosyalist eserler vermeye başlar. Küçük yaşta çalışmak zorunda kaldığı ağır işler neticesinde Sosyalizme bağı gittikçe kuvvetlenir. 1902 yılında Rusya Edebiyat Akademisine seçilmesine rağmen, Çar II. Nikolas izin vermez. Bu tavrı protesto edenler arasında Anton Çehov da vardır. 1906 yılında Rus Devrimi’ne adadığı “Ana” isimli romanı en başarılı eseri olarak kabul edilir. Çar Rejimine karşı çıktığı için pek çok kez tutuklanan Gorki, şiddetli baskılara maruz kalmıştır. Lenin’le yakın bir dostluk kurmuş, 1905 olaylarına doğrudan doğruya katılmıştır. “Kanlı Pazar” olarak bilinen işçi hareketi sonrası yazdığı bir bildiri nedeniyle tutuklanır ancak Rusya’da ve Batı Avrupa’da onun için gösteriler yapılması üzerine serbest bırakılır. 1905 yılında girdiği Bolşevik Partisi’nin yayın organı olan Yeni Yaşam Gazetesi’nde işçilerin örgütlenmesine katkıda bulundu. Silahlı işçi birliklerini maddi olarak destekledi. 1906 yılında gizlice Amerika’ya gitmesine rağmen, 1913’te geri döner. Lenin’in devrim hareketini erken bulduğu için fikir ayrılıkları yaşarlar. Lenin ise Gorki ile arasının açılmasını istememiş, onu ikna etmeye çalışan çokça mektup yazmıştır. Siyasi birçok mücadele sonrasında 1932 yılında Stalin kendisini ülkeye dönmesi konusunda ikna eder. 1935’te oğlunun şüpheli ölümü ardından 1936’da kendisi de aynı şüpheyle ölür. Zehirlendiği söylense de ispatlanamaz. Ancak 1938’de Buharin mahkemesinde NKVD ajanları tarafından öldürüldüğü itiraf edilir. Erken dönemde verdiği romantik eserlere karşılık; bütün bu çalkantılı hayatını, daha da derinlerini yazdığı realist üçlemeden takip etmek mümkün.
• Çocukluğum
• Ekmeğimi Kazanırken
Çocukluğum – Maksim Gorki
“Kalmuk Suratlı olabilirim. Yahut tuzlu kulak. Yahut bir Perm’li de olabilirim. Veya bir kopil. Dinsiz, imansız da olabilirim. Ama bunların hiç birisi çocuk olduğum gerçeğini değiştirmez.”
Gorki’nin hayatını anlattığı üçlemesinin ilk kitabı olan “Çocukluğum”, yazarın zihnine kazınmış acılarla dolu çocukluk dönemi anılarını anlattığı eseridir. Orijinal ismi “Detstvo” Rusçada çocukluk demektir. Oysa çevirmenler “Çocukluğum” olarak çevirmiş. İki kelime arasında teknik olarak yalnızca bir ek değişikliği söz konusu olsa da anlam olarak çok farklı göndermelere sahipler. “Çocukluk” ötekileştirilmiş, kendisinden uzaklaştırılmış, altında hiçbir duygusal gönderme içermeyen, duygusuz bir kelime. “Çocukluğum” içinde merhamet, şefkat barındıran, hep hatırlanmak istenilen anıların olduğu bir döneme gönderme yapar. Oysa Gorki, kasıtlı olarak “Çocukluk” demiş. Alt sınıfın acımasızlığı içerisinde sert dünyasını adım adım izleyeceğiniz bu kitapta, ilk akla gelen soru neden bunları yazdığı. Yaşadıklarının altına gizlenmiş, yaşanmamış bir çocukluğun duygudan uzak, soğuk bir tavırla dile gelişi gibi…
Çocukluğa Dair…
Çocukluğuna dair ayrıntılara ilk olarak babasının öldüğü gün ile başlar. Hikâyenin geri kalanından anladığımız kadarıyla, kitap bu anıyla başlasa da çocukluğu o anıyla son buluyor. Ondan sonrası kendisi için hayli zor, sıkıntılı olmuş. O günlerden etkilendiği bir başka sahne de, babasının defnedildiği vakit. Babasının toprağa konmasından ziyade onu etkileyen, mezarın içinde ölüme terkedilen kurbağalar olmuş. Annesiyle birlikte büyükannesinin ve dedesinin yanına taşınmak zorunda kalan Gorki’yi bundan sonra çalkantılı günler karşılamış.
