Bu haberi arkadaşlarınla hemen paylaş!
Olmasa Mektubun
Olmasa Mektubun
Edebiyatta mektup türü her zaman önemli olmuştur. Yazar ve şairlerin birbirleriyle mektuplaşmaları, okurun ilgisini her devirde çekmiş ve çekmeye devam ediyor. Kitaplarında olmayan ama mektuplarda yer bulmuş, içtenlikle söylenmiş birkaç cümle yazarların iç dünyasını anlamak açısından çok önemlidir. Bu amaçla Dünya ve Türk edebiyatında iz bırakmış mektupları inceledik.
Milena’ya Mektuplar
Franz Kafka
Milena Jesenka, Kafka’nın bu mektupları yazdığı kadın 10 Ağustos 1896’da Prag’da doğdu. Kafka, Milena ile onun doğduğu şehirde kaldığı bir dönemde, 1919 sonbaharında tanıştı. Ortak dost ve tanıdıklarından oluşan bir toplulukta bir araya gelen ikilinin yanlarında Milena’nın eşi Ernest Pollak’ta bulunuyordu. Kafka’yla sohbetleri sırasında Milena, ona öykülerini Çekçe’ye çevirmek istediğinden söz eder. Bu mektupları borçlu olduğumuz aşkın ortaya çıkışı bu şekilde gerçekleşir. Çek gazeteci ve çevirmen Milena Jesenska Polak’ın Kafka’nın, tümünü Alman dilinde yazmış olduğu eserlerini Çekçe’ye çevirme isteğiyle başlayan tanışmalarının ardından ikili, 1920 ve 1923 yılları arasında sürekli mektuplaşmışlardır. Kafka beraberliklerinin umutsuz olduğunu bildiği hâlde yıllarca Milena’ya mektuplar yazar. Franz Kafka’nın neredeyse tüm eserleri özünü içinde taşıyan birer başyapıttır.
“Milena’ya Mektuplar”ın sayfaları, psikiyatristler, edebiyatçılar ve okurlarca daha yıllarca üzerinde tartışılacak ve yeni alt başlıklar açılmasını sağlayacak betimlemelerle doludur. Mektuplardan anlaşıldığı üzere Milena Kafka’ya sürekli Viyana’ya gelmesini söylese de o her seferinde gitme kararı alıp bir süre sonra bu fikirden vazgeçer. Mektuplarda sıkça söz edilen konularsa; hastalığının seyri, yazılar, geçirdiği vakitler, güncel olaylar, savaşlar ve Kafka’nın Viyana’ya gitme hayalleridir. Kafka, kaleme aldıklarında aralarındaki uzak mesafeden sıklıkla rahatsız olduğunu dile getirir. Hatta bir mektubunda, “Bu havayı solumak için göğsümün bu kadar genişleyip daralmasını anlamak imkânsız, bu kadar uzakta olmanı anlamak imkânsız.” diyerek mesafelerin kendinde oluşturduğu derin acıyı vurgular.
Mektuplarla Örülmüş Bir Aşk Hikâyesi
Kitap sadece Kafka’nın mektuplarından oluştuğu için Milena’nın ona karşı olan hislerinde aşk veya merhamet olup olmadığını anlamak zor. Ancak Milena’nın Kafka’nın hastalığı ile ilgili ciddi endişe duyduğu ve ona çok değer verdiği, bir an önce Viyana’ya gelmesini istediği anlaşılıyor. Kafka’nın ona beslediği yoğun duyguların bir temeli olduğu ve Milena’nın da ona karşı hislerinin olduğu her gün mektuplaşmalarından anlaşılıyor. Uzun mektuplaşmalarının sonunda Kafka’nın hastalığı ilerler ve sürekli hayalini kurduğu Viyana’ya, Milena’nın yanına gidemez. Kafka, bir gece rüyasında savaştan kaçan insanların bir trene bindiklerini, bir adamın ona tren bileti verdiğini ve bu biletiyle trene binmek için gittiğinde bilette “Ölüme mahkûm edildi.” yazdığını görür. Kafka, bu rüyayı gördükten sonra 3 Haziran 1924 tarihinde vefat eder. “Milena’ya Mektuplar” kitabı, Franz Kafka ve Milena’nın dostluklarına şahit olan Max sayesinde Dünya edebiyatına kazandırılır.
