Bu haberi arkadaşlarınla hemen paylaş!
Sevilen oyuncu Volkan Severcan meslek hayatına dair merak edilenleri yanıtladı. İşte sanatçının 30 yılı aşkın sanat hayatından yansıyanlar…
Sanatçı Volkan Severcan, “Kurulduğumuzdan beri tiyatroya, prodüksiyona para harcayan bir tiyatroyuz. O yüzden ben çok mutluyum. Önümüzdeki senelerde de mutlaka bu tarz prodüksiyonlara devam edeceğiz.” dedi. İkinin Biri oyunuyla 7 Haziran’da Denizli Açıkhava Tiyatrosu’nda sanatseverlerle buluşacak oyuncu ve seslendirme sanatçısı Volkan Severcan, “Hiçbir oyundan çok fazla para kazanmadım. Çoğu oyunda çok zorlandım. Ama bunu olabildiğince, gücüm yettiğince yapmaya çalışıyoruz. Seyirci ne kadar gelirse bu tiyatrolar da o kadar çok performans yakalayacak aslında. Yani her şey seyirciye bağlı.” dedi.
“Bir Başka Gece”, “Yasemince”, “Çiçek Taksi” ve “Çocuklar Duymasın” adlı uzun soluklu dizilerde oyunculuğuyla dikkati çeken, kurucusu olduğu Sahnekarlar Tiyatro Topluluğu ile Anton Çehov’un “Vişne Bahçesi” ve Ray Cooney’in “İkinin Biri” oyunlarıyla seyirci karşısına çıkan sanatçı, 38. yılını kutladığı profesyonel sanat hayatında yaşadıklarını anlattı.
Yeni bir oyun mu başlıyor?
Aslında oynadığımız bir oyun ama pandemiden dolayı ara vermiştik, 2 yıldır oynamıyorduk. Şimdi tekrar başladık, ‘İkinin Biri’. Tamer Karadağlı, Zeyno Gönenç, ben, Sefa Zengin, Zuhal Yalçın, Yağmur Uzunoğlu, Bora Severcan. Bora zaten hem sahneye koyuyor hem de oynuyor. Böyle güzel bir kadromuz var.
İlk üç ismi sayınca zaten ‘Çocuklar Duymasın’ ekibi toplanmış gibi olmuş.
Evet üçümüz de varız. Oyunda, dizidekinden farklı olarak, Tamer ile Zeyno karı-kocayı oynuyor. Tamer, İngiliz içişleri bakan yardımcısını oynuyor. Ben de onun özel kalemini oynuyorum.
Pandemide provalara başlayıp, özellikle tiyatroseverlerin hem özlediği hem de imtina ile tiyatrolara gitmeye başladığı bir dönemde, sahneye Vişne Bahçesi gibi bir klasikle çıktınız. Özel bir tiyatro olarak deli cesaretine sahip olmalısınız?
Öyle düşünmüyorum. Çoğu insan böyle bir yaklaşımda bulunuyor da biz daha önce de tiyatroda Çehov kısa oyunlarından oluşmuş bir oyun, ‘Çehov Kabare’ oynadık. Çehov çok güncel bir yazar. Her ne kadar bu oyunu 120 yıl öncesinde yazmış olsa da oyunu seyredenler de aynı fikirde. Bugüne dair çok fazla şeyi barındıran bir oyun ‘Vişne Bahçesi’.
Biz ağırlıklı olarak komedi oynayan bir tiyatroyuz. Ama komedi seçmememin sebebi, dönemsel. Pandemide koltuğun biri boş olacak, maskeli seyredeceksin (şeklindeki kurallar) komedi seyircisini de reaksiyon açısından zorladı. O yüzden fırsat bu fırsat, zaten Çehov’u çok yapmak istiyorduk, ‘Vişne Bahçesi’ni mi yapsak acaba?’ dedim. Çok da güzel bir kadro oynuyor oyunda. Hani kimisini ararsın bazıları olmaz, ötekine gidersin ya, bu oyunda öyle değildi. Büyük bir şansı var. Kimi aradıysam Vişne’nin ‘V’sini duyduğu anda zaten hepsi kabul etti. Herkes özlemiş yani bunu ama seyirci de özlemiş böyle oyunları seyretmeyi. İlk defa özel bir tiyatro Vişne Bahçesi’ni oynuyor. Genellikle ödenekli tiyatroların yaptığı bir şey bu tarz oyunlar. O yüzden orada bir farklılığımız var.
