Edebiyatımızın diplomatları

Merjam Yazar: Merjam 12 Ocak 2021

Bu haberi arkadaşlarınla hemen paylaş!

Edebiyat tarihimizdeki diplomatların bazıları hevesli, bazıları da Yakup Kadri’nin tabiriyle “Zoraki” diplomat. Zira yönetimle arası iyi olmayan bazı edebiyatçılarımız elçilik vazifesiyle bir nevi ülkeden uzaklaştırılmış. Sefirlik yapan edebiyatçılarımızı hatırlamak adına bu yazılardan hareketle kısa bir derleme yaptık.

Edebiyatımızın diplomatları

 

 

“Diplomasi ile edebiyat çok yakın sahalar olmasa da gerek Osmanlı devrinde gerek Cumhuriyet sonrasında sefarette vazife almış pek çok şair ve yazar mevcut. Peki, onlar kim?”

 

 

Giritli Aziz Efendi

 

Beşir Ayvazoğlu “Edebiyatımızın Sancılı Hariciye Yılları: Aziz Efendi’den Yahya Kemal’e” başlığını taşıyan yazısında Yirmisekiz Çelebi Sefaretnamesi’nin de edebi bir eser sayılabileceğini vurgulamakla birlikte, yurtdışında ikamet eden sefirler arasındaki ilk yazarın Giritli Aziz Efendi olduğunu belirtiyor. Aziz Efendi’nin Muhayyelat-ı Lüdünn-i İlahi adlı eseri edebiyat tarihimizde hikâyeden romana geçişi temsil eder. Büyükelçi olarak iki yıl Berlin’de kalan Aziz Efendi, bu esnada ünlü oryantalist Friedrich von Diez ile ilmi ve felsefi konular üzerine mektuplaşır. Görevi sırasında 1798’de Berlin’de vefat eden Aziz Efendi, orada Müslüman mezarlığına defnedilir.

 

 

Muhayyelat – Giritli Aziz Efendi

 

İlk defa 1852 yılında yayınlanan “Muhayyelat”, yazılı Türk anlatısının ilk örneklerindendir. Yayınlandığı dönemde olağanüstü bir ilgiyle karşılanmıştır. Giritli Aziz Efendi’nin Berlin Büyükelçisi iken Almanya’da yazdığı bu kitap; geleneğin modernize edilerek, sözlü kültürün yazılı kültüre başarılı bir şekilde aktarıldığını gösteren çok önemli bir yapıttır. Gerçekte yazar, Doğu edebiyatını Türk edebiyatıyla, geçmişi kendi çağıyla (Tanzimat dönemiyle) birleştirmiştir. “Muhayyelat” birbirinden bağımsız üç hayalden oluşur.

 

Birinci hayal daha çok gerçeği aramakla geçer, macera, tutkulu bir yapı hâkimdir. İkinci hayalde, iyice belirginleşen mistik bir dünya görüşü ve tasavvufî bir hava hâkimdir. Üçüncü hayalde ise aranılan gerçek bulunmuştur. İyi olanlar hak ettikleri mutluluğa kavuşmuş ve kötüler de cezalandırılmıştır. Eserde cinlerin, ifritlerin, dervişlerin ve olağanüstü güçlere sahip kişiliklerin de yer almış olması, zaten var olan gizemliliği daha da artırmıştır. Sürükleyici ve mistik bir yapısıyla okuyucuyu geçmişin (hayallerin) derinliklerinde yolculuğa çıkartan bir eser.

 

 

Sünbülzâde Vehbi

 

Farsçası çok iyi derecedeydi ve devlet işlerinden de anlıyordu. 1775’te Sultan I. Abdülhamid tarafından İran’a elçi olarak gönderilir. Görevi, Bağdat valisi Ömer Paşa ile anlaşmazlığa düşen ve Basra’yı kuşatan Kerim Han ile görüşerek ihtilaflı durumu ortadan kaldırmaktı. İran’a giden Sünbülzâde Vehbi, Kerim Han ile iyi ilişkiler kurar. Bu süreçteki çapkınlıkları da dillere dolanır.

 

Öte yandan Ömer Paşa onun Kerim Han ile dostluğundan rahatsızdır ve Sünbülzâde Vehbi Bağdat’a gelince araları açılır. İstanbul’a karşılıklı şikâyet raporları göndermeye başlarlar. Bu raporların birinde Ömer Paşa, onun İran’dayken yaptığı çapkınlıkları da ekler.

