Bu haberi arkadaşlarınla hemen paylaş!
Ya da yıllarca yazlık sinemalarda üçer beşer kere izlenen filmlere konu olan romanlar “Fabrikada tütün sarar/ Sanki kendi içer gibi/ Sararken de hayal kurar/ Bütün insanlar gibi” diyen şarkı gibi genç kızları olmayacak hayallere koydu da o hayali gerçekleştiremeyen milyonlar neler hissetti?
Bir zamanlar bir kitabı topluca okuyup sonuna ağlayan kadınlar vardı. Kahramanın acıdan acıya çarpan kaderine içlenip, sonrasında nihayet güç bela da olsa saadete kavuşmasına sevinir, kendi hayatlarında da mutlaka o okunandan bir parça bulurlardı. Mutluluk, o neslin zihninde asla zahmetsiz elde edilemeyen, tam bir gülüşle kavuşulamayan olarak kaldı.
“Bu gece için derin felsefelerini, parlak fikirlerini, kötümser görüşlerini bir tarafa bırak, herkes gibi neş’eli olmaya ve gülüp eğlenmeye çalış! Şen olduğun vakit ne kadar güzel olduğunu bilsen!”
Dedirtiyor, Kerime Nadir “Dert Bende” kitabında Süreyya karakterine.
Neşeli olmak için gayret sarf etmek gerektiğini, üstelik bu gayretin daha iyi hissetmek uğruna değil cemiyet içinde makbul görünmek adına yapılması gerektiğini böyle öğrendik.
Mutluluk sahi neydi? Bugünün moda akımlarından, kişisel gelişim uzmanlarından yardım alacaksak; mutluluk tam bir “Olmak” hâli. Olmak ama ermek, bir dünyada dünyadan geçmek değil aksine dünyayı bütün nimetleriyle, suyuyla, ormanıyla, çiçeğiyle, böceğiyle kendine ait hissetmek. Önce “Ben” demek, yani “Ben”i rahatsız eden ne varsa dışarıda bırakmak, yine moda tabiriyle söyleyelim; “Olumsuzlukları zihnimizden ve bedenimizden arındırmak.”
Oysa çok değil, otuz yıl öncesine kadar önce “Ben” demek, “Ben”i kurtarmak için dünyayı bencil bir kundaklama faaliyetine feda etmek ne de ayıp sayılırdı.
Tam o vakitlerin yazarlarına sorsanız, insanın kendini öne atması yalnızca bencillik değil edep yoksunluğuydu da. Mutluluk bireyden evvel cemiyetin bekasını hesaba katmaktı.
O yüzden genç kızlara “Yanaklarını pembeleştirecek” kadar mutlu görünmek tavsiye edilir, kendilerini öne çıkaracak faaliyetlerden kaçınmaları ince ince nakşedilirdi. Altın Eller’de bir genç kızın günlük rutini arasında dişlerini gösterecek kadar gülmesi, şen arkadaş toplantılarına katılıp yararlı sohbetlerde bulunması tavsiye ediliyor ve sohbet arasında dersler ve çeyiz faaliyetleri sayılıyor.
Öte yandan 1956 yılında Yeni İstanbul gazetesine yazdığı makalesinde Refik Halid Karay, “Saadet”i bir karakter ve ruh meselesi olarak ele alıp eskiyle yeni arasında bir mukayese yapmış:
“İnsan, irsin ve doğuşunun mahkûmudur. Karakter ve ruh itibariyle hayatını, müsait veya gayri müsait ne hâlde bulunursa bulunsun kendisine zehretmiş veya bunun keyfini sürmüştür. Dünya değişmiş de olsa insan eskisi gibi kalmıştır; yine seviyoruz, kin besliyoruz, şefkat gösteriyoruz; yine harplere ve eğlencelere koşuyoruz; yine ihtirasların pençesindeyiz ve yine ideallerin peşindeyiz. Bütün bunlar arasında kimimiz mes’ud, kimimiz bedbaht. Zira saadet de bedbahtlık da hiç değişmeyen iç âlemimizin icabıdır; onun dün ile bugün ile maddî dünya ile alâkası yoktur.”
Bu değerlendirme bugün yazılsa, bütünüyle hak verir, sinemasından edebiyatına bu meseleyi ele alan nice yapıtı örnek gösterebilirdik. Oysa fedakârlık, Karay’ın dönemdaşlarınca sık sık yüceltilen bir özellik.
AYRI DÜNYALARIN İNSANIYIZ, FERİD!