Özel tiyatro için risk gibi gözüküyor ama sanırım seyirci açısından geri dönüşleri de iyi değil mi?
Evet, çok güzel gidiyor. Kalabalık bir oyun. Dekor ve kostüm uygulaması son derece ağır. Özel tiyatrolar şimdi biraz daha ucuz işlere yöneldi mecburen. ‘Aman iki kişilik olsun, dekor olmasın. Öyle tiyatro olsun’a yöneldiler. Onlara biraz alternatif durduğumuzdan böyle bir düşünce var. Ama biz kurulduğumuzdan beri tiyatroya, prodüksiyona para harcayan bir tiyatroyuz. O yüzden ben çok mutluyum. Önümüzdeki senelerde de mutlaka bu tarz prodüksiyonlara devam edeceğiz.
Sahnekarlar olarak sanıyorum Çehov’u çok seviyorsunuz?
Seviyoruz tabii canım. Sahnekarlar olarak değil, tiyatroyla gerçekten alakası olan devlet konservatuvarlı bir aktörüm nihayetinde. Çehov’a bulaştıysan zaten sevmemek mümkün değil. Muhteşem bir yazar. Bir aktör olarak da öyle bir rol yazıyor ki adam, sanki koşa koşa giden müthiş bir atın üzerinde gibisin. Seyirci de mutlu oluyor gerçekten bundan.
Afişinizdeki görüntü film sahnesinden bir kare gibi ve sahnedeki görüntünüz de öyle hakikaten.
Vişne Bahçesi’ni çok farklı yorumlarla sahneye koydu birçok insan. Yurt dışındaki örneklerinde de öyle. Güncelleştiren birçok insan oldu bunu. Farklı metaforlarla da alıntılayan çok insan oldu. Fakat Bora, klasik koymayı tercih etti. Bence de doğru yaptı. Yani klasik formda oynuyoruz oyunu. Çok mutluyum.
1985 Şehir Tiyatrolarında sahnelenen Vişne Bahçesinde, karakteriniz Yermolay Lopahin’i Savaş Dinçel oynamıştı. Siz de kadrodaydınız sanırım o yıl değil mi? Rolünüz ne idi?
Evet, doğru, vardım. Figürandım o zaman. Yeni yeni başladığım yıllardı. Figürandım ama birkaç görevim daha vardı. Bir Rus yönetmen gelmişti. Onun asistanıydım aynı zamanda. Bir de ‘Gayev’ rolünde Necdet Yakın oynuyordu. Bir sahnede gitar çalması gerekiyordu. Gitar çalmayı bilmiyordu. Arkada gitarı ben çalıyordum. O çalıyormuş gibi yapıyorduk. Bir görevim de oydu. Kalabalık olarak ekiple çıkıyorduk sahneye.
Enstrüman da çalıyorsunuz?
Tabii canım çalıyorum.
Hangi enstrümanlar?
Kontrbasçıyım aslında. Kontrbas, gitar, piyano, hepsini çalıyorum.
Oynadığınız Yermolay Lopahin, dönemin aristokrasisinin içinde işçi sınıfı ailesinin oğlu olarak büyümüş bir karakter değil mi? Siz ne söyleyeceksiniz karakteriniz için?
Dönemsel olarak tabii aristokrasinin var olduğu ve artık yok olmaya başladığı bir dönem. Benim oynadığım rol bir köylü aslında. Aristokratların yanında çalışan, onların getir götür işlerini yapan bir ailenin çocuğu Yermolay Alekseyeviç Lopahin. Fakat değişen Rusya’nın içerisinde, o dönem ticaretle uğraşıp para kazanmaya başlıyor. Aristokratlar da paralarını kaybediyor. Dolayısıyla, köylünün, çalışanların, ticaretle uğraşanların, yeni fikirlerin ortaya çıkmasıyla ilgili ve aslında devrimin bir başka kanadından da yürüyen bir rol.
Çöküşle birlikte dönüşen, başkalaşan bir karakter mi?
