Bu haberi arkadaşlarınla hemen paylaş!
Psikoloji bir duygu vaat etmez ama o duyguyu üretebilecek alt yapıyı kişiye sunar, o alt yapıya hazır olduğuna onu ikna eder ve gücünün farkına varmasını sağlar.
“Psikoloji bireye yeni yollar geliştirmesini, bir yola çıktığında yoluna ışık tutmayı, kişilik olarak kendi örüntülerini anlamayı ve hayatını daha iyi yerlere nasıl yönlendirebileceğini vaat eder. Ama bunu garanti etmez. Çünkü birey kendini ve toplumu tanıyarak çaba göstererek ancak kendisi yapabilir bunu. Şunun gibi düşünün; biz bağışıklık sistemimizin ne kadar güçlü ya da zayıf olduğunu bilmeyiz. Ancak bir hastalıkla karşılaşınca bunu anlarız. Dolayısıyla mutluluk konusunda bir sağlama yapmak için bunları nirengi noktaları olarak düşünmemiz lazım.” diyen Psikolog Serap Duygulu, mutluluğa dair önemli noktaların altını çiziyor.
Hayat boyu onu arıyoruz. Bazen bizden kaçtığını düşünüyoruz. Dur durak demeden kovalıyoruz. Zaman zaman onu laboratuarlara yatırıyoruz. Üstüne dakikalarca hayal kuruyoruz. Saatlerce onu konuşuyoruz. Ona dair formüller türetiyoruz. Nedense onu yaşarken değil, sonradan hatırlıyoruz… “Mutluluk” konusunu Psikolog Serap Duygulu’yla hayatımızın her alanına sirayet eden teknolojinin ve medya araçlarının biçimlendirdiği günümüz bireyleri etrafında ele aldık.
Mutluluk konusuna nasıl yaklaşırsak onu daha doğru kavrayabiliriz?
Mutluluk incelenebilen bir şey değildir ya da onun deneysel laboratuvar çalışmaları her zaman beklediğimiz gibi gelişmez. Mutluluk, kişiye göre değişir. Günümüzde çok fazla üzerine konuşuluyor çünkü herkes mutsuz. Hep bir arayış içindeyiz. Kişisel gelişimciler, kuantumcular, televizyonlarda özel yayınlar mutluluğu konuşuyor. Olumlama, evrene enerji gönderme gibi çok çeşitli kavramlar çıktı son yıllarda. Hepsi aslında kişinin varoluşunu arayış sebebi. Mutluluk o kadar göreceli o kadar değişken bir şey ki sadece kişinin kendi yaratacağı bir şey.
Nerede yanılıyoruz?
Yanıldığımız nokta şu; mutluluğu dışarıdan bir şey sanıyoruz. Gurular, erenler, filozoflar hep özüne dön, mutluluğu da mutsuzluğu da kendinde ara, der. Biz mutluluğu birilerine bağlama, birilerinde arama gibi bir yanılgıya düşüyoruz. Mutluluk; dışarıda değil, şeylerde değil, nesnelerde değildir. Somutlaştırmak istediğimiz için mutluluğu bunlara bağlıyoruz. İnsan beyni somut olanı ister, kavramları sevmez. İşte o somut olanı da göremediğimiz zaman boşluğa düşüyoruz.
Peki, nasıl iyi hissettiğimize, mutlu olduğumuza inanacağız?
Başkalarından aldıklarımızla değil, başkalarına verdiklerimizle yapabiliriz bunu ancak. Hayatla ilgili sorumluluk almak ve başka insanların hayatında değer oluşturmak mutluluktur. Eşyalar, şeyler, nesneler, kişiler mutluluk getirmez. Huzur verir ama kalıcı değildir. Mutluluk tamamen kişiyle ve kişinin kendinde o sürdürülebilir duyguyu sağlayabilmesiyle ilgilidir.