Romanlardan çıkan, sinemaya taşan karakterler, inşa edilen Cumhuriyet’in de etkisiyle daima bir ülküye bağlı, kişisel heveslerini öncelemektense bu ülküyü gerçekleştirmeye yönelmiş, bireysel mutluluklarını da romantik ama ölçülü ilişkilerde arayan insanlar.
Halide Edip Adıvar’ın Tatarcık lakabıyla andığı karakteri Lâle, tam manasıyla bu idealler içinde filizleniyor. İngilizceyi mükemmel derecede konuşan, kendi parasını kazanıp annesinden ibaret hane halkına bakan genç kız, ahbabı Miss Barkley’in “Sen hiç flört yapmaz mısın, Lâle?” sorusuna “Vaktimiz yok. Gençlerin bugünkü işi kurulan yeni cemiyeti temelleştirmek, eski fikirler ve ananelerle mücadele etmek.” cevabını veriyor.
Erkeklerin yaptığı bütün işleri başarıyla yapan, ciddiyetiyle Poyrazlı köyünün dikkat çeken kızları arasına giren bu karakter de gelecekte parlak bir avukat olacağı haber verilen Recep’le romantik bir ilişki yaşayıp nişanlanıyor. Ancak Recep’in bulunduğu yeri medenileştirmek için evlenmek istemeyen Lâle’ye vaadi, Cumhuriyet’in inşası için el ele beraber çalışmak:
“Bir defa iki kişinin kudreti bir kişiden fazladır… Beni, bu köyü modernleştirmek için yapmak…”
Mutluluk bir yerde yüzünü toplumsal olanı birlikte inşa olarak gösterirken bir yerde cemiyet için ferdin kendini feda etmesi olarak da öne çıkıyor.
Aşkını sevdiği adamın sosyal konumu yüzünden terk etmesi beklenen Leyla’nın durumu buna iyi bir örnek. Güzide Sabri’nin “Yabangülü” romanındaki karakteri Leyla, müstakbel kayınvalidesiyle bu konuyu şöyle konuşacak:
“Demek bir ‘Yabangülü’ olduğum için tahkir ediliyorum. Zavallı bir köylünün çocuğu olduğumdan dolayı mesut olmak hakkından mahrum olarak yaşamayan mahkûm bulunuyorum. Demek ki insanlık cemiyeti bunlardan beni mahrum etmeyi emrediyor, öyle mi?”
Leyla’nın karşılaştığı bu acı hakikatle elbette edebiyatın tüm karakterlerini takip etmiyor. Aksine Cumhuriyet’in ilanını takip eden yıllarda kadın karakterler kimi zaman başına buyruk (bu başına buyrukluğun kırlarda resim yapmaktan ya da tahsilini bitirip bir kalemde işe girmekten ibaret olduğunu vurgulayalım) kararlarını kendi başına almaya talip, güçlü insanlar. Buna karşın, sevip de kavuşamayan, kavuşsa da tam layığıyla gülemeyen, arkasında nice acıyı bırakmış karakterlerin etkisi yadsınamaz.
Reşat Nuri Güntekin’in bir dönemin bütün genç kızlarını etkileyen “Çalıkuşu” romanındaki Feride gibi. Feride, aşkı tam manasıyla yaşamak arzusundayken sevdiği adamın kendisini aldattığını öğrenip o anda uzun yıllar sürecek bir maceraya gözü kapalı atılan on sekiz yaşında bir kız. Ne ona bu ihaneti layık gören Kamuran’la yüzleşme gereği duyuyor ne de daha konforlu bir hayat alternatifi aramayı. Saf romantizm ve ideallerin peşinde koşmak arzusu, Feride’yi bu kadar güçlü bir karakter hâline getiren iki parça. Nihayet kavuştukları o anda, Kamuran’ın karşısında yıllarca Anadolu’yu köy kasaba demeksizin gezen, nice zorluğa katlanan bir genç kadın değil liseden mezun olduğu andaki saflığıyla bir genç kız var. Okur ideallerin peşinde koşmayı takdir etse de sevdiğine kavuşan kızın romansına daha büyük bir tutkuyla bağlı:
“Feride, uzun bir susuzluktan sonra berrak bir dereden kana kana su içen bir kuş gibi canlanmış, gürültü yapıyor, ayağını yere vurarak, yüzünü göstermemek için bir yandan bir yana çevirerek:
Ne ayıp, ya Rabbi, ne ayıp! Sen sebeb oldun vallahi, sen sebeb oldun, diye hırçınlaşıyordu.”