“Milena, sanki bir alarm zilinin altında oturuyormuşum gibi tir tir titremeye başlıyorum, okuyamıyorum ve sonuçta yine de okuyorum bu mektupları, susuzluktan ölmek üzere olan bir hayvanın su içmesi gibi, yanı başımda korkuyla birlikte, altına girip sinebileceğim bir mobilya arıyorum, köşe bir yerde kendimden geçmiş bir vaziyette, nasıl bu mektupla gürültüyle girdiysen içeri, geldiğin gibi pencereden uçup gitmen için titreyerek dua ediyorum, kasırgayı odamda tutamam ki…”
İran Mektupları
Montesquieu
1689-1755 yılları arasında yaşamış ünlü Fransız hukukçu, siyaset felsefecisi ve yazar Montesquieu, 18. yüzyıl Aydınlanma Çağı’nın en önemli temsilcilerindendir. Pozitivist düşüncenin gelişmeye başladığı, akılcılıktan deneyciliğe geçilen bir yüzyılda eserler veren Montesquieu aynı zamanda sosyoloji biliminin de öncüsü sayılır. Montesquieu ilk önemli eseri olan “İran Mektupları”nı 1721 yılında Amsterdam’da sansürden kaçabilmek için isimsiz yayımlamıştır. Kitap yayımlandığı anda büyük başarı elde etmiştir. Mektuplardan oluşan roman 1748’de yayınlanan ve yine büyük başarılar elde ettiği “Kanunlar Ruhu Üzerine” adlı çalışmasının temelini oluşturması sebebiyle de ayrı bir öneme sahiptir. Montesquieu, bu eserinde yönetim biçimleri, iklim-siyaset ilişkisi, sömürgecilik gibi konulardaki görüşlerini ilk kez dile getirir. Montesquieu, eserini kaleme alırken, İran’la ilgili bölümlerde 1643-1713 tarihleri arasında yaşamış Fransız mücevherci ve gezgin Jean Chardin’in on ciltlik İran Seyahati’nden faydalanmış, eserin Fransa’yla ilgili bölümlerinde ise çoğunlukla kendi gözlemlerini ve tecrübelerini temel almıştır.
“Kendini geliştirmeyi seven kişi asla aylak değildir. Her ne kadar mühim bir işin sorumluluğunu almamış olsam da sürekli bir meşguliyetim var. Hayatımı, inceleyerek geçiriyorum. Gün içinde gördüklerimi, duyduklarımı akşam not ediyorum. Her şey ilgimi çekiyor, her şey beni hayrete düşürüyor. Henüz körpe olan organları en ufak bir nesne karşısında derinden sarsılan bir çocuk gibiyim.”
Kuvvetler Ayrılığı Prensibi
Böylece ortaya 18. yüzyıl Fransa’sının siyasi düzenini, toplum hayatını, din ve ahlak anlayışını eleştiren bir eser çıkmıştır. Montesquieu’nün eserlerinin klasikleşmiş olmasının altında, teorilerinin sağlamlığının yanı sıra edebi yönünün de kuvvetli olması yatar. “İran Mektupları”, İran’dan Fransa’ya gelen iki arkadaşın birbiriyle, memlekette bıraktıkları dostlarıyla ve seyahatleri boyunca karşılaştıkları insanlarla yaptıkları yazışmalardan oluşur. Dokuz senelik bir süreyi anlatan eser, Fransa tarihinin en kilit dönüm noktalarından birini ele alır. Eser, Fransa’nın en kudretli krallarından XIV. Louis’nin hükümdarlığının son yılları ile Güneş Kral’ın ölümüyle başlayan ve Orleans Dükü II. Philippe’in tahtın yasal varisi reşit oluncaya dek süren naiplik dönemini kapsar. Montesquieu burada Kardinal Richelieu tarafından tesis edilen, yasama, yürütme ve yargının kralın şahsında toplandığı mutlak monarşi yönetimini eleştirir. Bu bakımdan Montesquieu bu eseriyle, “Kanunlar Ruhu Üzerine” adlı çalışmasında çok daha ayrıntılı ele alacağı, “Kuvvetler ayrılığı prensibi” olarak anılacak teorisinin taslağını oluşturur.