Günlük hayatta küçük şeylerin karşılığı olarak “Mutlu oldum” ifadesini kullanıyoruz; sevdiğimiz bir filmi seyredince, bir dostumuzla görüşünce, sevdiğimiz bir yemek yiyince… Öte yandan da yaşam gibi senelere yayılan upuzun bir serüven söz konusu. Buradan baktığımızda mutluluk ânlara dair bir şey mi; yoksa yaşadıklarımız toplamıyla ilgili olarak geniş bir süreci mi kapsıyor?
Mutluluk, mutsuzluk olmadan anlaşılabilir bir şey değildir. Bir şeyin zıttı olmadan o şeyi anlayamayız. Mutluluk sürekli olduğu zaman anlamı kalmaz. Sağlığımızın kıymetini de sağlıksız olduğumuzda anlayıveririz. Sağlıklıyken, sağlıklı olduğumuzun kıymetini bir kenara bırakır başka ufak mutsuzluklarda boğuluruz. Rutininden sapana kadar sahip olduğumuz mutluluğu fark etmiyoruz maalesef. Ölüm konusunda da böyledir, sevdiklerimizin kıymetini onları kaybedince anlarız. Dolayısıyla mutsuzluk olmadan mutsuzluğu anlayamayız. Mutluluğun sürdürülebilir olması derken mutluluğun aynı veya giderek artan bir tempodaki varlığından bahsetmiyorum, onu üretebilecek kapasitede olmaktan söz ediyorum. Bunun bilincinde olup sahip olduğumuz ya da hedeflediğimiz şeylere ulaşma yolundaki gayretimizden bahsediyorum.
“İNSANLAR ARTIK BİRBİRİNİN GÖZLERİNE DEĞİL EKRANLARA BAKIYOR’’
Dünyada depresyon oranlarını giderek artıyor. Dünya mutsuz mu?
Kimi oranlara göre dünya nüfusunun yüzde 70’inden fazlası antidepresan kullanıyor deniliyor. Çevremizde gördüğümüz olumsuzluklara baktığımızda insanların ruh hâlinin çok bozuk olduğu şeklinde sarsıcı açıklamalar duyuyoruz. Bölgesel araştırmaların yanında bütün dünya için genellerken durumu çok dikkatli olmalıyız. 95 ve sonrası doğan K jenerasyonu dediğimiz kuşak çok mutsuz, aynı zamanda karamsar kuşak olarak tanımlanıyor. Dünyanın gidişatının son derece olumsuz dönemine denk geldiler. X kuşağı sahip olduğu sınırlı kaynaklarla mutlu olan, değerini bilen ve ona sahip çıkan bir kuşaktı. Bizden önceki kuşak, anne babalarımız ise savaş sonrası birtakım yokluklarla dünyaya gelmiş ve dolayısıyla X kuşağına çok fazla imkân tanıyamamıştı. Bizler ebeveyn olduğumuzda “Annem babalarımız bize birçok imkânı veremedi, biz kendi çocuğumuza her şeyi verelim” dedik. Eskiden “İhtiyacın kadar” derdik, şimdi “İstediğin kadar” diyoruz. Her şeyi o çocukların ihtiyacı bile olmadan onlara verdiğimiz için sahip olduğunun değerini bilmeyen, hak etme kavramını tanımayan bir kuşak yarattık.
K jenerasyonu dediğiniz kuşak da pek çok sıkıntının içine doğmadı mı?