Aslında değil. Lopahin’i öyle bir yazmış ki Anton Çehov, aileye yardım etmeye de çalışıyor. Bir aidiyet duygusu da var aslında. Onları seviyor ve ne yapmaları gerektiğini de onlara anlatıyor. Duyamıyorlar, bulamıyorlar onun söylediklerini. Sonra da bildiği yoldan gidiyor. İşte seyrederlerse bizi, seyrederler kim haklı kim haksız? Onlar illa ki karar verecek nihayetinde. Çehov’da mutlaka kendine uygun bir rol buluyorsun seyrettiğin zaman. Ben buna yakınım diyorsun illa ki.
Siz nasıl değerlendiriyorsunuz karakterinizi?
Çok müthiş, çok güzel bir rol. Bir aktörün başına gelebilecek en güzel rollerden bir tanesi.
Yeniliklere uyum sağlamak isteyen ama törpülenmemiş kaba bir tarafı da var aslında değil mi?
Kaba çünkü öyle yetişmiş ve o gücü başka türlü bulmuş. Ama ‘Sen böylesin ama severim seni. Senin farklı bir kalbin var.’ diyor. Kabalığı hatır hutur kullanan bir adam da değil. Kötü bir köylü formülü çizmiyor. Aslında bizde de öyledir ya. Geçen gün bir belgesel seyrettim, bir kere daha seyrettim mesela onu. ‘’Tahtacı Fatma’. Bilir misiniz bilmiyorum? Bir köyde yaşadıkları halde son derece entelektüel bilgilere sahip olabiliyorlar da. Ailesi okumamış, okutmamışlar onu. Yazısı o kadar kötü ki. Lafları var, ‘Göstermeye utanıyorum insanlara, kötülüğünden dolayı yazımı. Ama okumaya da çalışıyorum aslında. Okuduğumu anlamıyorum ama yine de okumaya çalışıyorum.’ diyor. Ama başka şeylerde kendisini geliştirmiş. Günümüzde de benzeri şeyler yok değil. Hayat böyle devam ediyor aslına bakarsanız. Aslında kötü değiller ama günümüzde de öyle. Baktığınız zaman onlara bir sosyal statü belirliyorsun ve bazen onlara sanki yoklarmışçasına bakıyorsun. Ama onlar tüm dünyada, Türkiye’de de böyle, Türkiye’nin ticari hayatını elinde bulunduran insanlardır birçoğu.
Sanat hayatınızda 38. yılınızdasınız sanırım?
Profesyonel hayatta 38 yıl.
1984’te başladığınız Şehir Tiyatroları, 2000’de özel tiyatrolar, ardından Tiyatro Sahnekarlar’ı kurdunuz değil mi?
Doğrudur. 1992 yılında Şehir Tiyatrosundan ayrıldım. Dormen Tiyatrosu kapanana kadar oradaydım. 2000 yılında kapandı Dormen Tiyatrosu. Sonra Tiyatro İstanbul, Tiyatrokare, Beşiktaş Kültür Merkezi’nin ardından kendi tiyatromuz Sahnekarlar’ı kurduk. 15 yıldır Tiyatro Sahnekarlar devam ediyor.
Tiyatronuzda hem oyuncu hem de Genel Sanat Yönetmeni olarak görevinize de devam ediyorsunuz sanırım?
Ben bu tiyatroyu kurarken, bana ait bir tiyatro gibi lanse edilmesini çok sevmeyen biriydim. Yani Volkan Severcan Tiyatrosu diye de koyabilirdim ismini. Burası Sahnekarlar. Dolayısıyla tiyatroyu, bu işi güzel yapmak isteyen insanların bir araya geldikleri bir kumpanya burası.
İsmini nasıl buldunuz?
Bir gün böyle oturuyoruz; ‘İsim bulalım tiyatroya.’ dedim ben. Çok zor bir şey, tiyatroya isim koymak. Sonra sevgili Melda Gür’ün eşi ‘Sahnekarlar olsun.’ dedi. Bu cümleyi söyledim o geldi ve gelir gelmez de çok beğendik Sahnekar ismini. O yüzden de Sahnekarlar oldu.
Kaçıncı oyununuz?
Valla herhalde 12-13 oyunumuz oldu galiba. Epey oldu yani.
