Bu haberi arkadaşlarınla hemen paylaş!
“Ya bu güzel şehrin meydanına diktiğiniz o ucube kuleyi kaldırırsınız ya da biz sanatçılar olarak şehri terkederiz.”
Albert Camus’un “Düşüş” romanını, ikinci kez okuyup bitirdiğimde uçak alçalmaya başladı. Yanımdaki yolcunun huysuzluğuna aldırmayıp pencereden aşağıdaki manzarayı izledim. Paris, tüm renkleriyle kuş bakışı gözlerime doldu. Charles De Gaulle Havalimanı’ndan çıkıp otobüs telaşına düştüğümde Fransızca’nın dolgun fonetiğinin içinden geçtim. Yorgun olmama rağmen otele varır varmaz eşyalarımı yerleştirip Paris sokaklarına attım kendimi. Dünyanın en meşhur şehrini; Paris sendromuna yakalanmadan üç gün boyunca gezdim; galeriler, müzeler, nostaljik sinemalar, köhne kitapçılar, konser salonları, tarihi yapılar ve sanatçıların izleri…
Dördüncü günümü ise bütünüyle şehrin sembolü olan; Şanzelize ve Eyfel Kulesi’ne ayırdım. Niyetim, Şanzelize’ye çıkan rengarenk kafelerde farklı noktalardan kahveleri tadıp Paris’in ve Eyfel manzarasının tadını uzun uzun çıkarmaktı. Eyfel Kulesi’ne çıkmayı ya da kulenin eteklerine yaklaşıp fotoğraf çektirmeyi düşünmüyordum. Eyfel’i sol cenahtan gören, 1960’ların dekoruyla tasarlanmış siyah beyaz kafeye oturup bir kahve sipariş ettim. Önümde duran haritada işaretlemiş olduğum, onlarca sanatçının izlerinin olduğu kısımları inceliyordum ki pek sevdiğim öykü ustası Maupassant’ın Eyfel Kulesi’nde mimlenmiş olduğunu gördüm. Kafam karıştı, zirâ; onun evinin bu bölgeden uzakta olduğunu biliyordum. Geriye dönüp arka masamda oturan; orta yaşlardaki hanımefendiye haritayı göstererek Maupassant’ı sorunca evvela Fransızca, anlamadığımı farkedince ise kırık bir İngilizce ile nereli olduğum, ne iş yaptığım kabilinden sorular sordu. Kısa süre içerisinde ahbap olduk. Benim Fransız yazarlarına olan ilgim de ayrıca mutlu etti onu. Ben yeniden Maupassant bahsini açınca gülümseyip eli ile susturdu beni. Kahvesini fondip yapıp kendisini takip etmemi söyleyince gülümseyip peşine takıldım, Eyfel’e doğru yürüdük. Kuleye yaklaşınca kadın bana Eyfel’in tarihini anlatmaya başladı. Kule; 1800’lü yılların sonunda şu anki yerine dikildiğinde Paris’te kıyamet kopmuş. Başta sanatçılar olmak üzere binlerce kişi protesto gösterileri düzenleyerek bu çirkin kulenin, derhal kaldırılmasını talep etmişler. Yetkililer ise bu devasa tepki karşısında kuleyi çok yakında kaldıracaklarını söylemişler. Fakat kulenin bir anda meşhur olup Paris’in sembolüne dönüşmesi ve daha o yıllarda turistleri cezbeden bir yer konumuna gelmesi neticesinde kulenin kaldırılması meselesi askıya alınmış. Bunun üzerine sanatçılar, daha büyük bir tepki göstermişler ve yetkililere: “Ya bu güzel şehrin meydanına diktiğiniz o ucube kuleyi kaldırırsınız ya da biz sanatçılar olarak şehri terkederiz.” Bu söylem dahi işe yaramamış ve nihayetinde bir çok ressam, yazar, müzisyen, mimar ve heykeltraştan oluşan güruh, son bir gösteri daha yapmaya karar vermişler.
Maupassant, bu kuleye en başta karşı çıkan isimlerdenmiş ve bu son gösterideki en ateşli konuşmanın sahibiymiş. Tüm bunlara rağmen kule, mevcut yerinde kalmaya devam edince, sanatçılar söylediklerini yapıp Paris’i terketmişler. Fakat bu ayrılık uzun sürmemiş. Gösteri yapan sanatçılar birkaç haftanın ardından çok sevdikleri şehirlerine geri dönmüşler ve yenilgiyi ya da Eyfel’in zaferini kabul etmişler. İçlerinde yalnızca bir kişi eksikmiş; Maupassant… Herkes, Maupassant’ın içlerindeki tek omurga sahibi sanatçı olduğuna hükmetmiş; “Bizim yapamadığımızı yaptı. Prensiplerinden vazgeçmedi. Ya o kule ya da ben dedi ve çekip gitti. Bizim gibi iki yüzlülük yapıp geri dönmedi” türünden cümleler kurarak Maupassant’a övgüler düzmüşler.
Aradan bir süre geçtikten sonra sanatçılar grubu bu denli meşhur olan, herkesin tutkusu hâline gelen Eyfel’i ziyaret etmek ve bu büyük ilginin sebebini öğrenmek istemişler. Akabinde hep birlikte Eyfel’in yolunu tutmuşlar. Dışarıdan inceledikleri kulenin içine girdiklerinde, halkın kule içerisinde açılmış olan kafede oturduklarını görmüşler. İşte ne olduysa o anda olmuş. Tekmili birden, gördüklerine inanamamışlar. Zirâ; kafenin baş köşesindeki masada oturan kişi Guy de Maupassant’ın ta kendisiymiş ve masaya kurulmuş kahvesini yudumlayarak gazete okuyormuş. Bu inanılmaz manzara karşısında, şaşkınlıklarından güç bela sıyrılan sanatçılardan birisi bir hayalete yaklaşır gibi Maupassant’ın yanına varıp; “Bunu nasıl yaparsın? Biz de seni içimizdeki en kararlımız sanıp nice övgüler dizmiştik.” deyince Maupassant, hiç istifini bozmadan pencereden dışarıyı göstermiş ve “Yanılmış sayılmazsınız dostum, bu lanet kule şehrin neresinde olursanız olun görünüyor. Onu görmemenin yegâne yolu; içinde olmaktır.” demiş.
Hanımefendi, nam-ı diğer dostum Claire, Maupassant ve Eyfel’in hikâyesini bitirdiğinde, kulenin içerisine girmiş ve karşıma çıkan kafenin tabelasını okumuştum; Maupassant Café… Maupassant’ın hep oturduğu masada ise bir not; “Bu masa, meşhur yazar Maupassant’ın oturduğu masaydı.” Yıllar sonra yine Paris’te bu yazıyı, Maupassant’ın masasında tamamlıyorum. Fransız dostum Claire’e bu güzel anı için teşekkür ederim.
Kaan Murat YANIK
Copyright © Tüm hakları saklıdır. Merjam.com – Copyright 2021 | Codlio
3D tasarım ajansı Ertesi gün ilacı