Doğru. 95 kuşağı daha önceki kuşaklarda kendi akranlarının tanık olmadığı pek çok olumsuzluğa tanık oldular. Savaşlar, terör olayları, göçler, küresel değişimler, iklim bozuklukları, iş hayatında korkunç rekabetler ve eğitimde bile farklı olumsuzluklar. Geçmişte de savaş yıllarında doğan bir kuşak vardı ama o zaman internet yoktu, yirmi dört saat çevrimiçi değildik. Olanı biteni iki üç gün sonra çıkacak gazetelerden öğrenirdik o da sınırlıydı veya ajans denilen belli yerlerdeki radyolardan haberler ulaşırsa ulaşırdı ancak. Oysa günümüzde yeni nesil, elindeki mobil cihazlarla her şeyden kolaylıkla haberdar oluyor. Artık elimizdeki mobil cihazlar sayesinde bir odadan uzun müddet çıkmadan tüm ihtiyaçlarımızı karşılayabiliyoruz. Alışveriş yapabiliyoruz, yemek siparişi verebiliyoruz, arkadaşlarımızla sosyalleşebiliyoruz, televizyon izleyebiliyoruz. Dolayısıyla kalabalıkların içinde yalnız bireyler hâline geldik. Sanal ortamda kalabalıklardaymışız gibi olsak da bizleri besleyen o hakiki duyguyu alamıyoruz. Artık birbirimizi dinlemiyoruz. Oysa insanı besleyen duygudur. Yani göz teması, tensel temas, aynı atmosferde bulunmak, birbirimizi iyi anlamak, kendimizi iyi ifade edebilmek çok önemlidir sağlıklı bir iletişimde. Günümüzde bir kafeteryada bile insanlar artık birbirinin gözlerine değil ekranlara bakıyor. Oysa hayat dışarıda.
Dijital ekranlarda bizi bu kadar çeken şey nedir ve mutluluğumuza hizmet etmesi açısından dengeli kullanabiliyor muyuz?
Sanal ekrandaki insanların hayatlarına dikkat edin orada herkes çok mutlu görünür. Herkes çok yakışıklı ve güzeldir, herkes çok zengindir ve konforlu hayatlar yaşıyorlardır. İşte artık büyük oranda oraya baktığımız için bizim mutluluk kavramımıza dair her şey değişti. Düşünsenize kişiler hastalanıyor, bir bakıyorsunuz kolunda serumla fotoğrafını sosyal medya hesabından paylaşıyor. Hatta cenazelerinin fotoğraflarını bile paylaşıyorlar. Oysa bireyin orada bulunma sebebi manevi bir amaç, dua etmek, birini anmak… Böylesi bir amaç için oradayken insan fotoğrafını çekip kitlelerle paylaşmak niyetiyle nasıl böyle bir dünyevi kaygıya düşer?
Neden sizce?
“Ben bir üzüntü yaşıyorum, çok mağdurum, çok mutsuzum, hadi bana yardımcı olun, hadi bana destek olun” diyorlar böylesi bir davranışla. İşte bu da bir mutluluk arayışı. O paylaşımın ardından da yorumlar, beğenmeler geliyor. O trajik hâlin içinde başkasının beğenisini elde edip ondan mutlu olmak gibi bir seçim yapıyor. Sosyal medyada bireyin tanımadığı insanların onu takip etmesini istemesinin nedeni de mutluluk arayışı. Dijital anları yakalarken gerçek zamanı kaybediyor birey.
Çoğu düşünür ve psikoloji alanında çalışan isimlere baktığımızda mutluluk kavramını ‘‘Erdemli olmaya’’ bağladıklarını görüyoruz. Mutluluğun erdemle nasıl bir ilişkisi var?
Erdem; ahlaki, vicdani en temelde insani değerlere sahip olmaktır. Bunu da hem çocuklarımızı bunları vererek büyütmeliyiz hem de toplumsal değerleri sahiplenerek yapmalıyız. Fakat o noktada ilginç bir şey var, toplumsal değerler de değişiyor. Bundan 20 yıl önce önemsediğimiz şeylere bugün bu neymiş diyoruz. Örneğin, restoranların yanından geçerken içerde yemek yiyenleri göremezdiniz, dantel perdeler olurdu restoranlarda. Şimdi ise sokaklara kurulmuş masalarda yemek yiyoruz. Önceden olan vardır olmayan vardır aman dikkat edelim, derken şimdi bak neler yiyorum, diye sosyal medyada sofra paylaşmalara geldik. Aynı yüzyıl içinde bu ve benzeri değişimler çok fazla artık giderek aradaki mesafe daha da açılıyor. Dolayısıyla erdem derken o değerler bile yozlaştırılıyor. Bizim her türlü teknolojik gelişmeye rağmen değerlerimize sahip çıkmalıyız. Japonya buna bir örnektir. Orada birbirlerinin mahrem alanlarına saygılıdırlar, doğrudan göz teması kurmazlar, başka insanlara çok şefkatlidirler. Toplu taşıma kültürüne bile yansımıştır bu nezaket. Biz teknolojik gelişmeler konusunda değerlerimiz olmasa da olur, tekniği yakalayalım, teknolojide iyi olmak başarılı olmaya yeter sanıyoruz. Erdem olmadan tüm bunlar temelsiz bir yapı olur. Çocuklarımıza “Sen herkesten ve her şeyden önemlisin” derken devamında, “Bir başkası da en az senin kadar önemli ve değerli” demeliydik. Erdem işte burada yatıyor.