Özel tiyatroyu ayakta tutmak gerçekten zordur. Sanıyorum ki, VS (Volkan Severcan) Creative şirketiniz de var değil mi?
Evet, var.
Oradan kazancınızı tiyatronuza bir akış olarak mı sağlıyorsunuz? Yoksa tiyatroda kendinizi döndürebiliyor musunuz projelerinizde? Orada neler yapıyorsunuz?
Profesyonel tiyatro, son 20-25 yıldır çok rahat kendi kendini yürüten bir iş alanı değil maalesef. Tüm profesyonel tiyatrolar için geçerli bu. Zaten baktığınız zaman profesyonel tiyatroda çok fazla yeni tiyatro kuruldu ama o eski, güçlü tiyatrolar da gücünü bayağı kaybetti. Birçok tiyatro kapandı. İşte Devekuşu Kabare yok, Kenter Tiyatrosu, Dormen Tiyatrosu, Tolga Aşkıner-Nisa Serezli Tiyatrosu yok artık. Ama bir şekilde hayatını devam ettirmeye çalışan tiyatrolar da var. Profesyonel noktada, ticari tiyatro yapan, yani kalabalık insanlara oyun oynayan tiyatro sayısı günümüzde son derece azaldı. Bir de oyun oynama sayımız çok düştü. Eskiden haftanın 6 günü ve hatta çarşamba, cumartesi, pazar günü bir matine oynardık. Hatta, cumartesi-pazar mutlaka tiyatronun bir de çocuk tiyatrosu olurdu. Çocuk oyunları da oynardık. Şimdi bu çok azaldı. Biz haftada 2-3 tane oyun oynadığımız zaman ‘Oh iyi geçti hafta.’ diyoruz.
Eskiden İzmir-Ankara’ya 1 ay turneye gidiyorduk. Şimdi 2 gün gidebiliyorsak, ‘Bak süper oldu, 2 gün oyun oynayabildik.’ diyoruz. Özellikle Ankara-İzmir, çok daha uzun süreli turneye gitmemiz gereken şehirler olduğu halde yine de 2 günü geçmiyor. O yüzden özel tiyatronun satış gücü maalesef birazcık eskiye nazaran düştü. O yüzden de prodüksiyondan, oradan, buradan küçülmeye başladı tiyatrolar. Benim televizyondan ve şirketimden kazandığım parayla bunu bir şekilde sübvanse etmeye çalışıyoruz. ‘Hangi oyundan çok fazla para kazandın?’ diye sorarsan, hiçbir oyundan çok fazla para kazanmadım. Çoğu oyunda çok zorlandım. Ama bunu olabildiğince, gücüm yettiğince yapmaya çalışıyoruz. Seyirci ne kadar gelirse bu tiyatrolar da o kadar çok performans yakalayacak aslında. Yani her şey seyirciye bağlı. O yüzden de güzel şeyler yapmaya çalışıyoruz.
Kreatif tarafta ne tür işler yapıyorsunuz?
Firmaların normal şartlarda yaptığı işlerin yanı sıra kendilerini anlatmakla ilgili bir sorumlulukları var tabii ki. O yüzden bir entertainment modelinin şirketlerle nasıl koordine olabileceği ile ilgili bir şey geliştirdim ben. Bunu ilk önce İmaj’da başladık. Sevgili Betül Mardin ile İmaj Entertainment diye bir şirket kurduk. Sevgili Cemal Noyan ile de çalışıyorduk. Seslendirme işleri yaparken İmaj entertainment da vardı. Burada halkla ilişkiler departmanlarının ya da şirketlerin halkla ilişkiler ayaklarının altında yapacakları aktivitelerin değerlendirilmesi, onların kreasyonlarının yapılması gibi bir çalışma sergiledim ben. Yeni bir işti bu Türkiye’de. Fakat daha sonra bayağı bir beğenildi yaptığımız iş. Çok ciddi ve büyük firmalara servis verdik yıllar önce ve hala daha veriyoruz.
Televizyona “Bir Başka Gece” ile başladınız sanırım değil mi?
İlk başlangıcım Uğurlugiller dizisi oldu. Ondan sonra “Bir Başka Gece” vardı, çok uzun süre devam etti.