PEMBE PANJURLU EVLER…
Kahraman her zaman mutluluğa kavuşabilir mi? Hayır. Giderek daha karmaşık ruh hâllerini edebiyata taşıyan yazarlar da, romantik edebiyatın sularında dolaşanlar da kahramanlarını üzmekten geri durmaz. Nahit Sıtkı Örik’in Kıskanmak romanının hastalıklı karakteri Seniha’nın bitimsiz mutsuzluğuna korkunç bir kıskançlık da eşlik eder:
“Ancak ağabeyi kendinden evvel ölürse, ağabeyinin kendinden evvel toprağa verildiğini öğrenirse belki de biraz sükûn bulacak, kendisi iyi kötü yaşarken toprakta toprak olmuş bir ölüyü artık belki de pek kıskanmayacaktı…”
Özellikle bir dönemin ruhunu, dilini, sinemasını baştan sona etkileyen Kerime Nadir, Muazzez Tahsin Berkant, Esat Mahmut Karakurt kitaplarında karakterlerine dozunda bir mutluluğu reva görür. Mutluluk onlar için âdeta ulaşmak için türlü türlü zahmetler çekilmesi gereken bir ödüldür. Gündelik hayattaki basit olaylar bir mutluluk nedeni olamaz. Ancak bütün gereklilikler yerine getirildiğinde, bütün çileler çekildiğinde sonu güzel bitmiş bir aşk… O hâlde karakter mutluluğa layıktır.
O aşkın kuralları da bellidir, kadın ve erkek arasında muhakkak bir denklik, toplumsal kurallara uygunluk, bir olgunlaşma sürecine girildiğine dair bir alamet. Aksi takdirde yazar sihirli değneğini kahramanına dokundurmaz ve sonra Türk sinemasına bir klişe olarak giren “Pembe pancurlu ev, bahçesinde koşturan mini mini yavrular” bir hayalden ibaret kalır.
“Uzayan Yollar” romanında Muazzez Tahsin Berkant, romantik hülyalara kapılan Sibel karakterini arkadaşı Sevim üzerinden uyarır. Bu uyarı okuru genç kızlaradır:
“Evlilik hayatı bambaşka bir şeydir yavrum. Beraber yaşadığımız adamda ilkin göremediğimiz pek çok meziyetleri ona yakınlaştıkça keşfedebiliriz. Bu hayat, genç kızken gözlerimizi kapayıp hayalini kurduğumuz yaşayıştan belki de biraz farklıdır ama daha sağlam temeller üzerine kurulmuştur. Bazı defa, çok sevişen nişanlılar mutlu karı koca hayatına kavuşamazlar. Bazen de bunun aksi olur, sevişmeden evlenenler o kadar iyi anlaşırlar ki dünyanın en mesut çiftlerinden biri olurlar.”
İşin garibi, bir yanda Cumhuriyet idealine baş koyup bunu inşa için gece gündüz çalışan kızlar, bir yanda yıllarca aldıkları eğitimin ardından kanaviçe işleyip kendilerine uygun bir kısmet bekleyenler arasından Türk sineması en romantik hikâyeleri seçmeyi uygun görür. Seyirci bu sevgilisine aşkını ispat etmek için kolunu kesmeye varacak cinnetler geçiren kadınları (Zulüm filmi) gözyaşları içinde bağrına basarlar.
İzlemeyenler için filmin sonunu söyleyeyim de mutluluğun nasıl algılandığı konusunda bir soru işareti olmasın. Kolunu kesen Ayla, aşkını ispatladığı için sevgilisi Tarık onu en yakın hastaneye götürmeyi değil koşarak sarılmayı akıl eder. Kan kaybını hesaba katmazsak herkes mutlu. Bu kahramanlarını yerden yere vuran, mutlu olsunlar diye çilelerden çile beğendiren ya da öğretmen olup bir kasabada sakin sakin yaşamak yerine ille bütün bir kasabayı bilinçlendirmeyi vazife edinen karakterler birer kişisel gelişim balonuna dönüştü de iyi mi oldu?
Ya da yıllarca yazlık sinemalarda üçer beşer kere izlenen filmlere konu olan romanlar “Fabrikada tütün sarar/ Sanki kendi içer gibi/ Sararken de hayal kurar/ Bütün insanlar gibi” diyen şarkı gibi genç kızları olmayacak hayallere koydu da o hayali gerçekleştiremeyen milyonlar neler hissetti?
Bu soruların cevapları başka yazıların konusu. Ancak o mutluluğun kesin bir tarafı vardı. Bugün bize kolay kolay nasip olmayan bir naiflik.
Ayça ÖRER – Öykü Yazarı
Copyright © Tüm hakları saklıdır. Merjam.com – Copyright 2021 | Codlio
3D tasarım ajansı Ertesi gün ilacı