‘‘MUTLULUK POTANSİYELİMİZİN FARKINDA OLMALIYIZ’’
Mutluluk ne kadar fizyolojimizle ne kadar psikolojimizle ilgili?
Beynin bazı bölgelerinde mutluluk hormonunu üreten yapılar var. Önce beyin harekete geçiyor ve mutluluk hormonunu öyle mi üretiyoruz yoksa dışarıdan dışsal bir şey alıyoruz ve ondan dolayı mı beynimiz mutluluk üretiyor; işte bunun cevabı net olarak yok. Her iki tarafta da olan görüşler var ama sonuçta ikisinin de birbirini etkilediğini biliyoruz. Psikolojimizde hissettiğimiz bir duyguyu vücudumuzun somatize etme yani bedenselleştirme dediğimiz bir özelliği var. Her duygunun da bedenimizde bir karşılığı vardır. Çok klasik bir söylemdir “Stres hasta eder” deriz. İşte bu bilginin altında somatize etme özelliği yatıyor. Öte yandan başka birinin hayatına fark katmak, ona değer kazandırmak iyi hissettirir. Çünkü vücudumuzda iç sesimizi dinleyen nöropeptidler var. Âşık olduğumuzda içimizin pır pır etmesi, sinirlendiğimizdeki mide ağrısının sebebi bu enzimler. Bilim insanları bağışıklık hücrelerimizin üzerinde, nöropeptidler yani beynimizin düşüncelerimize göre ürettiği kimyasallar için alıcılar bulunduğunu fark ediyorlar. Her hücremizde var bu. Bağışıklık sistemimiz içsel konuşmalarımızı dinliyor, bu konuşma ve düşündüklerimize göre hastalık ve mikroplara yanıt veriyor. Hastalıkları artırabiliyor ve azaltabiliyor. Beyin bu anlamda çok ilginç bir yapı. Anadolu’da da vardır ya “Aklıma gelen başıma geldi”, “Bir şeyi kırk kere söylersen olur” gibi tabirlerimiz psikolojide de odaklandığın duyguyu çoğaltmak gibi bir şey vardır. O nedenle olumsuzluklara takılmamalıyız. Mutluluk ya da mutsuzluk süreğen bir şey değildir. Hayatta hep inişler ve çıkışlar vardır. Biz çıkışlarda olumlu duygular inişlerde olumsuz duygular hissedeceğiz ki oradan da bir deneyim kazanalım ve vücut kendisini yenilesin. Tibetli rahiplerin bir sözü varmış: “Kelimelerin içi boştur, siz nasıl doldurursanız öyledir.”
Mutluluk veya mutsuzluk kendimizle mi yoksa dış faktörlerle mi ilgilidir?
Tamamen bizim kendi bakış açımızla, neyi nasıl görmek istediğimizle ilgili. Baktığımız pencereyi değiştiremesek bile açımızı değiştirebiliriz. Bazen mutsuz olduğu için hayata nasıl tutunacağı konusunda kafası karışık danışanlarım da oluyor “Bundan daha kötü bir şey olamaz” diyorlar. Onlara “Bir kişinin ölmesinden daha kötü ne olabilir?” dediğimde ancak “Hiçbir şey olamaz…” diyorlar. Oysa “İki kişinin ölmesi daha da kötüdür”. Diyeceğim o ki hep daha kötüsü vardır. İçinde yaşadığımız durum bizim için kötü olabilir ama en kötüsü değildir, bunu unutmamak gerekiyor. Daha iyisi, bireyi mutsuz olmaya devam ettiği sürece bulmaz. İçinde bulunduğumuz hâlin iyi yanlarını görerek mutluluk potansiyelimizin farkında olmalıyız.