Genç Werther’in Acıları
Johann Wolfgang von Goethe
1749 yılında Frankfurt’ta doğan Johann Wolfgang von Goethe, Alman edebiyatının coşkunluk akımı “Sturm und Drang”ın Schiller ile birlikte klasik dönemdeki en önemli temsilcilerindendir. Yalnızca edebiyatla değil eğitim, doğa bilimleri ve felsefe de içinde olmak üzere pek çok konuyla yakından ilgilenmiştir. Yarım kalan hukuk eğitimini tamamlamak üzere Strasbourg’da geçirdiği bir buçuk yıl, Goethe’nin gerçek edebiyatçı kişiliğini bulmasını sağladı. “Genç Werther’in Acıları” Goethe’nin “Sturm und Drang” dönemini yansıtır; bu dönemde Goethe, doğa karşısında kendini kaptırdığı coşkuyu ve gem vuramadığı duygularını dile getirmek için yeni bir sanatsal arayışa girdi. Werther’in, roman biçimi açısından 18. Yüzyıl Alman edebiyatı içinde taşıdığı önem, ilk mektuproman olmasından kaynaklanmaktadır. Roman, Werther’in Wilhelm adında hayali bir arkadaşa yazdığı günlük biçimindeki mektuplardan oluşuyor. Eser, türünün gereği, yazarın iç dünyasını dışa vurmasına, tüm düşünce ve acılarını doğrudan dile getirmesine yardımcı olan bir özelliğe sahip. Bir mektup-roman olması bakımından Werther’in biçimsel özelliklerinin getirdiği yeniliklerin yanı sıra, içerik açısından da Alman edebiyatında bir dönüm noktası oluşturmuştur. İçeriğindeki bu yenilikler ve yazıldığı dönem için taşıdığı anlam üzerinden değerlendirilmesi önemlidir.
Yaşamış, Sevmiş ve Çok Acı Çekmiştim
Romanın arka planı Goethe’nin yaşantısına dayanıyor. Anlatılanların 1772 yazının yaşantısına dayandığı; Goethe’nin “Kendi Hayatından Şiir ve Gerçek” adlı eserindeki sözlerinden ve 1824 yılında yakın dostu Eckermann’a yazdığı romanla ilgili mektuptan biliniyor. Mektupta şöyle yazmış Goethe: “Beni çok etkileyen kişisel durumlardan doğdu Werther. Yaşamış, sevmiş ve çok acı çekmiştim.” Romanın 1774 yılında yazıldığını düşünürsek Goethe’nin bu olayların etkisinde kalarak eserini oluşturduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu nedenle eseri, bir itirafın parçacıkları niteliğindedir. “Genç Werther’in Acıları”nda da olduğu gibi Goethe’nin tüm eserlerinde yaşanmış gerçekler yer alır. Edebi eserlerin gerçek yaşantıya dayanması ise 18. Yüzyıl Alman edebiyatı içinde coşkunluk akımı (Sturm und Drang) ve Gerçekçiliğe doğru atılan bir adım olduğu kadar, yazarın içtenliğini göstermesi açısından da önemlidir.