 

Yapılan tetkikler neticesinde Sünbülzâde Vehbi suçlu bulundu ve idamına karar verildi. Ancak o “Tannâne” adını taşıyan bir kaside yazarak kendisini padişaha affettirmeyi başaracaktır.

 

 

Divan – Sünbülzâde Vehbi

 

Sultan III. Selim adına düzenlenmiştir. Oldukça hacimli bir eserdir. Mısır’da Bulak matbaasında eski harflerle 1837’de basıldı. “Divan”ın baş tarafında Arapça kasideleri ve Farsça Divançe’si yer alır. Edebî değerden yoksun birçok kasidesi vardır. Buna rağmen bazı kasideleri çok ünlüdür. Mesela, “Sühan” redifli ünlü kasidesinde şiir ve devrin şairleri hakkındaki görüşlerini belirtir. Hece vezni ve halk şairleri ile alay eder, kötü şiir yazan şairleri eleştirir. Bu kasidede atasözü niteliği taşıyan beyitlere de rastlanmaktadır. “Tannâne” kasidesi, manzum bir sefaretnâmedir.

 

Bu eserde Vehbi, İran’a elçi olarak gittiğini, Şiraz’da Zend Kerim Han’ın karşısına nasıl çıktığını anlatır, olayları tasvir eder: Şiraz’la İstanbul’u karşılaştırır. “Tannâne” kasidesi tarihi değer taşıması bakımından önemlidir. Bu kaside şairin hayatını kurtarmıştır. Rodos’ta bulunduğu sırada Şahin Giray’ın idamı nedeniyle yazdığı “Tayyare” kasidesi de Vehbî’nin ünlü kasideleri arasında yer alır. Nefi’ye nazire olarak yazdığı bazı kasideleri ve Sâbit’e nazire olan “Ramazaniye” kasidesi de pek başarılı değildir. Gazelleri de kasideleriyle aynı niteliktedir. Klasik mazmunlar ihtiva eden gazellerinde Bakî, Nâbi, Sâbit ve Nedim’in etkileri görülür.

 

 

Sadullah Paşa

 

Berlin’e 1877 yılında büyükelçi olarak gönderilen Sadullah Paşa da dönemin önemli kalemlerinden. “Ondokuzuncu Asır” isimli manzumesi hatırı sayılır bir metindir diyor, Ayvazoğlu. Lamartine’in “Göl” şiirini Türkçeye çeviren Paşa, Homeros’un İliada’sını da çevirmeye çalışmış.

 

Bâbıâli Tercüme Odası’ndan yetişen Sadullah Paşa, Sultan IV. Murad’ın mabeyn başkâtibi olarak atandığında henüz 38 yaşındaydı. Beşir Ayvazoğlu’na göre bu vazife ayrıca onun sonunu da hazırlamıştı. Zira akli dengesini yitiren IV. Murad hal’ edilince tahta geçen Sultan II. Abdülhamid, eski padişahın etrafındaki hiç kimseye acımayacaktı. Bu sebeple o görevinden alınarak alelade bir vazifeyle Filibe’ye gönderildi. 1883’te Viyana Büyükelçiliği’ne tayin edildi.

 

Bu sırada Ahmed Cevdet Paşa’ya yazdığı bir mektupta eşine, çocuklarına, Boğaiçi’ne ve İstanbul’a duyduğu özlemden dem vurmaktadır. Bu yalnızlık hissi yıllar geçtikçe katlanır ve dayanılmaz boyutlara ulaşır. Bütün bunların üzerine bir de Berlin’de gönül ilişkisi kurduğu bir hanımın hamile kalması eklenince, büyük bir skandalın ortasında kaldığını gören Sadullah Paşa, çözümü canına kıymakta bulur. 1891 yılının Ocak ayında kaldığı otel odasında intihar eder.

 

 

On Dokuzuncu Asır Manzumesi – Sadullah Paşa

 

“On Dokuzuncu Asır Manzumesi”, insanlığın var olduğu günden beri oluşturduğu Tanrı, kâinat, akıl ve medeniyet anlayışı ile on dokuzuncu yüzyılda akıl, ilim ve fen sayesinde ulaştığı medeniyet anlayışının karşılaştırıldığı ilk ciddi manzumedir. Burada Doğu ya da Batı ayrımı yapılmamış, insanlığın inandığı ya da kabul ettiği anlayışlar topyekûn karşılaştırılmıştır. Bütün bu eski anlayışları ortadan kaldıran on dokuzuncu yüzyıldaki baş döndürücü gelişmelerdir. Manzumenin her bir beyti bu yüzyılda gerçekleştirilen bir yeniliği ya da eski ile yeninin karşılaştırılmasını ifade eder.

