Bu haberi arkadaşlarınla hemen paylaş!
Görüntüyle etki altına almaya çalışanlar dünyanın en zavallı en ezik ve âciz insanlarıdır. Ağacın mevsimine göre değiştiği gibi bunlar da insana, mekâna ve bulundukları ortama göre değişirler. Dış hâlleri iç dünyalarına da yansır.
Yaşadığımızın çağa uygun bir isim arasak, sanırım ‘Haz peşinde hızlı ve hazırcı bir çağ’ derdik. Evet, hızlı yaşıyoruz, savruk ve farkında olmadan. Hazır yaşıyoruz, bedel ve kefaret emeği olmadan. Haz dersen ruhsal mutluluğun yerine tensel zevkler biriktiriyoruz. Dijital ve sanal bir dünyamız var. Her şey dokunmatik… Tuşa dokun uzak yakın olsun. Klavyeye dokun uzun süreler kısa olsun. Mekanik oldu her dokunduğumuz. Her şeye dokunan insanlık esas dokunması gerekeni unuttu: Gönül.
Kendini yalnız, yaralı ve mutsuz hisseden insanlar sanal dokunmalar değil, yalan sözler, sarılışlar değil, yüreğine, ruhuna yani gönlüne dokunulmasını istiyor, bekliyor. Gönüller tenini gözeten sözler değil ruhunun içselliğine dokunacak sevgiler istiyor.
Gönül bedenin değil, ruhun görünmeyen pınarıdır. Gönül gıybet değil, muhabbet bekler. Artık gönüller tarumar. Yorgun ve usanmış bir hâlde. Gönül küsmekten vurgun yemiş. Bir ses, bir nefes bekliyor aşkın o gizemli ikliminden gelecek bir ses. Bir nefes…
“Gönül gel seninle muhabbet edelim.
Araya kimseyi alma sevdiğim.
Tabip olmayana gösterme yaranı.
Azdırsın sonra yâreyi
Ya benim kimim var kime yalvarayım?
Kaldır kalbimdeki karayı gönül.
Solmasa dünyada güzeller solmaz,
Bu dünya fanidir kimseye kalmaz.
Yalan dolan ile sofuluk olmaz.”
Şimdi türküdeki sözleri bir açalım, serelim yere kilim gibi. Görelim gönül nedir, söz nedir, kadın kimdir, erkek nerededir? Gel seninle aşk edelim, aşkın yolunda ömrün soluğunda konuşalım, içimizi dökelim saklamayalım paylaşalım dersin. Peki, o ne yapar? Kâh gizemli görünür bilmece gibi çözülmeyi bekler, kâh geçmişindeki yarımlıkları sana anlatırken mağdur dilini kullanır. Olsun zamanla geçer diye beklersin. Ardından araya kimseyi alma. Üçüncü şahısların fısıltılarını içine evham yapma dersin. O parça parça eksilterek, kendince bir dudak kenarı sözlerle paylaşır işine geldiğini. Araya üçüncü şahıslarda girer aday adayları da. Tabip, ehli olmayana bizi anlatma dersin. Bu bir yasak değil, hasar tespitinde yanlışlığa imkân vermemek içindir.
O arkadaşlarını hâldaş sanır senden adeta hayatının pişmanlığı gibi bahseder. Kan sızan yaralarını önüne gelene gösterir. Sır sevenler arasında en kutsal emanetken çöl güneşinin altında eriyen buz misali damla damla eriyip dökülür dilden kulağa. ‘Biz’ sadece bir zamir olarak kalır. Sen hep ’O’sundur. O ise hep ‘ben’leşmiştir. Ben şöyleyim, ben bu konuda tutarlıyım. Ben haklı çıktım. Muhabbet artık muhallebiye dökülen kireç tozuna dönmüştür. Kaldır kalbimdeki karayı gönül’deki ‘kara’ kara deliktir. Kuyudan kuyuya çıkan bir delik. Yani kuşkular, yalanların vakti gelince ortaya çıkması. Maskenin düşmesi, makyajın silinmesi. Bir insanın gerçek yüzünü şu iki hâlinde görürsün:
Gevşeklik ve gerginliğinde. İçimdeki evhamları dindir, derken yeni evhamlar eklenir hem de kanata kanata. Yara daha da müzmin bir hâle gelmiştir artık. ‘Günahın da sevabın da kabulümdür.’ diye gelene açtığın kalbin sen de açılan ve gün geçtikçe deşilen yaradır artık. İflah olmaz bir yara.