Oğullarıma Mektuplar
Memduh Şevket Esendal
Modern Türk öykücülüğünün mihenk taşlarından olan Memduh Şevket Esendal, hayatı olduğu gibi yansıtan, olaylara nesnel görüşle yaklaşan, edebiyatsız edebiyat yapan, konuşur gibi içtenlikle ve son derece sade bir dille yazan, anlattığı her şeye büyük bir iyimserlikle yaklaşan bir hikâyecidir. Türk hikâyeciliğinde çığır açan ve 1940’ten sonra birçok yazarı etkileyen Esendal, ilk hikâyelerinde Maupassant tarzı dediğimiz sağlam konulu, tasvirli, tahlilli bir anlayış benimsemiş; daha sonraları ise Çehov tarzı olarak adlandırılan, hayatın bir parçasının konu edinildiği durum öykülerini kaleme almıştır. Hikâyelerinde anlattığı kişileri hep halktandır. Esnaf, köylü, aylak, ev kadını, cahil, aydın, mektepli, çırak, üst sosyete, alt tabaka insanlar, hepsi onun şahıslarıdır. Her gün gördüğümüz ilgi göstermediğimiz kişileri, o, sıcacık bir sevgiyle ve ayrıntılara inmeden, ilgi çekici bir canlılıkla ve birkaç satır içinde canlandırıverir.
Memduh Şevket Esendal’ın bu eserinde ise oğulları Ahmet Şevket ile Mehmet Suat’a ve torunu Hüseyin Tuğrul’a yazdığı mektuplar yer almaktadır. Yazarın, Tahran’da ve Ankara’da bulunduğu dönemlerde, yurdumuzda ve dünyada büyük olaylar ve gelişmeler yaşanmaktaydı. Mektuplar bu olaylar ve gelişmelere hem ışık tutar nitelikte hem de Esendal’ın bu konulara nasıl yakından baktığını ve bu konularda ne gibi görüşlere sahip olduğunu görüyoruz. Aynı zamanda Esendal’ın, oğullarına yaklaşımını, ne kadar sevecen olduğunu, onlara yol gösterici olmaya çalıştığını anlıyoruz. Bunlarla birlikte kaleme aldığı mektuplarda, konulara ilişkin görüşlerde ve oğullarına verdiği tavsiyelerde yazarın, birçok konuda bilgi birikiminin derinliğine tanıklık ediyoruz.
Mektuplarda, ailesiyle ilgili tarihe dönük birçok bilgiye de rastlamak mümkün. Atalarının kim olduğu, yaşadığı yerler, Çorlu’daki çiftlik, İstanbul’daki konak, kendi çocukluğu, öğrenimi, İttihat ve Terakki ile ilişkisi, görev anlayışı, yaşam görüşü, çocuklarıyla bu konudaki yazışmalarını okuyoruz.
“Ahmet erkek, son mektubunda, mektepte hangi tabiat ve hangi düşüncede çocuklar ile konuşmak münasip olacağını soruyorsun. Ben mektepte iken sözümü dinlemeyen çocukları hiç sevmezdim. Onlar da benden büyük iseler beni dövmeğe çalışırlardı. Lakin hiç dayak yediğim hatırıma gelmiyor. Kavga ettiğimiz çok olurdu. Bu arada elbette tokat, yumruk yediğim olmuştur. Bu işi çocuklar arasında idare etmek ve hatırını saydırmak epeyce maharete bağlı bir iştir.”
Tanpınar’ın Mektupları
Zeynep Kerman
Ahmet Hamdi Tanpınar, 23 Haziran 1901 tarihinde İstanbul’da doğdu. Doğduğu şehirde öğrenim hayatına başlayan Tanpınar’ın babası, kadıydı. Babasının mesleğinden ötürü Tanpınar, Anadolu’nun birçok yerinde bulunmuş, eğitimini farklı farklı şehirlerde sürdürmüştür. Annesini henüz 13 yaşındayken Tanpınar, annesinin ölümünü eserlerine yansıtmıştır. Daha sonra Antalya’ya yerleşen Ahmet Hamdi Tanpınar, lise eğitimini burada tamamlamıştır. Liseden sonra ise İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne kaydolur. Tanpınar’ın edebiyat yaşamı için bu büyük bir adımdır. Tanpınar, Cumhuriyet Dönemi’nin şairi, roman ve hikâye yazarı, edebiyat tarihçisi, eleştirmeni olmasının yanı sıra, müzik, resim gibi sanatın pek çok dalına ilgi duyup yazılar yazmış, çok yönlü ve entelektüel bir ismidir.