O günlere dair en çok kafa karışıklığı Tanrı ile alakalı olmuş. Dedesinin ve ninesinin Tanrıları aynı değildi. Kilisede papazın duası dedesinin Tanrısına, koronun duası ninesinin Tanrısına ediliyordu. Dedesinin katılığı ile özdeşleşen Tanrı ile ninesinin merhametli Tanrı’sı arasında gidip gelen Gorki, hayatının geri kalanında hangisine yer verecek?
Yoksa babası henüz ölmüş bir çocuğa zorla ettirilen “Göklerdeki Babamız …” diye başlayan dualar onu inançsız bir hayata mı sürükler?
Hem dövülen, hem de kendisine gösterilen şefkat kırıntıları arasında bocalayan, annesinin onu ayak bağı olarak görüp terk ettiği, ailede tek sevdiği Çingene’nin ölümü, ardından yengesinin ölümü ile ölüme duyduğu tepkisizlik içerisinde bir çocuk. Öğreneceği çok şey olan, ninesinin peri masalları eşliğinde korkunç hayatının ızdırabından az da olsa sıyrılabilen küçük Aleksey…
Kimin duası daha makbuldü? Hayvanlara Hristiyan isimler takılır mıydı? Öğrenecektim hepsinin cevabını!
Ekmeğimi Kazanırken – Maksim Gorki
“Bu pencereler ne çok şey sundu bana! Oralarda insanların dualarına, öpüşmelerine, çekişmelerine, iskambil oynamalarına, usulca, kaygılı konuşmalarına tanık oldum… Panayırlarda bir köpeğe seyrettirilen manzara resimleri gibi, balıklarınkine benzeyen dilsiz bir yaşam seriliyordu gözlerimin önüne.”
Üçlemenin ikinci ve en hacimli olanıdır. Dedesinin ilk kitabın sonunda “Var git insanlara karış!” deyişi ardından hayata karışmasını, 15 yaşına kadar çalışmasını, o dönemde yaşadığı sıkıntılarını, ekmeğini kazanırken neler yaşadığını anlatır.
Ağır işlerde çalışıp hayatını kazanmaya çalışırken hep mutsuz, hep tatsız bir karaktere dönüşen Aleksey, karşı konulmaz bir okuma isteği içerisinde bulur kendini. Bir yandan ölesiye çalışarak bir yandan da kitap okuyarak büyük bir savaş verir. Mutlu olamadığı çalışma hayatı sırasında giriştiği kavgalar, hep baskın olma ihtiyacı, kavgayla kendini ispatlama çabası; olmayan, yaşanmayan çocukluğun izleri gibi…
Kendini, hayatını, içinde yaşadığı bu hayatı anlamlandırmaya, anlamlı bir şeyler bulmaya çalışır. Çok küçük yaşta bırakıldığı bu hayatta ayakta kalmaya çalışırken, şahit oldukları ile bizi 19. yüzyıl Rusya’sının sınıfsal mücadelesine götürür. Çocukluğunda şahit olduğumuz ve kafasında bir türlü çözemediği Tanrı ile bu inanca karışmış batıl inançların egemenliğinde hayata tutunmaya devam eder. Ancak karşısında ya insanların karşı çıkışını yahut Tanrı’nın yasaklarını bulur. Dini, Hristiyanlığı Marksizm ile özdeşleştirmesi genel itibariyle kendisi açısından bir eleştiri noktası olsa da, çocukluğunu okuyunca bunu pek de yadırgamamak gerekir. Küçüklüğünden bu yana şahit olduğu kadınlara yapılan kötü muamele aşkla birleşince bu kitapta sorgulanan başka bir husus olarak karşımıza çıkıyor.
Kitap Karakterlerini Gerçek Hayata Uyguluyordu
Karşı konulmaz bir okuma isteği, bir okuduğunu tekrar tekrar okumak arzusu kendisinde öyle bir gelmişti ki kitaplardaki karakterleri gerçek hayatta karşısına çıkan insanlarla bağdaşıp bağdaşmadığını sorgular olmuştu.
