Bu haberi arkadaşlarınla hemen paylaş!
Medeniyet bir duruştur. İlişki içinde olduğunuz eşyaya, kâinata, insana ve tarihe nasıl davrandığınız ile ölçülür. Üslup o kadar mühimdir ki; sanatın bütün icra dallarında ayırt edici farktır. Öyle ki; Hz Peygamberin (sas) şehircilik anlayışı dahi komşunun ışığını ve rüzgârını kesmemekle ölçülür.
Geçmişe ait şeylerin saklanması bile gerekmez, dolayısıyla müzeye de gerek yoktur. Çünkü zaman geçmişin ve geleceğin icabına bakar. Modernizm ise yeni bir zaman anlayışının çelişkisini ifade etmektedir; sürekli geleceğe bakarak geçmişi inkâr etmek ve geçmişin sadece bir yadigâr olarak saklanması; şimdiyi yaşamamak anlamına gelmektedir. Anın akışına müdahil olamamak, demde demlenemeden, hakkını veremeden evvele öykünerek, ahire öteleyerek geçirilen her an zayi olan ömürdendir. Burada ele aldığımız temel saikler; ecdadımızın kutlu mirasının taştan, topraktan, metadan ziyade bize kattığı değerleri, estetik nüansları, medeniyet inşasında oturduğumuz temelin zenginliklerini fark etmek ve inceliklerini kavramak yönündedir. Bu derin kavrayışla; zamanın gereklerini ve imkânlarını sentezleyerek tasavvur edilen bir gelecek vizyonu mühimdir. Zira en büyük kilitleri açacak olan küçük bir anahtardır.
Anadolu topraklarının ilk yerleşik büyük halkı, İç Anadolu’nun kuzeyinde yer alan bölgede yerleşmiş olan Hitit’lerdir. Hitit’lerden sonra Frigya, Lidya ve Likya uygarlıkları Anadolu’nun daha sonraki yerleşik halklarına çok zengin bir kültür ve sanat birikimi bırakmışlardır. Anadolu’daki bu zengin kültürün oluşumuna Mezopotamya sanatının etkisinde kalmış olan eski İran kültürünün katkısı da çok büyüktür. Yunan sanatı, İranlıların Anadolu üzerindeki etkileriyle asimile edilmiş ve Anadolu’da tamamen Asyalı bir uygarlığın temelleri atılmıştır.
En büyük uygarlık selçuklulardır
Anadolu’nun ilk büyük uygarlığı ise Selçuklulardır. Selçukluların çok özgün bir sanatları ve mimarileri olmasına karşın yine de hem doğu sanatının hem de Yunan ve Roma sanatının izlerini taşıyan kozmopolit bir yapısı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu yüzden Küçük Asya-Anadolu Türk Sanatı her bölgenin geleneklerine göre ayrı bir karakter kazandı. Bu sanatın bu türlü etkilerinden kurtulması ve saf bir üslup halinde ortaya çıkması ancak Osmanlı’lar döneminde mümkün oldu. Klasik Türk evi Sedat Eldem’in tanımına göre; Osmanlı’nın hâkim olduğu sınırlar içinde eski anlatımla Rumeli ve Anadolu Bölgelerinde yerleşmiş, gelişmiş ve altı asır kadar tutunmuş kendi özellikleriyle oluşmuş bir ev tipidir. Türklerin geçmişte yaşamış oldukları topraklardan edindikleri mimari özellikleri, yeni yaşadıkları coğrafyaya uygun olarak kendi geleneksel yaşam kültürleriyle kaynaşarak yepyeni bir mimari üslubu ifade eder. Bir önceki yazımızda temel birimleri ve çevreyle olan ilişkisini tanımladığımız Türk evinin mimari üslubunda esasen taşıdığı nüanslar ve detaylar dikkate şayandır.
İslâm’ın kabulüyle mahremiyetin, kadın ve erkek kullanım farklılıklarının ön plana çıktığı yapılanmada Helenistik kültürün etkileri de fark edilir boyuttadır. Bol sütunlu bir avluya sahip olan Helen evleri sokaktan yüksek bir duvarla soyutlanmış bir avlu içerisinde kadın ve erkek için iki ayrı yaşamı barındıran evlerdir. Avlu katından ayrı olarak giriş katında erkeklerin sosyalleştiği, misafirlerin kabul edildiği ‘‘Selamlık’’ ile üst katta ise pencereleri hanımları gizlemek için dışarıdan korunaklı tutulmuş başka bir yaşam alanı; ‘‘Haremlik’’ vardır. Bu yönüyle kabul gören İslâm yapılaşmasında evler çoğunlukla “Beyt-i Süfli” denilen tek katlı yapılardan oluşurdu. İki katlı evler giriş katı ve üst kattan oluşurdu ki bunlara “Beyt-i Ulvi” denirdi. Vakfiyelerdeki kayıtlara göre İslâm gösterişçi bir tutumu uygun karşılamadığından Sultanın bile üç katlı bir eve sahip olmadığı anlaşılırdı. Evlerin çatılarında “Ğurfe” adı verilen balkonlar vardı. Ğurfelerde evlerin kışlık yiyecekleri mevsimsel kurutmalık olarak hazırlanır bazen de seyir terası şeklinde sokaklara kuş bakışı gözlem olanağı sağlardı.