“Bizler çocukluğu bedbaht geçtiği için hayatına ve etrafına küskün yaşayan, eşya ile dahi barışamayan bîçarelere benziyoruz. Bu zihnî gerginlikten, inkâr ve hiddetten, dargınlıktan nasıl kurtulacağız?”
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Ahmet Kutsi Tecer, Mehmet Kaplan, Hasan Ali Yücel, Adalet Cimcoz’a yazdığı mektuplardan oluşan Tanpınar’ın mektupları, onun hayatını, mizacını, sanatını anlamamıza yardım edecek önemli bir eser. Mektuplardan da anlaşılacağı üzere, Tanpınar’ın geniş bir dost çevresi vardır. “Tanpınar’ın Mektupları” insan ve sanatkâr olarak Tanpınar’ın çeşitli ve bilinmeyen yönlerini aydınlatıyor. Cumhuriyet devrinde yetişmiş en büyük Türk yazarlardan biri olan Tanpınar’a ait her hatıra, mektup ve vesika, Türk edebiyatı ve kültürü bakımından bir değer taşımaktadır. Tanpınar’ın hatırasını canlı tutmak adına hazırlanan bu eser, Tanpınar üzerine araştırma yapanlar içinde istifade edebilecekleri temel bir kaynak niteliğindedir.
Olgun Yaşının Mahsulleri
Tanpınar’ın Ahmet Kutsi’ye yazdığı mektuplar, yazarın bu yıllardaki maddi ve manevi sıkıntılarını ve o yıllardaki Avrupa’ya gitme arzusunu gözler önüne seriyor. Bu arzusu yıllar sonra gerçekleşecek olan Tanpınar; Adalet Cimcoz, Dr. Tarık Temel, Prof. Dr. Mehmet Kaplan ve Sabahattin Eyuboğlu’na yazdığı mektupların bir kısmını da Avrupa’dayken yazmış ve yollamıştır. Bu mektuplar Tanpınar’ın çok zengin Avrupa izlenimleriyle doludur. Hayatının en verimli ve olgun yaşının mahsulleri olan bu mektuplarda Tanpınar edebiyat, resim, musiki, mimari ve Türkiye’nin meselelerine de temas eder. Hemen hemen hepsi eski harflerle yazılan mektuplar, Zeynep Kerman tarafından yeni harflere çevrilmiştir. “Tanpınar’ın Mektupları”, yazarın zaaflarını, endişelerini, sıkıntılarını, ıstıraplarını, zevklerini ve nüktelerini ilk kez bu kadar yakından gözler önüne sermektedir
“Kutsi’ciğim,
Hâlâ seninle oturup baş başa konuşacağız. Ne yaparsın? Yaş, Nuh’un güvercini olacak yaş değil. Hastalık yüzünden İstanbul’dan darmadağın çıktım. Nihayet, yolculuğun tabiî dağınıklığı ve açgözlülüğü, yerini yadırgaması var. Seyyah her yerde olabileceği için hiçbir yerde değil. O zaman da ayak üstü selâmlar kalıyor. Üç aydır etrafla münasebetim bundan ibaret. Kendi içime bir türlü inemediğim için dış âlemde dolaşıyorum.”