Mutluluğu çoğu zaman hedef olarak görüyoruz fakat aslında mutluluğun yaşanan sürecin kendisinde yani yürünen yolda bulabileceğimiz de söyleniyor. Ne dersiniz bu konuda?
Hayatta “İyi ki”lerimiz, “Keşke”lerimizden fazlaysa o mutluluktur. Biz başkalarını düşünerek sürekli kendimizi mutsuz ediyoruz. Oysa başkaları bitmez 8 milyar tane başkası var dünyada. Hayat kendi yaşam öykünü gönlünce yaşamak demektir. Herkese bir ömür verilmiştir, başkalarına kullandırmamalıyız. Mutluluğumuzu, yapmak istediğimiz bir şeyi başkaları ne der düşüncesiyle engelliyoruz. Buradaki temel kural ahlaki değerlere ters olmayan, topluma zarar vermeyen, diğer insanları zora sokmayan her türlü özgürlüğümüzü kullanabilmek olmalı. Renkli giyinmekten eğitim konusuna kadar her ne varsa bireyin içinde kalmış, onu gerçekleştirmeli. Bir şey yapmak arzusu, bir şeyin amacında olmak bile tek başına çok büyük bir anlam ifade ediyor.
Bu eylemler de önce kişisel bir hazzı, zamanla doyumsuzluğu ve en nihayetinde bir mutsuzluğu getirmez mi?
Bu nokta çok önemli, günlük eylemlerimizde amaç sadece bireysel ise mutsuz olunur. Asıl amaç kendine kattığın değerleri topluma yansıtabilmek olmalı. Sürekli sadece benim için denilirse bu bizi mutluluğa götürmez. Yaptığı her şeyi sadece kendisi için yapan kişi gittiği yerlerden, yaptığı işlerden tatmin olmayan birine dönüşür. Dolayısıyla bir şeyler yapmak, çok yer gezmek, en iyi yerlerde yemek yemek mutluluk demek değil. Önemli olan yaptıklarınla kendine ve diğer insanlara neler kattığın konusu.
Mutluluk öğrenilebilir bir şey mi?
Mutluluk kesinlikle öğrenilebilir bir şey. Bize mutluluğun hep peşinde koşulup elde edilmesi ve bu uğurda büyük savaşlar verilmesi gereken bir şey olduğu söylenildi. Hayır, öyle bir şey değil. Mutluluk ve sevgi öğrenilebilen bir şeydir. Mutluluğu en iyi gösteren varlıklar çocuklardır. Sorgulamazlar ve yaşadıkları andadırlar. Herkimer Citizen dergisi bir sayısında mutluluğu hayvanlar dünyasından örneklerle farklı bir bakış açısıyla şöyle yorumluyor: “Bilindiği üzere, şimdiye kadar hiçbir kuş komşusundan daha çok sayıda yuva yapmaya çalışmadı; şimdiye kadar hiçbir tilki saklanacak tek bir deliği olduğu için üzülmedi; şimdiye kadar hiçbir sincap bir yerine iki kış yetecek kadar ceviz toplayıp saklamadığı için endişeden ölmedi ve hiç bir köpek yaşlılık yılları için birikmiş kemiği olmadığı gerçeği üzerine uykusuz geceler geçirmedi. Mutluluğu hayvanlardan öğrenmek zorunda kalacağız artık çünkü biz mutlu olmayı unuttuk. Ne kadar çok nedenimiz olduğunu, sahip olduklarımız için şükretmeyi unuttuk, kendimizi dinlemeyi, dostlarımızı dinlemeyi, evreni dinlemeyi unuttuk.”