“Bu kitaplarda cani ruhlu, alçak, aşağılık insanlar anlatılırken onlardaki bu anlaşılmaz acımasızlığın, benim çok sık tanık olduğum ve iyi bildiğim insanları küçük görme, aşağılama, onlarla alay etme eğilimlerinin üzerinde pek durulmadığı dikkatimi çekiyordu. Kitapların acımasız kişileri, işleri, çıkarları gereği acımasızdırlar; onların niçin acımasız olduğunu hemen her zaman anlayabiliyordunuz. Oysa ben hiçbir amacı, anlamı olmayan acımasızlıklara tanık oluyordum; hiçbir çıkar beklemeksizin, salt eğlenmek için acımasız davranışlar sergiliyordu bizde insanlar.”
Realizm akımının güçlü örneklerinden olan Gorki, Okuduğu kitaplardaki karakterleri gerçek hayatta karşılaştığı insanlarla karşılaştırırken, bu kitaplara kutsal kitapları da dâhil eder. Kutsal kitaplarda öğrendiği din adamlarının gerçek hayatta ne kadar karşılığı var?
“Kitaplardaki din adamları da benim bildiğim din adamlarına benzemiyordu; insanlarla daha bir ilgili daha bir candandılar.”
“Edebiyat Yaşamım” adlı eserinde kitaplarla nasıl tanıştığını, nasıl kendisini etkilediğini detaylı olarak anlatmış.
“Her kitap, önümde yepyeni ve yabancısı olduğum bir dünyaya açılan bir pencereymiş gibi geldi bana. Daha önce hiç tanımadığım, bilip görmediğim ilişkilerden, düşüncelerden, duygulardan ve insanlardan söz ediyordu kitaplar. Bunu anladığımda duyduğum şaşkınlığın büyüklüğünü yeterince canlı ve inandırıcı bir biçimde anlatamayacağım size belki de. Çevremdeki yaşam, her gün olup biten kaba, acımasız ve aşağılık şeyler… Sanki bütün bunlar gerçek değilmiş ya da gereksizmiş gibi geldi bana. Gerçek ve gerekli olan şeyler, içinde her şeyin daha mantıklı, daha güzel ve insancıl olduğu kitaplarda bulunabilirdi yalnızca. Kitaplarda da insanların bunalımından, aptallıklarından ve çektikleri acılardan söz ediliyordu; evet, kötü, kinli insanları da anlatıyordu kitaplar, ama bunların yanı sıra, daha önce benzerini bile görmediğim temiz, doğru sözlü, sağlam kişilikli, güçlü ve hakikatin utkusu ya da yiğitliğin güzelliği uğruna kendi öz canlarını vermeye hazır insanlar da vardı onlarda.”
“Ekmeğimi Kazanırken”, gerçekçi bir yazarın sosyalist bakış açısıyla ele aldığı; dini, Hristiyanlığı, dine karışmış mitolojiyi, kadının ne olması gerektiği, ona nasıl davranılması gerektiği, işçinin, emeğin ne olduğu gibi pek çok konuyu otobiyografik bir zeminde incelediği bir eser, dili ve üslubu gayet açık, akıcı. Okumakta tereddüt etmeye gerek yok.
Benim Üniversitelerim – Maksim Gorki
“Böylece Kazan Üniversitesine okumaya gidiyorum –işte bu kadar!”
Otobiyografik üçlemenin son kitabında, üniversite okumak için Kazan’a gider ancak üniversite öncesinde alması gereken eğitimi tamamlayamadığından üniversiteden kabul görmez. Bu nedenle kendi deyimi ile hayat üniversitelerinde eğitimini tamamlamıştır.
Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” eserinde Selim karakteri için ayrı bir öneme sahip olan bu eserde, yazarın karşısına çıkan her durumu bir üniversite gibi görüp, mutlaka öğrenecek bir ders çıkartması konu edinmiştir. Diğer iki romandaki üslubuna karşı bu romanda daha sakin, daha iyimser bir hava vardır. Karakterler de ilk iki eserdekine karşılık daha iyi tiplerdir.
Aleksey için çalıştığı her iş, karşılaştığı her insan, başına gelen her olay onun üniversitesidir. Fırınlarda, bakkallarda, kitapçılarda çalışıp, çatı katlarında yaşamak zorunda kalan, yoksulluğun en zorlu şartlarında bile mücadeleden vazgeçmeyen bir kahramanı okuruz bu eserlerde. 19. yüzyıl Rus yazarlarında sıkça karşılaştığımız, özellikle Tolstoyvâri bir bakışla, empoze edilmeye çalışılan dinin, Hristiyanlığın, gerçek değerle ne kadar örtüştüğü tartışması kitabın ana zeminini oluşturur. Dinde yaşadığı bu çatışma Tolstoy’unkine benzese de “Edebiyat Yaşamım” adlı çalışmasında Çehov Tolstoy’un kendisine; “Neden bilmem ama şu Gorki’ye kanım kaynamadı bir türlü. Suler’in onunla aynı evde oturması hiç hoşuma gitmiyor. Gorki çok kötü bir insan. Zorla rahiplik andı içmiş bir ilahiyat öğrencisine benzetiyorum ben onu.