Uğurlugiller’in, Yıldız Kenter ve Şükran Güngör ile çok güzel bir kadrosu vardı. İlk uzun süren eski dizilerden değil mi?
Evet. Konservatuvara girdim, saçlarım uzundu. Gitar çalıyorum, bir yandan küpe var kulaklarımda. Biraz aykırıydım. Bir Barış Manço’da bir bende vardı o zaman uzun saç. Hoca, ‘Bir ressam rolü var. Gel sen oyna Volkan.’ dedi. Televizyon dönemim öyle başladı. Sonra ‘Bir Başka Gece’ çok uzun süren bir iş oldu ve bir sürü proje var hayatımda.
Bir Başka Gece’nin yanı sıra içinde yer aldığınız “Yasemince”, “Çiçek Taksi” ve “Çocuklar Duymasın” da çok uzun süren projelerdi aslında değil mi?
Tabii, Bir Başka Gece, çok uzun süren bir projeydi. İçinde birçok şey vardı. Ben onun içerisinde skeçlerde oynamaya başladım ilk. Orada da ‘Alican ve Öğretmeni’ diye çok tutmuş ve uzun süre sevgili Yasemin Yalçın ile oynadığımız bir bölüm vardı. ‘Alidan’ diye, konuşması biraz zor bir öğretmendim.
Hazır yeri gelmişken söyleyeyim; o zaman bayağı bir tepki gelmişti, ‘Niye böyle bir öğretmen yapıyorsunuz? Öğretmeni niye böyle var ediyorsunuz?’ diye. Oysa o öğretmen gibi benim ailemde de birisi vardı. Kulağı duymadığı için bazı kelimeleri konuşmakta zorlanıyordu. Aslında bir engellinin de varlığını anlatan bir tarafı vardı onun ama onu komik algıladılar. Hiç öyle düşünmemiştim ben. Böyle insanların da var olduğunun altını çizmek üzere yaptığım bir şeydi. Bizde şöyle bir şey var, bize bir metin geliyor. Metne bakıyorsunuz ve şekillendiriyorsunuz, yönetmen de beğenirse. Allah rahmet eylesin. Aram Gülyüz ile çok eğlenmiş, çok gülmüştük. Sonra tepkiler gelmişti ve normal konuşmaya başladım ben. Fakat seyirci çok beğendi onu bir yandan da sonra tekrar ona döndüm. Ben herhalde 20 yıl oynadım onu, Yasemince’de sevgili Yasemin Yalçın ile.
Bu rollerin bu kadar da tutmasında belki de seyirciler kendi içlerinde gördükleri insanlarla özleşiyor ve o yüzden bu tip karakterleri çok seviyor olabilir mi?
Geçen gün bir hekim arkadaşımla sohbet ederken şöyle bir şey konuştuk. Doktor dizileri çekiliyor ya, diyor ki; ‘Bunların doktorlukla alakası yok aslında. Keşke birilerine sorsalar ve öğrenseler.’ diyor. Bunlar belgesel değil. Dolayısıyla bir şey illa olması gerektiği gibi değil. Adı üzerinde kurmaca bunlar. İlla gerçek olması gerekmiyor bazı şeylerin ama yapılanların bir yerlere dokunması lazım tabii. Steteskop kullanıyorsan, oyunda onu nereye koyacağını da öğrenmen lazım ama çok ağır cümleler kullanıp, gerçek bir doktor edasıyla bir belgesel kıvamında gitmesi gerekmez bazı şeylerin.
O kadar da ciddiye almamak lazım değil mi?
Evet yani televizyon dizisi nihayetinde 1,5-2 saat. Gerçi şimdi 3,5 saat ama hoşça vakit geçir, eğlen. Çok da bence irdelememekte fayda var.
Sinemada “Bana Şans Dile”, “Hababam Sınıfı Askerde”, “Pamuk Prens” ve daha çok sayıda filmde rol aldınız. Ancak sizin yoğun çalıştığınız bir diğer bir konu, seslendirme. Bir sıralama yapmanız gerekirse hangisi hayatınızda daha ön planda?