 

 

Abdülhak Hâmid Tarhan

 

Beşir Hoca’nın verdiği bilgiler doğrultusunda Abdülhak Hâmid için çekirdekten hariciyeci demek mümkün. Zira daha 10 yaşındayken Osmanlı Sefareti’nde görevli ağabeyi Nasuhi Bey ile Paris’e, 13 yaşındayken Tahran elçiliğine tayin edilen babasıyla İran’a gitmiştir. Hatta yaşının küçüklüğüne rağmen babasının yanında ikinci kâtip olarak görevlendirilir. 25 yaşında Paris’e ikinci kâtip tayin edilir. Orada kaleme aldığı “Nesteren” adlı eseri yüzünden bir süre sonra azledilir.

 

Beş yıl sonra Belgrad şehbenderliğine tayin edilmiş ancak o bu vazifeyi geri çevirmiştir. Kendisini o tarihlerde Berlin’de görev yapan Sadullah Paşa’nın yanına göndermek istemişlerse de bu görevi de kabul etmeyen usta şair; Poti, Golos ve Bombay şehbenderliklerinde çalıştı. Ardından Londra’da başkâtipliğe, sonrasında da Lahey ve Brüksel’e elçi olarak gönderildi. 1908’de Madrid’e büyükelçi olarak ataması yapılır. Ancak sonrasında Endülüs fatihi Tarık b. Ziyad hakkında piyes yazan birinin Madrid’de görevlendirilmesi sakıncalı bulunarak geri çağrılır.

 

Beşir Ayvazoğlu yazısında Abdülhak Hâmid’in büyükelçiliği daha ziyade keyfince yaşamak ve yazmak için yaptığını ekliyor. Ayrıca çekirdekten yetişme bir hariciyeci olsa da onun büyük bir diplomatik başarıya imza atmadığına da dikkat çekiyor.

 

 

Sahra – Abdülhak Hâmid Tarhan

 

Abdülhak Hamit Tarhan’ın kitap olarak çıkardığı ilk şiir kitabı “Sahra”dır. “Sahra”, Türk edebiyatının pastoral nitelikli ilk eseri olarak kabul edilmektedir. Bu şiirde medeniyetin aslî unsuru olarak kabul edilen “şehir” ile “kır” kavramları arasında birtakım fikrî ve duygusal mukayeseler yapan Hamid, kır yaşamını yüceltir ve ona dair olumlu bir söylem geliştirir. “Sahra”daki birçok şiir biçimsel açıdan daha önce örneği görülmemiş bir yapıya sahiptir. Hamid, bu eserindeki şiirlerinde kimi zaman nazım birimin kimi zaman kafiye şemasını kimi zaman veznin “Tamamen kendine özgü hatta keyfi” bir tavırla değiştirerek ayrı bir yapı ortaya koymuştur.

 

 

Sami Paşazade Sezai Bey

 

Abdülhak Hâmid, Madrid elçiliğinden geri çağrılınca onun yerine çocukluk arkadaşı ve dostu Sami Paşazade Sezai Bey vazifelendirilir. Sezai Bey kesintisiz 12 yıl -sağlık sorunları yüzünden fasılalarla devam ettirdiği 2 yılı da dahil edersek- toplamda 14 yıl Osmanlı Devleti’nin Madrid’deki elçisi olmuştur. 1921’de emekliye ayrılan Sezai Bey, İspanya’ya dair izlenimlerini “Gırnata” ve “El-mescidü’l-Camia: Elhamra” yazılarıyla ölümsüzleştirir.

 

 

Sergüzeşt – Sami Paşazade Sezai Bey

 

Eserde vurgulanan en önemli konu esarettir. Hayatı boyunca satılan, ezilen, oradan oraya fırlatılan bir taş misali görülen, bir insan olarak duygu ve düşüncelerine değer verilmeyen bir esirin dramı konu edilir. Yazar, insanın hayvan gibi alınıp satılamayacağını, esir dahi olsa her insanın duyguları hayalleri ve en önemlisi de bir kalbi olduğu gerçeğini ön plana çıkarır. Romanda Osmanlının Batılılaşmış burjuva sınıfının eleştirili esaret kurumuna bakış açısı ve yaşlı kuşakla genç kuşağın çatışması verilir.