Bütün dünyadan yakınan bir rahip, bir casus ruhu var bu adamda. Bir yerlerden kalkmış, Kenan Diyarına gelmiş, tanımadığı bilmediği bir ülkeye konmuş, boyuna bakınıyor, sürekli izliyor, hiçbir şeyi gözden kaçırmıyor.
Sanki bir tanrısı varmış da, ona gidip rapor verecekmiş gibi. Evet, tanrısı var. Ve bu tanrı, bir canavar. Hani şu köylü kadınların ödünü koparan su aygırlarından… Ya da bir orman canavarı.” dediğini aktarıyor. Tolstoy’un bahsettiği bu Tanrı örneklendirmesi, Gorki’nin eserlerinde daha çok dedesinin Tanrı’sına benziyor.
Tolstoy ile Süregelen Çekişmeler
Tolstoy’la aralarında bitmeyecek gibi görünen bu çekişmelerin nihayetinde, adı geçen eserinde Tolstoy’a dair aldığı notlardan birbirlerinden etkilendikleri de seziliyor:
“Budist yazmalarını okumamı önerdi. İsa ve Budizm üzerine konuşurken garip bir duyarlık sezilir tavırlarında. Sözlerinde ne acınasılık, ne büyük bir kendinden geçmişlik, ne de yürekten sıçrayan bir kıvılcım görülmezdi.
Anlatılması güç bir duyarlıktı bu… Yanılmıyorsam, İsa’yı zavallı, acınası bir yaratık olarak görüyor, bazı yönlerden ona hayranlık duyuyor ama sevdiği söylenemez. Ve sanki İsa bir Rus köyüne gelecek de, kızlar ona gülüp alay edecek diye ödü kopuyor …”
Kazan’a geldiğinde bir süre Evreinov’un ve onun fakir ailesinin yanında kalan Maksim, onlara daha fazla yük olmamak için evden ayrılır. Bir gece redaktörü gazeteci ile gece gündüz nöbetleşe kullandıkları tek göz odada kalacaktır. Kendi deyimiyle “Bu yarı Tatar kentte”, o dönem bir fırında çalışmaya başlayan Gorki okulu aksatmamak için elinden geleni yapar. Derenkov isimli bir kolu olmayan bir bakkalın dükkânındaki gizli bölmede ise Rusya için endişelenen öğrenci ve devrimcilerle buluştuğu bir kütüphane vardır. Gorki, ciddi bir kütüphaneye sahip bu yerin müdavimlerinden olur.
Başka Bir Üniversiteye Yolculuk
Gorki, “Benim Üniversitelerim” kitabının bir bölümünde bazı derslerden çok sıkıldığını ve içinden Tatar mahallesine kaçmak arzusu duyduğunu ifade eder. “İçimden çok değişik, ama namuslu bir yaşantı süren, Rusça’yı gülünç denecek kadar tuhaf konuşan iyi yürekli ve güler yüzlü insanların yaşadığı Tatar mahallesine gitmek arzusu geçiyordu. Akşamları uzun minarelerin tepelerinden müezzinlerin sesi onları camiye davet ederdi; Tatarların hiç bilmediğim, benim sürdürmekte olduğum ve bana zevk vermeyen yaşantıdan ayrı, çok değişik bir yaşantı sürdüklerine inanıyordum.”
Ekmekçilik yaparken, “Soylu Kızlar Enstitüsüne” çörek taşıdığı zamanlarda ellerine tutuşturulan pusulaları okuduğunda, açık saçık sözlerden dili tutulacak kadar mahcup, Darwin yahut Hz. İsa’yı sorgulamadan kabul etmeyecek bir kişilik olan Gorki kitabın sonunda kaçak olarak bindiği gemiyle uzaklara gider. Başka bir üniversitenin, başka bir dersine doğru hareket eder.
Copyright © Tüm hakları saklıdır. Merjam.com – Copyright 2021 | Codlio
3D tasarım ajansı Ertesi gün ilacı