Ben tiyatro oyuncusuyum. Mesleğim, tiyatro oyuncusu. Tiyatro oyuncusu olduğum için yaptığım diğer işlerim de var. Yani mikrofonun başında da oynayabilen bir aktörüm ben. Onun tekniğini de öğrendim. Dolayısıyla seslendirme ve dublaj sanatçılığı, mikrofonun başında oynayabilen insanların yaptığı bir şeydir. Televizyonda ya da sinemadaki oyunculuk modelinin de temel oyunculuktan çok büyük farkı yok, itiraf etmem lazım. Sahnede olmak, bir oyunu doğru okuyabilmek, bir rolü doğru değerlendirebilme özelliği olan ve bunun için seçilmiş ve yetiştirilmiş bir aktörüm ben. Ama mesleğim tiyatro oyunculuğu. İşim bu. Dolasıyla diğerleri mesleğimle ilgili yan işler. Hepsini çok severek yaptım. Tabii ki en kocaman salona gittiğinizde 600 kişiye oynuyorsunuz ama Çocuklar Duymasın’ı bir gecede milyonlarca kişi seyrediyor. Ulaştığınız insan sayısı çok fazla. Televizyonun böyle bir gücü var. Çok ciddi, çok önemli bir iletişim aracı.
Geçmişten bugüne “Ölü Ozanlar Derneği”, “Leon”, “Susam Sokağı”, “Akıl Oyunları, “Son Peygamber Hz. Muhammed S.A.V.” (Malik), “Robin Hood”, “Da Vinci’nin Şifresi”, “Terminatör” ve “Harry Potter” filmlerinin yanı sıra yüzlerce özel projeye sesinizi verdiniz. Sesinizin tanınırlığına ilişkin seyirciden gelen tepki nasıl?
Çok fazla şey, binlerce şey konuştum. Sayısını gerçekten ben de bilmiyorum. Bir yandan hayatımın önemli işlerinden biri olan reklam spikerliği de yapıyorum. Ama şunu net söyleyebilirim size, TRT insanların hayatında varken ve tek kanalken bu sesler çok daha bilindikti. Mesela Yalan Rüzgarı diye bir dizi film vardı, orada seslendirme yapıyordum. O dönemi bilenler çok iyi hatırlayacaktır. Yayınlandığı dönem taksiciler dahil işi gücü bırakıp oturup diziyi seyrediyordu. Konservatuvarda öğrenciyim bir yandan, bir yere gittiğimizde şiir okuyorum falan. O zaman seyirciden duyardım sesimi tanıdıklarını. Şimdi pek öyle değil seslendirme hayatı. ‘Bu ses o.’ falan pek olmuyor. Sadece TRT varken, Dallas’ta konuşuyorsanız eğer bu onun sesi diyordunuz. Radyo tiyatrosunda konuşuyorduk, sesler daha tanıdık ve aşinaydı. Şimdi birçok aktörün yüzü olarak da biliniyorsunuz.
Seslendirmede reklam, filmlere ve dizilere göre daha kazançlı galiba.
Reklam spikerliği farklı bir şey. Çok arkadaşım ‘Ya ben de seslendirme yapayım, konuşayım.’ diyor. Ama reklamı isteyince konuşmuyorsunuz. Reklamda seni istemeleri gerekiyor. Senin istenebilir bir spiker olman lazım. Konuştuğunuz zaman ‘Bunu o yapsın.’ demeleri gerekiyor. Dolayısıyla bunun için reklam ajanslarının dışında aynı zamanda bizim ses ajanslarımız var. Onlar kendilerine göre yeni projeler için uygun ses auditionları hazırlıyor. Bir de düşünsenize, 30 saniyede bir şey anlatmanız gerekiyor ve bunu iyi anlatabilecek, doğru yapabilecek kişilere yönleniyorlar tabii ki. Tabii ki kazancı diğer işlerden daha farklı reklam spikerliğinin. Benim de aşağı yukarı hayatımda 30 yıldır reklam spikerliği var.
Sürekli konuştuğunuz kendinize yakın bulduğunuz, seslendirmekten hoşlandığınız karakterler var mı?