Mutluluk tek tek bireylerden, şeylerden, eşyalardan, sahip olduklarımızdan, hayat boyu uğruna para biriktirmeye çalıştığımız ve sonra almak için kendimizi paraladıklarımızdan çok daha farklı bir yerde. Dolayısıyla sevgi, öğrenilebilen bir şeydir. En mutlu olduğumuz anlarda o zirvede hissettiğimiz mutluluk düzeyinde kalmıyoruz. Giderek yatışan bir hâl alıyor mutluluğumuz hatta zaman zaman aynı durum bize kendimizi mutsuz bile hissettirebilir. Üzüntü de böyledir. Çok üzüldüğümüz, dünyanın başımıza yıkıldığını hissettiğimiz anlarımız olur ama o duygu aynı şiddetle sürmez. Dolayısıyla o anı ıskalamamak önemli. Fakat biz bunu bile kendimizden sakınıyoruz. Deyimlerimiz var; “Çok güldüm şimdi kesin ağlayacağız” diyoruz. Yanlış kodlarımız, yanlış yargılarımız var. Bunları aşmak lazım.
“BAŞKASININ DUYGUSUNA YABANCILAŞTIĞIMIZ İÇİN MUTSUSUZ’’
Mutluluğun kaynağından söz etmek mümkün mü peki?
Mutluluk başkalarının acısı karşısına geçip ben ne kadar mutluyum demek değil, mutluluk başkası acı yaşarken onu paylaşabilmektir. Başkasının yararına bir şeyler yapabilmektir. Mutluluk sadece kendimiz iyi şeyler hissettiğimiz için yaşadığımız bir şey değildir. Klasiktir ama “Acılar paylaşıldıkça azalır; mutluluklar paylaşıldıkça çoğalır” cümlesi çok gerçektir. İnsan odaklandığı duyguyu çoğaltabilir. Başkasının duygusuna yabancılaştığımız için mutsuzuz. Başkalarına göre değil; başkalarıyla beraber mutlu olabiliriz. Mutluluğu hep olumlu şeyler üzerinden konuşuyoruz ama olumsuz şeyi paylaşarak da mutlu oluyoruz. Mutluluk tek başına olumlu bir duygu olmasına rağmen altında olumlu ve olumsuz duyguları paylaşmayı barındırıyor.
Psikoloji bilimi mutluluk vadeder mi peki?
Psikoloji bireye yeni yollar geliştirmesini, bir yola çıktığında yoluna ışık tutmayı, kişilik olarak kendi örüntülerini anlamayı ve hayatını daha iyi yerlere nasıl yönlendirebileceğini vaat eder. Ama bunu garanti etmez. Çünkü birey kendini tanıyarak, toplumu tanıyarak çaba göstererek ancak kendisi yapabilir bunu. “Kişiye rağmen kişiye yardımcı olmazsın” ifadesi psikolojinin temel kavramıdır. Kişi yardıma açık değilse ve değişmek istemiyorsa asla yardımcı olamazsınız. Psikolog sadece bireyin yürüdüğü yola fener tutar. O yolu birey kendisi yürürsün, oraya gidip gitmemeye kendi karar verir. Psikoloji bir duygu vaat etmez ama o duyguyu üretebilecek alt yapıyı kişiye sunar, o alt yapıya hazır olduğuna onu ikna eder ve gücünün farkına varmasını sağlar. Şunun gibi düşünün; biz bağışıklık sistemimizin ne kadar güçlü ya da zayıf olduğunu bilmeyiz. Ancak bir hastalıkla karşılaşınca bunu anlarız. Her şey zıddıyla vardır. Aydınlık da karanlık da, iyilik de kötülük de. Dolayısıyla mutluluk konusunda bir sağlama yapmak için bunları nirengi noktaları olarak düşünmemiz lazım.
Günümüzde kahkaha yogası seansları bunlar mutlu olmaya yarıyor mu?
Bir gerekçe yokken durduk yerde niye kahkaha atılır? Bir espri olmalıdır ona güler insan ya da çok komik bir şey anlatılır ona güler. Bir duygunun öğrenilmesi konusu burada devreye giriyor.