 

Asaf Paşa ve Zehra Hanım, sosyal münasebetlerde ve evlilikte zenginliği öne çıkarır. Oğulları Celal Bey ise zenginliğin önemli olmadığını, asıl olanın güzellik, namus olduğunu belirtir. Günümüz genç kuşağının ilgi çeken bir yönünü ele alan eser o günkü toplumda da bugüne bilgi vermektedir. Konusu gerçek hayattan alınmış bu romanda genel manada esir ticareti, sosyal sınıflar arasındaki dengesizlik, terbiye meselesi, geleneklerin sosyal hayata tesirleri başlıca unsurlardır.

 

 

Yahya Kemal Beyatlı

 

Sami Paşazade Sezai Bey’den 8 yıl sonra bu görevi Türk edebiyatının önemli simalarından olan Yahya Kemal Beyatlı devralacaktır.

 

Paris’te dış politika okuması, Fransızcasının iyi derecede olması ve Urfa milletvekilliği döneminde Türkiye-Suriye Hudut Tashihi Komisyonu’nda Fransızlarla yaptığı görüşmeler sırasındaki başarısı sebebiyle Yahya Kemal, 1926’da Varşova elçiliğine tayin edilir. Beşir Ayvazoğlu, onun büyükelçilik görevini isteyerek mi, yoksa zoraki mi kabul ettiğini tespit etmenin mümkün olmadığını belirtiyor yazısında. Ve ekliyor: “Belki de aykırı bir ses çıkarabilecek şahsiyetlerden biri olduğu için yurtdışında bulunması uygun görülmüştü.”

 

Yahya Kemal’in Varşova’daki hayatı hakkında çok malumatımız yok. Ancak Süleyman Nazif, Faruk Nafiz ve Abdülhak Şinasi Hisar’a gönderdiği mektuplardan vaktini masa başında geçirdiğini, genellikle okuduğunu ve yazdığını öğrenmekteyiz. Geceleri odasında dinlediği Tanburi Cemil Bey’in plaklarıyla İstanbul hasretini demler. Varşova’nın kapalı ve yağmurlu havası büyük şairin, İstanbul’un bahar ve yazlarına duyduğu özlemi kabartmıştır.

 

Buna karşın Yahya Kemal bir diplomat olarak Polonya’da kendisini epeyce sevdirmiş. Üç yıllık Varşova görevinden sonra Madrid’e tayin edilir. Yeni görevine başlar başlamaz Toledo ve Escurial şehirlerini ziyaret eden şairimiz sonrasında Gırnata, Kurtuba ve İşbiliye’ye de gider. Görünüşte bir krallık sistemi mevcutsa da, İspanya o süreçte General Primo de Rivera tarafından diktatörce yönetiliyordu.

 

1931’de ülkede yaşanan siyasi krizler sebebiyle Yahya Kemal Madrid’den gizlice ayrılır. Aynı dönemde İspanya kralının da ülkeyi terk etmesinden sebep birlikte kaçtıkları söylentileri yayılır. Ancak kaynaklardan Yahya Kemal’in İspanya’daki gelişmelerin seyrine dair Ankara’ya onlarca rapor gönderdiği anlaşılıyor. Tabii yine de görev yerini izinsiz terk etmesi büyük bir problemdir. Öte yandan sefirlik yaptığı süre boyunca ünlü şairimizin Ankara ile ilişkilerinin pek de iyi olduğu söylenemez. Bunun sebepleri arasında başına buyruk davranması, verilen bazı talimatlara uymaması zikredilebilir. Ayrıca terfi ve maaşla ilgili ısrarlarının da Ankara’nın canını sıktığı biliniyor. 1932’de Ankara’ya çağrılan Yahya Kemal; Madrid’deki görevinden izinsiz ayrıldığı için müstafi sayılmıştır, yani görevden alınmış ancak bu istifa olarak gösterilmiştir.

 

 

Kendi Gök Kubbemiz – Yahya Kemal Beyatlı

 

Yahya Kemal, en güzel şiirlerini 20. yüzyılda yazmıştır. Bu bakımdan da Türk şiirine güçlü bir ses ve soluk getirmiştir. Ona göre şiir, her şeyden önce dil, istif ve ahenktir. Yahya Kemal şiirlerinde tarihimizi, musikimizi, değerlerimizi, bütün kültür varlıklarımızı, medeniyetimizi ideolojiye bulamadan en güzel şekilde ve sanat olarak işlemiştir. “Kendi Gök Kubbemiz”, yaşadığı ana ruhunu yansıtan bir milletin yeri ve göğüyle bütün bir dünyanın terennümüdür. Bu dünyada “Süleymaniye’de Bayram Sabahı”, rindlik, ufuk, aşk, musiki, “Erenköy’ünde Bahar” ve vatan vardır. İstanbul’un fethinin bize kazandırdığı “Mihriyâr” salınarak Boğaziçi’nde dolaşır. Onun şiirleriyle geçmiş, içimizde yaşar. Biz, atalarla buluşur ve geleceğe kanat açarız. Yahya Kemal bize, geçmişi günden ve gelecekten ayırmadan onunla iç içe sunar. Bu sunuşta beşerî zaaflardan çok insanî değerler öne çıkar.

 

 

Ahmet Hikmet Müftüoğlu

 

M. Selim Gökçe’nin dosyadaki yazısına göre diplomatlık yapan yazarlardan biri de Müftüoğlu Ahmet Hikmet. Galatasaray Lisesi’nden mezun olduktan sonra Hariciye’ye girmiş ve 19 yaşında Pire ve Poti şehbenderliklerine vekâlet etmiş. Ayrıca Galatasaray Lisesi’nde imla, kıraat, sarf ve nahiv hocalığı yapmış. Balkan Savaşları öncesinde Budapeşte şehbenderliğine tayin edildiyse de savaş yüzünden bu görevini yapamaz. Başlangıçta Servet-i Fünûn’un etkisinde olan Müftüoğlu Ahmet Hikmet, Macaristan’a gitmeden önce Türkçülüğün tesirinde kalmış ve hatta “Çağlayanlar” adlı kitabındaki hikâyelerinin bir kısmını orada yazmıştı. 1. Dünya Savaşı sırasında da Macaristan’da bulunmuş ve Türk-Macar dostluğunun pekişmesi için başarılı çalışmalar yürütmüştü.

 

O yıllar ayrıca Türklerin ve Macarların aynı ırktan geldikleri tezinin yeni dillendirildiği yıllardı. Peşte’de bir Turan Cemiyeti bile kurulmuştu. Hatta Turan adıyla bir dergi de çıkartıyorlardı. Müftüoğlu Ahmet Hikmet, Türkiye’ye Milli Mücadele sırasında döner.

 

 

Çağlayanlar – Ahmet Hikmet Müftüoğlu

 

Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun kaleme aldığı on yedi hikâyeden oluşan hikâye kitabıdır. Türkçülük anlayışını hayatının her anında kendine düstur edinen yazar hikâyelerinin sunuşunda “Türkeli Zeybeklerine” başlıklı bir yazı kaleme almış ve “Bu vatan ya şenindir, ya kimsenin!” diyerek okura seslenip örfüne, dinine, vatanına sahip çıkma anlayışında hikâyeler yazmıştır. Yarayı Kanatan, Altın Ordu, Turhan Nasıl Çıldırdı, Yatağan, Yakarış gibi çeşitli hikâyeler bu kitabın içindedir.

 

 

Hamdullah Suphi Tanrıöver

 

Sadık Kutalmış, “Üç Zoraki Diplomat” başlığını taşıyan yazısında Hamdullah Suphi’nin de Macar Turancılarıyla irtibatlı olduğunu vurguluyor. Türk Ocakları’nın başkanlığını yapması hasebiyle yurtdışındaki Türklerle yakından ilgilenen Hamdullah Suphi, Bükreş elçiliğinde vazife almış. Sadık Kutalmış’a göre o da Yakup Kadri gibi zoraki bir diplomat. Çünkü 1927’de Türk Ocakları önce özerkliğini kaybetmiş, ardından da 1931’de kapatılmıştı. Hamdullah Suphi de bir nevi Bükreş elçiliğine sürülmüş.

 

1936’da Bükreş Büyükelçiliği’ne terfi eden Hamdullah Suphi, 1944 yılına kadar bu makamda Türkiye’yi temsil eder. Tarihe vukufiyeti, hitabeti ve güler yüzlülüğüyle Bükreş’teki siyasi çevrelerin takdirini kazanmayı bilen Tanrıöver, Türkçe öğreten okulların açılmasına öncülük etmiş. Öte yandan bölgede Türklerin okudukları Arapça ders kitaplarının Türkçe yapılması ve eski yazıdan Latin harflerine geçilmesi hususunda da girişimlerde bulunmuştur. Yine okullardaki kılık kıyafetler için Türkiye’deki uygulamaların örnek alınmasını sağlamıştır.

 

 

Günebakan – Hamdullah Suphi Tanrıöver

 

İçinde birbirinden farklı fakat bazıları birbiriyle bağlantılı yirmi adet yazı ve yazarın yaşamış olduğu bir nevi hatıralar bulunmaktadır. Bunlardan kısaca bahsetmek gerekirse;

 

Ah Anacağım: Yazarın Anadolu’nun savaş zamanlarında trende yolculuk yaparken bir köyden geçişleri sırasında köylülerin yakarışlarını duyması ve bir köylünün ‘ah anacığım’ demesinin yazarı etkilemesi.

 

Tolstoy: Bu yazısında ise yazar Tolstoy’dan ve Tolstoy’un Rus Edebiyatı için ne kadar önemli olduğundan bahsediyor.

 

Delik Kiremit: Delik kiremit ise bir babanın kiremitleri tamir ederek geçinirken işli oğluna bırakması daha sonra ise oğlunun bu işi bıraktığını ve sebebinin ise oğlunun bütün kiremitleri onardığını ve onaracak kiremit bulamadığı için işi bıraktığını öğrenmesi ve ona nasihat vermesi anlatılıyor.

 

 

Yakup Kadri Karaosmanoğlu

 

Edebiyat tarihimizde Hariciye hatıralarını ayrıca kaleme alan tek yazarımız Yakup Kadri’dir: Zoraki Diplomat. 1934 yılından başlamak üzere sırasıyla Tiran, Prag, Lahey, Bern ve Tahran elçiliklerinde görev alan yazar, hatıralarını 1955’te yayınlanan Zoraki Diplomat kitabında bir araya getirir. Zoraki diplomatlık sadece onun yazgısı değildir, aksine Cumhuriyet’in ilk yıllarında muhalif veya tasvip edilmeyen tutuma sahip pek çok yazarın paylaştığı bir kaderdir.

 

Yakup Kadri’nin Hariciye serüveni, Kadro dergisinin kapatılmasıyla başlar. Tiran’a elçi tayin edilir. Elbette buna sürgün de denilebilir. Hatıralarında aktardığına göre kendisi Tiran’a gönderilirken ne sağlık problemleri önemsenmiştir ne de Hariciye’deki tecrübesizliği… O andaki psikolojisini şu satırlarla ifade eder Yakup Kadri, “Vaktiyle Fizan vardı, şimdi Tiran.”

 

Sadık Kutalmış’ın makalesinin sonunda verdiği bilgiye göre; 1951 yılında Tahran elçiliğinden emekli olan Yakup Kadri, edebiyat dünyasının son diplomatıdır. Zira bundan sonraki süreçte meslekten olmayanların elçi veya büyükelçilik yapmasına izin verilmemiştir.

 

 

Yaban – Yakup Kadri Karaosmanoğlu

 

I. Dünya Savaşı sırasında cephede kolunu kaybetmiş bir subayla, askerliği yeni bitmiş bir askerin köyünde geçen olaylar anlatılmaktadır. Kendi dönemi içindeki gerçekçilik anlayışına uygun olarak yazılmış olan “Yaban”da Yakup Kadri, I. Dünya Savaşı’nın bitimiyle birlikte Sakarya Savaşı’nın sonuna kadar olan sürede bir Anadolu köyünde, köylüleri, köyün durumunu, Milli Mücadeleye ilişkin tavırlarını bir aydının gözüyle verir. Yaban için “Bu eser benliğimin çok derinliklerinden adeta kendi kendine sökülüp, koparak gelmiş bir şeydir” diyen yazar, bu romanda ortaya koyduğu birçok soruna daha sonra yazacağı Ankara’da cevap bulmaya çalışacaktır.

Etiketler:
Merjam

Merjam

  • Editörün Seçimi
  • En Çok Okunanlar

Copyright © Tüm hakları saklıdır. Merjam.com – Copyright 2021 | Codlio
3D tasarım ajansı Ertesi gün ilacı