Estetik nokta “Bini”
Geleneksel Türk evlerinde çift kanatlı kapılarda iki kanadın birleştiği noktayı estetik bir şekilde gizleyen yapı elemanına “Bini” denirdi. Biniler pencere ve dolap gibi envanterin kanatları kapanınca kalan aralığı örtmek üzere, bu kanatların kenarlarında bırakılan çıkıntılı bölüm ya da kenarlara çakılan taşkın çıtalar olarak da bilinirdi.
Çatılardaki saçak kenarlarından dışarı doğru uzanmış “Çörten”lerin işlevi ise birikmiş yağmur ve kar sularını yapıdan uzağa akıtmaktır. Çatı süzgeci olarak görev yapan çörtenlerin doğal yükleri peyderpey sağaltmaktaki payları mühimdir. Evlerin sadece hane halkına değil Tanrı misafirlerine kucak açtığını kuş takaları ile müşahede ederiz. Örneğin; tarihi bir Urfa evinin avlusunda otururken bir kanat çırpma sesi ile başınızı yukarı kaldırdığınızda oda pencerelerinin üzerinde yer alan zarif “Kuş takaları”nı görürsünüz. Geleneksel Şanlıurfa evlerinin avluya bakan oda pencerelerinin üstünde “Kuş takaları” vardır. Merhametin incelikli bir işçilikle estetiğe dönüştüğü bu birimlerin yapılarını kuzey rüzgârlarına hedef olamayacak cephelerine yerleştirildiğini görürüz.
Güney Doğu Anadolu bölgesinde nadide örneklerine rastladığımız bir diğer yapı ögesi; abbara ya da kabaltıdır. Kâgir (taş ve tuğladan yapılmış yığma yapı sistemi) evlerin altında çeşitli örgü teknikleriyle inşa edilmiş eğrisel yüzey formlarından oluşan abbara/kabaltılar paralel sokakları birbirine bağlarken; sağladıkları hava sirkülasyonu ile sokaklara nefes aldırırdı. Klasik Mardin evlerinde sembolleşen abbaraların üstü kişisel mülkiyette, altı ise kamunun kullanımına açık bir alan sağlayarak toplumsal bir mutabakatı ifade eder.
Renklerin ve süslemelerin anlamları
Açık sofalı evlerde genellikle üst katın bir cephesi sokağa, bir cephesi avluya bakardı. Hayatın sokağa bakan cephesi kapatılarak buraya ahşap kafesli ya da parmaklıklı pencereler yerleştirilmiştir. Nam-ı diğer; bu kulalar avluya bakan yönü bazı evlerde açık bazı evlerde ise kapalıdır. Bunların örneklerini Anadolu’da hemen her yerde görmemiz mümkündür. Her tavanın, pencerenin, kapının hatta merdiven başlıklarının dahi süslemeleri ve üslubu farklıdır. Süslemelerdeki malzemeler, motiflerin dizilimi, hat ve tezhip teknikleri yanı sıra renkleri de özel anlamlar içerir. Örneğin; Boğaziçi’ndeki kurşuniye dönük gri yalılar Hristiyanlara aitken, kırmızı ve yeşil renkte olanlar münhasıran Müslümanların sayılırdı. Bordo rengi ise paşalara ve devlete hizmeti dokunmuş büyüklere hususidir. Kıyafetlerde olduğu gibi ev ve yalıların renkleri, inşa teknikleri ve kullanım farklılıkları ile kültürler ve sosyal statüler tefrik olunurdu.
Özellikle İstanbul’da özenilerek inşa edilen hususi yalı ya da köşklerde, bazen de şahsi konak alınlıklarında asılı “Ya Hafız” levhaları çok yaygındır. Esma’ül Hüsna’nın “Ey koruyup kollayan”ı “Ya Latif”ten görece olarak daha yaygındır. Vaktiyle; Fuat Paşa’nın İstanbul’u gezdirdiği İngiliz sigorta şirketi yetkilisi, gezintileri esnasında şehrin binaları üzerinde sıklıkla gördüğü “Yâ Hâfız” levhalarını sormuş, paşa da manidar bir cevapla onların “Osmanlı sigorta şirketinin tabelaları” olduğunu söylemiştir. Her medeniyet tasavvuru kendisine ait en üst değerin, dış mekândaki tezahürünü, şehrin en güzel yerine inşa eder.
Copyright © Tüm hakları saklıdır. Merjam.com – Copyright 2021 | Codlio
3D tasarım ajansı Ertesi gün ilacı