“Yara ile yâre bir değil midir, aynı manada değil mi?
Yara tenin içi kan dolu hâli, yâre gönlün can dolu mecalidir. Yaran seni yâre götürür de yâr yarasını çekmeye değer mi değmez mi? Bunun cevabını içindeki ölüler verir. Çoğu yaralar yâr bildiğinin inadından nispetinden gelir. Bazı insanlar sevinç hâlinde vaat, öfke hâlinde karar verirler. Ruhu tarumar olanlar ise sevinçli iken şımarır, öfkeli iken nispet eder. Aldatmanın kıvılcımları işte burada tutuşur. Ve bu aldatma niyet ile başlar, tenselliğe kadar gider.
‘Solmasa dünyada güzeller solmaz’ sözü hem hazinliğin hem de hakikatin en büyük cümlesidir. Ah insanlar bunu bir idrak etse… Ömrün ve ölümün sessiz şahitleridir önce içinin sonra dışının çürümesi. Nice insan vardır güzelliğine güvenir, diğer insanlara özellikle hem cinslerine egemen oldukları bu gösteriş güzelliğidir. Erkekler araba alırken diğer erkeklere karşı hava atmak için alırlar. Kadınlar diğer kadınlar için giyinir, süslenir. Arada erkekleri cezbetmek için makyaj yapsa da genellikle hem cinslerine ‘Bak ben hâlâ gencim, genç kızlık dönemimdeki gibi güzelim’ mesajını alttan alta verirler. Gözaltı sarkmaları kapatılır, sivilceler saklanır. Gözlere lens takılır. Göbek korse ile yok edilir, ailesinden çok kuaförünü görmeye başlamıştır. Çantası veya valizi kozmetik mağazası gibidir. Dış görüntü tamam. Sıra sahte gülücüklü pozlarda, konuşmalar pudra tozlu kelimelere hazırdır. Erkek yakışıklı hâlinin kadın güzelliğinin solmayacağını düşünür. Ve bu düşünceleri onların başına belaları, kendini kaybetmeyi aheste aheste yaklaştırmaktadır. Görüntüyle etki altına almaya çalışanlar, dünyanın en zavallı, en ezik ve âciz insanlarıdır. Ağacın mevsimine göre değiştiği gibi bunlar da insana, mekâna ve bulundukları ortama göre değişirler. Dış hâlleri iç dünyalarına da yansır. Kamufle yüz, kibirli yürek. Ve eninde sonunda üzerine kabirde dökülecek üç dört kürek.
“Güzellerin imtihanı çetin olur demiştiniz bir zamanlar. Şimdi ise güzellik adeta bela yazgısı gibi anlattınız.” Buradaki güzeller ten güzelleri değil, huy güzelleridir. Huy sirettir, ten surettir. Gönlü güzel olanın imtihanı teni güzel olanla edilir. Ahlakının güzelliği ile Mısır kadınlarının parmağını kestirirsin, ten güzelliği ile Mısır kraliçesi Cleopatra gibi kendini yılana zehirlettirirsin. Hidayet döneminden önceki Züleyha’yı hatırla. Yusuf hedef tahtasındadır. Züleyha onu kendi nefsinin tatmini için değil diğer kadınlara inat avlamak ister. İçinden “Ey Mısır’ın süslü kokuşmuşları! Hepinizin hayalini kurup koynuna girmek istediği kölem az sonra benim kokumu alacak. Sizler bunu duyduğunuzda avucunuzu yalayacaksınız.
Yusuf’a olan meylimi alay konusu yapmak neymiş hepinize öğreteceğim.” diye geçirir.
İhtirastan daha çok dişini sıkıp diğer kadınlara olan hıncını çıkarmaktır tek amacı. İnat ve nispet fırtınasıyla girer odasına. Geçer aynanın karşısına, makyajını tazeler. İçine sinmez. Yeniden sil baştan makyajını yapar. Kokular sürünür. Yağlar ay ışığı gibi yapmıştır alnını. Saçlarını tarar, zülfünü kıvrım kıvrım döker yanağına. Yakar mumları, buhurlar sıkar odanın her bir yanına. Artık yeryüzünün en güzelidir ya, ‘Yusuf’un kaçış çaresi kalmadı’ diye kendinden emin bekler avını.
İpek saten yatağının üzerine gül, nilüfer yaprakları saçar. Heyecandan eser yoktur. Güzelliği baştan çıkaracaktır. İşte o kadar güzeldir Züleyha. Az sonra ayak sesleri gelir.
Vurulur kapı. Tak.Tak..Tak…
“Efendim beni istemişsiniz, müsaadeniz var mıdır?
Potifar efendimin haberi var mıdır?’’
“Gel, Yusuf! Kapı önünde oyalanma gir içeri.”
Usulca açılır işlemeli ceviz tahta kapı. Yusuf önce hafif karanlık odanın duvarlarına vurmuş gölgeyi görür. İrkilir.
Utanır. “Efendim galiba uygun değilsiniz. Ben sonra geleyim.”
“Hayır, Yusuf. Hiçbir zaman olmadığım kadar uygunum.” der mermer sehpanın üzerindeki mumu havaya kaldırarak; “Yusuf, anlamadın mı tüm bu hazırlıklar senin için.” “…” Yusuf, boncuk boncuk terliyor. Titriyor, Yusuf’un bacakları. Elleri avuçları sanki kan çukuruna ateş ocağına batırılıp batırılıp çıkarılmış gibi hem kanıyor, hem de yanıyor. Züleyha cilveli, nazların kadını. Yusuf, sessiz niyazların adamı. ’Rabbim beni koru!
Yusuf’un dudakları çöllerden de kurak. Boğazı düğüm düğüm.
Ne dese? Ne yapsa da bu afet-i kıyametten sağ salim çıksa. Ah… Züleyha afallamıştır. Yusuf’un duyarsızlığı, onu görmezden gelmesi içini hırs, hınç karışımı çamur etmiştir. Anlar ki Yusuf’u vücudunun şuhluğu etkilememiştir. Gözü kamaşmamıştır. O hâlde sür sözlerine makyajını, tenin vuramadığı yere zıpkın gibi batsın kelimeler. Yattığı yerden hafifçe doğrulur. Bu kez eline bir ince belli kristal bir şişe almıştır. Şişeden yavaş yavaş döker kâseye şarabı. Ne o Züleyha ellerin mi titriyor? Yarısı kâseye yarısı yatağa dökülür şarabın. Kan kırmızısı nar şarabı. İçine hoş kokular katılmış. Esrik ve keskin bir koku yayılır denizlere.
“Yusuf, dudakların kurumuş haydi bir yudum alsana!”
Aşk güzelliğinin şehvet güzelliği ile mücadelede olduğu Yusuf, sabret! Mevla Kerimdir. Ha gayret. Allah seninle.
“Madem sen içmiyorsun gel de benim bâdelerime şarap damlat. Emrediyorum! Sen nasıl bir kölesin efendine hizmet et!” “Ben Potifar efendimin kölesiyim. Köle pazarından beni satın alıp getiren odur.” “Ben de onun karısıyım. Benim de kölem sayılırsın!” “Maazallah. Allah’tan sakınırım. Efendimden utanırım. Karısı olduğunu söylediğin adama ne diye ihanet ediyorsun? Sen kocana ihanet edebilirsin ama ben Rabbime ihanet edemem.” Öfkeden burun delikleri bir büyüyüp bir küçülen Züleyha, derin bir iç çekti.
Odaya hafif açık pencereden içeriye hırsız gibi süzülen rüzgârın titrek mumların direnişini kırmaya çalıştığı anlarda bir sessizliktir çöktü. Döktü Züleyha sahte gözyaşlarını. Güya her erkeğin dayanamadığı masumiyet katresini akıtırsa Yusuf’ta merhamet gösterip yaklaşacak, ya bir bez mendil uzatacak ‘gözyaşlarını sil’ diye ya da yanı başına oturup omuzunda yaş dökmesine müsaade edecekti. Hiçbiri olmadı. Yusuf adeta olduğu yerde görünmez bir çiviyle çakılmış gibi duruyordu. Parmağının ucuyla sildi gözlerini Züleyha. Önce hüzünlü bir bakış, sonra hararetli bir yakış diye içinden hinlik geçti. Gözler kalbin aynasıydı ya. Söze gözlerden başlamak gerekiyordu.
“Yusuf, gözlerin ne kadar da güzel.”
“Onlar Rabbimin cemalini görecek.”
Olmadı. Tutmadı. Haydi, şansını bir daha denesene Züleyha. Güzelliğine güven. Tatlı yalanlarından yardım iste. Devam et. Büyüleyici olsun kelimeler. Tınısı kulağa hoş seda, tılsımı sarhoş edici olan kelimeleri çağır imdadına:
“Yusuf, burnun ne güzel. Yusuf, yanağın ne hoş hele o gamzelerin her gün gördüğümde içine düşmek istediğim kelebek vadisi gibi… Yusuf, boyun ne kadar güzel. Ah o ellerin sanki denizin içinde yürüyen bir Zümrüdü Anka kuşu gibi. Ah Yusuf, kaşların defneyaprağı gibi kalın ve kıvrımlı. Ay Yusuf, çenenin titreyişleri üzerine çiğ düşmüş gül gibi. Senin her şeyin başka türlü güzel. Sen sarayı, tüm Mısır’ı güzelliğine esir ve zebun etmiş gizemli kahramansın.”
“Sus Züleyha sus! Kelimelerin daha fazla günahına girme. Kaderin mevsimlerinde solup gidecek, toprağın altında çürüyüp yok olacaklar güzel olsa ne olmasa ne! Senin şeytani güzelliğine yenilmez benim Rabbani güzelliğim. Allah’tan kork! Vebalime girme! İmtihanımsın biliyorum ama o imtihanı verene sığınıyor yalnızca ona güveniyorum!”
Döner sırtını Züleyha’ya kapıya doğru yürür. İşte o anda bir ok gibi fırlayıp yataktan reddedilmenin cinnetiyle tırnaklarını geçirir Yusufî gömleğe ve yırtar boydan aşağı. Beş tırnak. Beş yırtık. İki tırnak sırtının derisinde kanlı iki sıyrık bırakır Yusuf’un. Bir mühürdür artık iki yara yan yana. Birinde Yakup, diğerinde Yusuf yazar gibi. Yusuf ömrü boyunca o mührü taşıyacaktır sırtında. ‘Sadrında iman olanların sırtından hançer mi eksik olurmuş?’ der susar. Eli kapının sürgüsünde. Züleyha’nın dilinin ucunda ise sürgün iftiralar. Sonrasında;
“Yetişin! İmdat! Bu sapık bana tecavüz edecek!”
Tam kapının ardında Potifar ve birkaç muhafız. Göz göze gelir köleyle efendisi. Yusuf öyle bakar ki derinden derine Potifar’ın gözlerinin içine. Dünyanın tüm kelimeleri gelse anlatamaz o bakışın yanık akışını. Bir bakış bir bakışa neler neler anlatır. Bir bakış ki masumiyeti göreni ömür boyu ağlatır. Gerisi malum. Gelelim konumuza. Burada Züleyha’nın pudralı güzelliği cazibe, iftira ve dil yarası… Yusuf’un aşk güzelliği iman, imtihan ve can yarası…
Günümüz kadınlarının bazıları Züleyhalık derdinde. Ancak Yusuf için ne kesilecek parmakları kaldı, ne de ar damarına geçecek tırnakları. Günümüzün bazı erkekleri aşk davasında büyük laflar ediyor. Ama gel gör ki bırak Züleyha’nın kendisini, ismini duyunca ağızlardan akan suyun bir damlasında boğulacak kadar şehvet dalgıçlığındalar.
Sinan YAĞMUR
Copyright © Tüm hakları saklıdır. Merjam.com – Copyright 2021 | Codlio
3D tasarım ajansı Ertesi gün ilacı