Dünya Edebiyatının Unutulmaz Kahramanları

Merjam Yazar: Merjam 5 Aralık 2020

Bu haberi arkadaşlarınla hemen paylaş!

Dünya Edebiyatının Unutulmaz Kahramanları

Dünya Edebiyatının Unutulmaz Kahramanları

Dünya Edebiyatının Unutulmaz Kahramanları

Edebiyat-1


 

Dünya Edebiyatının önemli ve unutulmaz roman kahramanlarından; Nikos Kazancakis’in Zorba’sı, Gustave Flaubert’in Madam Bovary’si, Tolstoy’un Anna Karenina’sı, Cervantes’in Don Kişot’u, Dostoyevski’nin Raskolnikov’u, J. D. Salınger’in Holden Caulfield’i, Franz Kafka’nın “Gregor Samsa”sını, Victor Hugo’nun “Jean Valjean”ını ve Stendal’ın “Julien Sorel”ini sizler için inceledik.

ZORBA


Zorba

Nikos Kazancakis- Aleksi Zorba

 

“Zorba”, Yunanlı ünlü yazar Nikos Kazancakis’in 1946 yılında yayımlanan, Aleksi Zorba adında Makedonyalı bir adam ile hayata karışmak amacıyla Girit’e gidip orada bir linyit yatağı işletmek isteyen entelektüel bir adamın kesişen hayatlarını konu alan romanıdır. Bu roman yazarın kendisiyle giriştiği bir tür sessiz hesaplaşma sayılabilir. Geçmişin, kayıp giden zamanın ve insanın temel yanılgılarının bir kez daha gözden geçirilmesi olarak görülen roman, Kazancakis’in, yaşamının yenilgiler ve soru işaretleriyle dolu bir bilançosunu çıkarır. