Bu haberi arkadaşlarınla hemen paylaş!
Türk Sinemasına yön tayin edecek olan, ödüllü yönetmen Semih Kaplanoğlu’nun, yola yine ödüllerle başlayan filmi BUĞDAY... Bu hız çağında biraz yavaşlamaya ve tefekküre davet ediyor bizi.
Türk Sinemasına yeni bir yol ve yön tayin eden, ödüllü yönetmen Semih Kaplanoğlu’nun, yola yine ödüllerle başlayan filmi BUĞDAY… Bu hız çağında biraz yavaşlamaya ve tefekküre davet ediyor bizi. Tokyo Film Festivalinde büyük ödülü ve Adana Film Festivalinde ‘en iyi yönetmen’ ödülünü alarak başladı yolculuğuna. Devamı gelecektir diye düşünüyorum…
Siyah beyaz oluşu sanki hem geçmişte hem de gelecekte geçiyor hissi veriyor, zamanlar üstü gibi… Distopik bir bilim kurgu fakat dili ve üslubu ile Hollywood’da yapılan benzerlerinden ayrılıyor. Bilinmeyen bir ülkedeyiz, farklı ırklar ve milletler var. Yine belli bir ırkın veya milletin üstünlüğü yok, zekânın ve bilginin üstünlüğü var. Otorite ve güç, devletler ve uluslar üzerinden değil, bilim adamları ve sıradan halk üzerinden temsil ediliyor.
Ölü ve zehirli topraklarda yaşayan sıradan halkın çocukları zekâ testinden geçiyor, beyinleri incelenen çocuklar eğer yeterince zeki(!) ise son kalan sağlıklı topraklarda, ışıklı gökdelenler arasında yaşama ve bir geleceğe sahip olma hakkına kavuşuyor. Bu testi bize Arap bir kız çocuğu üzerinden gösteriyor yönetmen, kızın adı Fida, anlamı feda edilen, vazgeçilen demek ve kız yeterince zeki bulunmadığı için feda ediliyor, vazgeçiliyor. Diğer herkesle birlikte, tel örgüler arasından sınırın dışına atılıyor. İstenmediği halde sınırdan geçmek isteyen bir başka genç, yakınlarının engellemelerine rağmen sınıra koşuyor, ışığa koşan pervaneler gibi…
Kusursuz Tohum Peşinde
Bir yandan da bilim adamları genetiği değiştirilmiş tohumları üç hasattan fazla üretemedikleri için krizdedir. “Neden kusursuz tohum yaratamıyoruz?” diye sorar bir bilim adamı. Onun sorusuna bir başkası cevap verir, sebep ‘genetik kaos’ ve doğal tohumlarda bulunan ama GDO’lu tohumlarda olmayan M partikülünün eksikliğidir. Her şeyi yapsalar da bu M parçacığını GDO’lu tohumlarda meydana getirememişlerdir. Bunun böyle olacağını yıllar önce, daha gerçekleşmeden haber veren Profesör Cemil Akman’dır. Akman, artık ölü topraklara göç etmiş, bu teknik açıdan gelişmiş ama ruhsuz medeniyeti terk etmiş bir bilim adamıdır. Cemil’in anlamı güzel, Akman’ın anlamı saf, temiz, bozulmamış kimse demek, yani Akman’ın fıtratı hala sağlam.
Profesör Erol Erin, bir çözüm bulmak umuduyla ona ulaşmaya karar verir. Erol, erkek ol, yiğit ol anlamı taşıyor, Erin de ergin ol yani olgun ve yetişkin ol anlamında. Cemil Akman’ı Hızır ile özdeşleştiren Yönetmen, onunla yolculuğa çıkarak olgunlaşacak olan Erol’u, ismi ve soy ismiyle Hz. Musa’yla ve onun tez canlılığıyla özdeşleştiriyor.
Film baştan sona birçok mekânda tünel ve tünele benzeyen yerlerde, doğum metaforuyla karşılıyor bizi; kutlu bir doğum sancılı olur aynı zamanda, bunu haber veriyor. Özellikle de Prof. Erol’un, Cemil Akman’ı aramaya başladığı süreçte sık sık rastlıyoruz tünel benzeri mekânlara. Erol, Cemil’in izlerini birçok yerde aradıktan sonra, en son bir yangından yaralı kurtulan kızının yaşadığı eve gelir. Aynı yangında Cemil’in eşi ölmüştür. Görkemli fakat sarmaşıklarla sarılmış, bakımsız kalmış köhnemiş bir evde yaşamaktadır Cemil’in kızı Tara, Tara’nın anlamı yıldız. Arkaik bir dil üzerinde çalışan Tara onunla pek konuşmaz. Burada nedense, bu bakımsız evin ve Tara’nın, Türkiye’yi temsil ettiği hissine kapıldım. Bilmiyorum aşırı yorum mu olur ama bu his çok kuvvetliydi.
Uzun arayıştan sonra kendisini sınırdan geçirip, ölü topraklara götürecek rehberi bulur Erol, o Alice’tir. Yanındaki yoldaşı Andrei (Tarkovsky göndermesi) ile birlikte diğer tarafa geçer, uzun ve çileli bir arayıştan sonra Cemil Akman’ı bulur ve Andrei’yi geri yollar. Artık “Hızır” ve “Musa” yola birlikte devam edecektir yani Cemil ve Erol. Tahmin edeceğiniz gibi Cemil Erol’u bu yolculuğun güçlükleriyle ilgili zaman zaman uyarır. Yolda yedikleri balıkta, göl kenarında yüzen balıkta sık sık Yunus Peygamber göndermesi vardır. Bir ara gölde sepette buldukları kız bebeği, mağaralarda yaşayan insanlar arasından bir kadına teslim ederler, gece gördüğü rüyada yanan bir ağaçla konuşur Erol. Ayakkabılarını çıkarıp yaklaşır kutsal olana. Her karesi anlam yüklü, her karesi özenli…
Ertesi gün zorlu yolculuk, hala saf kalan o tohumu ve zehirlenmemiş toprağı aramak üzere devam eder. Uzun yollar aşıldıktan sonra terkedilmiş bir türbeye gelirler, avluda mezar taşları vardır. Binaya yaklaşırlar, kapıda ‘Cerrahi Tacı’… İçeri girerler ve Hayy sesi ile ışıklar yanar. Türbenin merkezindeki örtüleri kaldırırlar ve altında hala saf ve temiz ekilebilir toprak vardır. Toprakla teyemmüm sahnesi tüyleri diken diken ediyor… Bu toprağı zehirli toprağa değdirmeden göl kenarındaki korunaklı seraya taşımaları lazımdır, eğer bozulmamış tohum bulurlarsa kısıtlı su kaynaklarını da kullanarak yeniden doğal hasada başlayabileceklerdir. Bu taşıma sırasında, açlıklarını bastırmak için, peygamberimizin yaptığı gibi karınlarına taş bağladıklarını görüyoruz. Toprağı taşıdıktan sonra merkezde cenin pozisyonunda uyumaları da baştan beri, tüneller ve perspektifle vurgulanan doğum metaforunu kuvvetlendirir. Işıklar hû zikriyle kapanır. Hay’dan gelip Hû’ya gidildiğinin vurgusu…
Toprak tamamdır, tohum arayışında yine Hızır ve Musa kıssasından izler ile devam ederiz. Bundan sonrası için fazla ipucu vermek istemiyorum. Filmin en keyifli kısmı bu son kısım çünkü. Filmin içinde bahsi geçen her kelime, her resim, sokaklardaki duvar yazılarına kadar her şey son derece anlamlı ve düşünülmüş ayrıntılardı, ben sinema karanlığında not alabildiklerimi paylaştım sizinle ama ileride daha ayrıntılı analiz etme şansım olursa eminim daha fazla güzelliklere rastlayacağım. Ayrıca hiçbir şey için fazladan açıklamaya ihtiyaç duymamış Kaplanoğlu ve manayı göstermekle yetinmiş, tıpkı sinemada olması gerektiği gibi.
İngilizce Doğru Tercih Olmuş
Buğday’ın dilinin İngilizce olması eleştirilmişti, ben de sıcak bakmamıştım ilk duyduğumda ama filmi izleyince gördüm ki en doğru tercih olmuş. Çünkü modern dünya zaten tek dile doğru gidiyor ve bu da İngilizce. Yöresel dilleri de duyuyoruz ara ara ama herkes genel olarak İngilizce konuşuyor. Bu da insanların ortak arayış ve ortak amaç uğruna çalışmasını mümkün kılmış izlenimi veriyor. Yani söylendiği gibi yurt dışında da anlaşılsın ve kabul görsün diye İngilizce çekildiği tezini çürütmekle kalmıyor, basitleştiriyor da. Nasıl siyah beyaz olması zamanlar üstü bir kimlik vermişse filme, İngilizce olması da hem herkese ait hem kimseye ait değil hissi veriyor. Başkahramanların Türk olmasını da dünyaya yeni bir nefes bahşedecek olan milletin, bizim milletimiz olduğu müjdesi olarak kabul ediyorum.
Filmin bütününe bakınca, Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın büyük jestini ve desteğini, Buğday’ın Külliyede yapılan galasını çok kıymetli buluyorum. Böyle yönetmenlerin ve filmlerin sayısının artması dileği ile iyi seyirler…
Copyright © Tüm hakları saklıdır. Merjam.com – Copyright 2021 | Codlio
3D tasarım ajansı Ertesi gün ilacı