Canım Aliye, Ruhum Filiz
Sevengül Sönmez
Öğretmen, gazeteci, şair, yazar Sabahattin Ali, ülkemizde kıymeti sonradan anlaşılan değerlerimize verilebilecek en iyi örneklerden biridir. “Kürk Mantolu Madonna”, “Kuyucaklı Yusuf”, “İçimizdeki Şeytan”, “Sırça Köşk” gibi eserleriyle bildiğimiz, günümüzde de oldukça popülerleşen Sabahattin Ali, edebi kişiliğini toplumcu bir düzleme oturtarak, yaşamındaki deneyimlerini okuyucusuna yansıtan ve kendisinden sonraki Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatını etkileyen bir figürdür. 25 Şubat 1907’de Eğridere’de doğan yazar, 2 Nisan 1948, Kırklareli’de vefat etti. Sabahattin Ali, ilk hikâye ve şiir denemelerine Balıkesir’de başladıktan sonra İstanbul’daki edebiyat öğretmeni Ali Canip Yöntem’in desteğiyle ilk kez “Akbaba” ve “Çağlayan” dergilerinde şiirlerini yayımlattı. Daha çok öykü türünde eserler verse de romanlarıyla ön plana çıkan Ali, romanlarında uzun tasvirlerle ele aldığı sevgi ve aşk temasını, zaman zaman siyasi tartışmalara gönderme yapan anlatılarla zaman zaman da toplumsal aksaklıklara yönelttiği eleştirilerle destekledi.
O; Coşkulu Bir Âşık, Sorumlu Bir Eş, Sevecen Bir Baba
“Canım Aliye, Ruhum Filiz”de, Sabahattin Ali’nin eşi ve kızına yazdığı mektuplardan örnekler var. Eserde yer alan mektuplar ve kartlar Ali’yi; nişanlı, eş ve baba olarak tanımamızı sağladığı gibi onun aşkı, evliliği ve aile hayatını nasıl yaşadığını da gözler önüne seriyor. Tüm bunlar Sabahattin Ali’yi birkaç farklı yönden tanımamızı sağlıyor. O; coşkulu bir âşık, sorumlu bir eş, sevecen bir baba… Kitapta yer alan mektuplar, Sabahattin Ali’nin üç dönemini anlatıyor: Nişanlı, evli ve baba. Hepsinin ortak noktası ise Ali’nin insancıllığı; “İyi insan olmayı isterim.” diyen Ali’nin mektup ve hayat arkadaşı Aliye Ali’yle bu noktada buluştuğu çok açık. Hayatın anlamını sevmek olarak açıklayan, hatta çok da karşılık beklemeden sevmeyi savunan Ali’nin, bunu “Kendinden daha fazla bir başkasını mutlu etmek.” biçiminde tanımlaması yine onun insancıllığının en açık örneği.
Kimi zaman baskın olan utangaçlığı kimi zaman öne geçen coşkusu da hep o insancıllığından kaynaklanıyor. Ali’nin yolladığı mektup ve kartlarda alttan alta bir hüzün, yaşadığı coşku, büyük bir sevgi ve özlem, başından geçen hemen her olayın ruhundaki yansıması ve en önemlisi her ne hissediyorsa bunu samimiyetle paylaşma hâli göze çarpıyor. Mektuplarında her fırsatta eşini ve kızını görmek için can attığını yazan, sürekli onları düşündüğünü açık açık, çok yalın ve aynı zamanda coşkulu bir dille ifade eden, bitmek tükenmek bilmez bir sevgi, hasret ve bağlılıkla yaşayan bir adam Sabahattin Ali.
“Sana neler yazayım ki sen neşe içinde yüzesin. Ben neşeyi senden öğreneceğim. Hayat ve felaketler beni o kadar gülmekten ve neşeden uzaklaştırdı ki kendimi, senin getirdiğin bu saadet dünyası içinde bile şaşkınlıktan kurtaramıyorum. O kadar talihin kahrına uğramışım ki hayatta bana da mesut olmak nasip olabileceğine inanamayacağım geliyor. Evde iki resmini de karşıma alarak saatlerce bakıyorum ve bu saadet beni adeta sarhoş ediyor. Sevinçten ağlamak istiyorum.”