Son on yıldır çok yoğun seslendirme yapmıyorum, itiraf ediyorum. Yine birkaç filmde konuştum. Güzel bir şey olduğu zaman yapıyorum seslendirme ama bu işi eskisi kadar yoğun yapmadığını itiraf etmem lazım. Bir dönem çok yoğunken şimdi bunun kazancı eskisi gibi değil. Şimdi de çok insan merak ediyor, seslendirme yapmak istiyor ama bu iş eskisi kadar karlı, para kazandıran bir iş değil, önce onu söyleyeyim. Çok zor bir iş. Bu işin içerisinde yetişmek için çok zaman harcamanız gerekiyor. Bu harcanan zamanın nihayetinde, alınan paralar da çok tatmin edici değil. Bu yüzden Türkiye’de profesyonel aktörlerin çoğu seslendirme yapmayı bıraktı. Artık sahada çok fazla onların seslerini duyamıyorsunuz.
Yeni bir dünya, sadece bu işi yapan insanlar çıktı ortaya. Kötü çeviriler gelmeye başladı. Kötü çevirilerde aktör olmayan birçok konuşmacı orada kendilerine yer edinip, ucuza bu işi yapabilir hale geldi. Seyirci de çok da umursamadı bu durumu. ‘Böyle de olsa seyrederiz.’ denildi ya da bir kısmı ‘Alt yazılı seyrediyoruz ne gerek var?’a döndü. Sinema filmlerinde, Türkçe seslendirmelerde daha fazla özen gösterilse de televizyon sektöründe seslendirmeler son dönem ne yazık ki pek de güzel değil. O yüzden çok fazla seslendirme yapmıyorum. Hem çok zaman alan, hem de genellikle yerin altında 2-3 metrekare stüdyonun içine girip önünüzde bir monitör ve elinizde bir metinle yapmaya çalışıyorsunuz. Biraz yoruldum galiba o işten.
Peki Yeşilçam döneminde çok özel isimlerin özel sesleri vardı. Hala Türk sinemasında böyle tercihler oluyor mu? Oyuncular hala başka sesleri kullanıyor mu?
Yok, artık çok fazla seslendirme yok. Ama bazı aktörler gerçekten bunu arzu ediyor, istiyor. Mesela bizim oyunumuzda oynayan sevgili Gülen Karaman yıllardır Nebahat Çehre’yi konuşuyor. Gerçekten ikisi artık bir bütün onların. Nebahat Hanım da Gülen’siz bir iş yapmıyor, Gülen de muhteşem konuşuyor. Nebahat hanımın da gayet güzel bir sesi var. Aslında istese pekala kendi de konuşabilir ama o öyle bir bütünlük oluştu. Sesli çekim tekniği çok gelişti artık Türkiye’de. Seslendirme çok kolay bir şey değil inanın. Senkron yapılması, onların teknik bir şekilde ayarlanması, insanların zamanının olması, bunların ciddi planı var. Ne yaparsanız yapın, o anda sizin verdiğiniz doğal reaksiyondaki sesiniz gibi olmaz. Ne kadar aktör oynatıyorlarsa o kadar seslendirmeye ihtiyacı olmaz sinemacı ve televizyoncuların.
Seslendirme yönetmenliği de yaptınız. Disiplinli, titiz ve katı bir seslendirme yönetmeni olduğunuza dair duyumlar aldım. Bu doğru mu?
Evet biraz öyleyim.
Bu sadece seslendirme için mi yoksa genel bütün işleriniz için mi böyle?
Bütün işlerimde çok disiplinliyim. Biraz obsesif yapılı bir adamım. Mükemmel olması gerekiyor her şeyin. Çok çalışkan bir adamım. Hala öyleyim yani. Oynadığım roller komik roller olarak seyirciye yansıyor ama galiba, masanın öte tarafına geçtiğim zaman biraz disiplinliyim. Hata pek affetmem, kabul etmem. Bunun öyle de olması gerekiyor galiba.
Kardeşiniz Bora da yönetmenliği seçti sanırım?
Bora çok yetenekli bir tiyatro yönetmeni. O yönetmenliği seçti. Mesela ben yönetmenlik yapmayı tiyatroda çok sevmem. Bayılmıyorum yönetmenlik yapmaya. Çok zorlu bir iş. Ben oynamayı daha çok seviyorum. Ama seslendirme yönetmenliği uzun süre yaptım. Çok uzun bir süre hayatım, seslendirme yönetmeni olarak geçti. Bora tiyatroda çok yetenekli bir yönetmen olduğu kadar, seslendirmenin şu andaki incilerinden bir tanesidir. Tabii o da benimle beraber başladı bu hayata. Benim disiplinimi benden daha fazla uygulayan bir yönetmen.