Duygu vermeyi oyuncular öğreniyorlar. Ortada gerçek bir sebep yokken ortaya koymaya çalıştığım her duygu sahtedir ve karşınızdaki insanlar bunu anlar. Ses tınısından, beden dilinden, gözlerinin kırışıklığından, kulak kenarlarındaki kırışıklıktan, ifadenden, aranızdaki mesafeden her şeyden anlar. Herkes gülmeyi bilir, bebekler kahkaha atıyor. Biz mi öğretiyoruz onlara hayır doğal, refleksif bir haraket bu. Öte yandan gülmeyi unutmak diye bir şey vardır; mekanikleşmek, duygulara yabancılaşmak. Bunun sebebi bazen psikolojik, biyolojik bazen de kişinin hayata karşı tutum değişikliği olabilir. Kahkaha yogası gülmeyi unutanlar için faydalı olabilir ama bir duygu oluşturmak açısından alt yapısı yok. Benzer bir şey stand-up gösterilerinde de vardır. Seyrederken çok güleriz ama çıktığımızda pek bir şey hatırlamayız. Gerçek anlamda kendimizi mutlu hissettirecek, kahkaha artıracak ortamlarda olmak lazım.
ALTINI DOLDURAMADIĞIN HİÇBİR ŞEY GERÇEK DEĞİLDİR
Mutluluğun çok dillendirilip kurumsallaştırılması, hatta ürün ve hizmetlerle pazarlanması günümüzün gerçeği. Bir nevi mutluluk endüstrisi inşa ediliyor. Eleştirel açıdan baktığımızda nasıl bir tabloyla karşı karşıyayız?
O kadar mutsuzuz ki böyle bir alan var ve bu alanda bir artış söz konusu. Bundan para kazananlar var. Oysa altını doldurmadığın hiçbir duygu gerçek değildir. Bundan da para kazanıyorsa insanlar artık mutluluk bile ticari bir meta hâline gelmiştir. Sunum kültürü diyoruz buna. Zaten sosyal medyadaki hesaplarımızda da hep bir şeyleri sunuyoruz. Ne kadar iyi yaşadığımızı, ne kadar lüks yerlerde yemek yediğimizi, ne kadar özel tatillere gittiğimizi, ne kadar güzel çocuklara sahip olduğumuzu, ne kadar iyi giyindiğimizi sunuyoruz. Mutlu muyuz, değiliz. Oysa anın içinde olmak mühim. Bulunduğumuz ortamlarda sosyal medyaya içerik üretmek için sürekli fotoğraf çekmek yerine ortamı solumalı, o an gördüğümüz şeylerin kıymetini bilmeliyiz. İnsan gözü şu an gelişmiş cihazların ayırt edemediği renkleri algılıyor. Biz o renkleri çekip fotoğrafını paylaştığımızda güzel görünmüyor, gözümüz gerçekten onu algılıyorsa, onun tadını çıkarıyorsak güzelleşiyor. Sosyal medyada paylaşım yapmadan önce insanların şu üç şeyin cevabını dürüstçe vermeleri gerekli diye düşünüyorum
1) Ben bu fotoğrafı paylaşırken amacım ne, niye paylaşıyorum?
2) Bu paylaşımımın beni takip eden insanlara katkısı ne?
3) Topluma yansıması ne?
Çünkü ben bir fotoğrafı paylaştığımda o bilgi başka dijital platformlarda yeniden üretiliyor ve böylece çoğalıyor. Ben sınırlı insanlarla paylaşıyorum diye bir yapaylıkla kendimizi kandırmayalım.
Bir formül, reçete veya tariften bahsedemeyiz fakat psikoloji bilimi çalışan biri olarak mutluluğa giden yolda bireye kritik eşikler notasında neler söylersiniz?