Rüya Mektupları
N. Ahmet Özalp
“Rüya Mektupları” 17. Yüzyıl Osmanlı’sında, Üsküp’te yaşayan bir âlimin kızı olan Asiye Hatun’un, şeyhi Öziçeli Muslihuddin Efendi’ye gönderdiği mektuplardan oluşuyor. Eserde, Asiye Hatun’un, Üsküp’ün yaklaşık 450 kilometre kuzeydoğusunda yer alan Öziçe’de ikamet eden Halvetî şeyhi Muslihuddin Efendi’ye, seyr u sülûktaki derslerinin, esma zikirlerinin takibi için 1640’lı yıllarda gönderdiği rüya mektupları bulunuyor. Bu rüyaların alelade rüyalar değil, seyr u sülûk dâhilinde bir mürid tarafından görülen yol gösterici rüyalar. Asiye Hatun tasavvuf yolunu seçmiştir ama şeyhi başka bir şehirde olduğu için rüyalarını yazılı olarak göndermesi gerekmiştir.
Bu mektupların birer müsveddesini de kendi evinde saklamıştır. Hatunun vefatından sonra bizzat kendi elinden çıkma müsveddeler ve bazı cevabi mektuplar pîştahtasında bulunmuş ve müstensih bu pusulalardan okuyacak olduğunuz nüshayı meydana getirmiştir. Aslında bu mektuplar oldukça mahrem mektuplar. Sadece mürid ile şeyhi arasında kalması gereken, Asiye Hatun’un bunları başkaları okusun diye değil, sadece ve sadece şeyhi okuyup kendisini irşad etsin diye yazdığı mektuplar. Asiye Hatun’un “Rüya Mektupları” yalnız kendisinin kişiliğine, kimliğine, ruhsal deneyimlerine değil 17. Yüzyıl Balkanlarının, hatta giderek bütün Osmanlı dünyasının sosyal ve kültürel durumuna ışık tutan bir belge niteliğindedir. Bu özelliğiyle yalnız edebiyat ve tasavvuf meraklılarına ilginç bir metin değil, tarihçilerden sosyologlara, psikologlardan İslâm ilimleri hakkında çalışan her türden ilim erbabına üzerinde çalışılabileceği, çözümleyebileceği özgün bir malzeme sunmaktadır.
Asiye Hatun’un Rüyaları
Mektuplarda anlatılan rüyaların, daha doğrusu keşiflerin içeriğini çoğunlukla bir ismin zikrini bitirip diğer isme, yeni derse ve yeni nefis mertebesine geçmesinin işaretlerini görüyor Asiye Hatun. Şeyh Muslihuddin Efendi’den evvel bir başka şeyhten aslında esma zikrini tamamlamış olan Asiye Hatun, yeni şeyhiyle derslerine yeniden başlıyor ve yaklaşık iki sene içerisinde bu derslerini de tamam ediyor. Asiye Hatun’un rüyalarla ilgili edebiyata gerek sözlü gerek yazılı kaynaklar aracılığıyla aşina olduğu tahmin edilebilir. Zira metindeki çeşitli değinmelerden Hatun’un okuryazar olmaktan öte okuyup yazdığını, kitaplarla haşır neşir bir dünyası olduğu anlaşılıyor. Okuduklarından ve rüya defterini kaleme alış biçiminden Asiye Hatun’un oldukça iyi bir öğrenim gördüğünü anlamak mümkün.
“Bunlar hâtıra mıdır yoksa sahîh midir? Hâşâ sümme hâşâ, azîz hazretlerine inkârımız yoktur. Âlâyiş-i dünyâ ile âlûde olmuşum. Hakka lâyık bir nesnemiz yok. Bunlara istihkâkım hiç yoktur. Hakk sübhânehu ve teâlâ’nın lütfu çoktur. Benim sultanım ne buyurursunuz? İlâm eylen.”
Copyright © Tüm hakları saklıdır. Merjam.com – Copyright 2021 | Codlio
3D tasarım ajansı Ertesi gün ilacı