Yeni bir televizyon ya da sinema projesi var mı?
Hali hazırda televizyona pek çok sıcak bakmıyorum.
Neden?
Birkaç sebebi var. 36 yıl televizyonda çalıştım. Televizyonda geçen zamanım çok uzun bir süre. Hiç işsiz kaldığım dönem yok. Devamlı tercih edilen bir aktördüm demek ki. Şimdi 3,5 saat dizi çekiliyor. 3,5 saat dizi yazılamıyor bile. Yazılamayan bir şeyi çekmek gerekiyor. Bir televizyon dizisinde oynayabilmek için başka hiçbir iş yapmamak lazım. Bunun içerisine tiyatro da giriyor tabii ki. Dolayısıyla burada bu işi yapabilmem için çok ciddi para kazanmam lazım. Televizyon sektöründeki rakamlar çok düştü. Bizim 10 sene önce aldığımız rakamları telaffuz bile ettiremiyorlar şu anda. O yüzden benim için ticari bir karşılığı yok şu an televizyonda olmanın.
Yapılan işlerin kalitesini çok sağlıklı görmüyorum. Çok uzun süreli, çok uzatılmış işler çekiliyor. Bu yapmayacağım anlamına da gelmiyor çünkü çok severek çalıştığım yapımcılar var. Biri, Birol Güven. Zaten hayatımın son 10 yılı Birol Güven ile çalıştım. Yine Birol’dan sitcom tarzı bir şey gelirse sıcak bakarım. Ama tiyatroya daha yakın duruyorum. Güzel bir sinema filmi olursa belki tabi ki düşünebilirim.
Sinemada gerçek hayattan biri de olabilir, oynamak istediğiniz bir karakter var mı?
Ben daha çok, oynamamı istedikleri şeyin ne olduğunu görmek istiyorum. O bana daha heyecanlı geliyor. ‘Volkan şu senaryoyu okusana. Biz şu rolü senin için düşündük.’ demeleri benim için daha heyecanlandırıyor. Beni düşünmüşler bununla ilgili ve ‘Ben bunu yapabilir miyim acaba?’ diye kendime sormak bana daha heyecan verici geliyor. Birisinin kapısını çalıp bak ben bunu oynamak istiyorum demeyi hiç düşünmedim. Her yeni film, her yeni işin heyecanı var ya, bunu daha çok seviyorum ve beni düşünmelerini.
Sahnekarlar olarak ‘İkinin Biri’ne tekrar başladınız, Vişne Bahçesi’ne devam ediyorsunuz. Yeni başka bir oyununuz olacak mı?
Yeni bir oyunumuz daha var. Provasına başlamıştık aslında. Fakat ‘İkinin Biri’ biraz daha öne geldi. Erken çıkartalım diye ona yeniden başladık. Ona da ara verdik. Sevgili Birol Güven’in yazdığı ‘Yatak Odası Diyalogları’ adlı, birçok hikayenin bir araya geldiği bir kitap. Daha önce Sadri Alışık Tiyatrosu’nda da sahnelenmişti ama içerisinde bol bol hikaye var. Ondan da 10 oyun çıkar aslına bakarsanız. Onunla ilgili bir çalışmamız var. Bakalım yakın zamanda muhtemelen önümüzdeki dönemde sahneleyeceğiz.
İki kişilik mi, kalabalık kadro mu olacak?
4 -5 kişi oynayacağız onu. Aslında bir karı-koca hikayesi. Karı kocanın yatak odasında yaptığı diyalogları. Daha doğrusu evde yalnızken, biraz da yaşını almış, evlilikleri 15-20 yıl geçmiş ve evlilikleri birazcık zorlaşmış bir çiftin hikayesi. Muhteşem bir oyun, muhteşem yazmış zaten Birol. Bakalım göreceğiz.
Kaynak: AA
Copyright © Tüm hakları saklıdır. Merjam.com – Copyright 2021 | Codlio
3D tasarım ajansı Ertesi gün ilacı