Bir kere sürekli mutluluk diye bir şey yok. Şu an burada sağlıkla oturuyor, konuşabiliyor olmamız, bedensel ve ruhsal sağlığımızın olması zaten tek başına mutluluk sebebidir. Mutluluk duygusu vardır ama bunu sürekli hissetmek diye bir şey yoktur. Bir kişi sürekli mutluluk duygusu peşinde koşuyorsa ciddi başka duygusal boşlukları vardır ve o duygusal boşlukların ne olduğunu bulmak zorundadır. Bu akıl ve ruh sağlığı bozukluğu değildir, sadece kişinin duygusal boşluklarıdır. Bu duygusal boşlukları doldurmadan mutluluk vermesi gereken şeyler de artık onu mutlu etmez. Oraya oraya savrulur gider. Yaşadığı mutluluğun, mutluluk anının tadını çıkaramaz. Konuşmanın başında da vurguladığımız gibi mutluluk, kişilerle eşyalarla veya olaylarla tanımlı bir şey değildi, onlar bizim ne kadar mutluluğa sahip olduğumuzu fark etmemizi sağlayan durak noktalarıdır. Bunları hissedebilmek mutluluktur. Bunlara duyarsızsak, tepki vermiyorsak, haz almıyorsak sorun var demektir bu da duygusal boşluktur. Günümüzde obezitenin çok yayılmasının sebebi sadece beslenme veya sağlık sorunları değildir duygusal açlığın da bunda payı vardır. Birey duygusal açlığın somut karşılığını bulamadığı, o açlığını doyamadığı için onu somut olarak doyuracak yiyeceğe yönelir. Çünkü o an ulaşabileceği, tüketebileceği şey olarak sadece yiyecek var. Hâlbuki önce kendimiz için bir şey yapmak, ardından başka insanların hayatında farklılık oluşturmak bu açlığı doyurur. Bugün kaçımız elimize bir paket alıp Darülaceze’deki yaşlılarımızı ziyarete gidiyoruz? Kaçımız Çocuk Esirgeme Kurumu’ndaki çocuklarımızın yüzünü güldürüyoruz? Kaçımız bir sosyal yardım etkinliğinde bulunuyoruz? Kaçımız çevremize fark yaratacak adımlar atıyoruz? Sadece “Ben mutsuzum” diye dolaşıyoruz. Mutsuz olmamızın en temel nedeni yaşadığımız ortamdan, doğadan ve çevremizden kopuşumuzdur.
Evin içinde ailemizle olan bağlarımız da gittikçe çözülüyor artık daha az yüz yüze iletişim kurar olduk. Neden?
Herkes ekranların başında ve evin içinde herkes yalnız. Küçücük taş binaların içinde derin yalnızlıklar yaşıyoruz. Sağlıklı iletişim kurabilmek çok önemli. Yapılan araştırmalarda kimsesiz çocuklarda temel bakıcıya bağlanmadan, tek bir temel bakıcısı olmadan, dokunulup öpülmeden, koklanmadan, kucaklanmadan büyüyen çocukların zekâlarında akranlarına oranla ciddi bir gerileme olduğu görülmüş. Bu yüzden günümüzde artık “Sevgi Evleri” var. Müstakil olarak yerel bir evde az sayıda çocuk bir arada temel bir bakıcıyla birlikte yaşıyor. Fiziksel sağlık alanı olarak her şey verilebilir çocuklara ama psikolojik sağlık sağlanamazsa hiçbir yararı olmaz. Ama şimdi günümüzde maalesef taciz olayları da gündeme geldiği için korkuyoruz, çocuklara da dikkatli olmalarını söylüyoruz. Dolayısıyla çocuklarımızı büyütürken biz doya doya sıkı sıkı sarılmak, kucaklamak, varlığımızı hissettirmek zorundayız. Nörolojik olarak gelişimimiz için çok önemli bu. Birbirimizin yüzüne bakmak da çok önemli. Yapılan bir başka araştırmada çiftlerin karşılıklı olarak dört dakika birbirinin gözlerine bakmaları durumunda beynin oksitosin hormonu salgılamaya başlıyor beyin. Oksitosin mutluluğu sağlayan, bağışıklı sistemini güçlendiren, aşkı canlandıran bir hormondur. Ama biz artık dört dakika bile yüzümüze bakmıyoruz herkes bir şeyle uğraşıyor. Artık birbirimize dönme, yüzümüze bakma, iki çift sohbet etme vakti.
Copyright © Tüm hakları saklıdır. Merjam.com – Copyright 2021 | Codlio
3D tasarım ajansı Ertesi gün ilacı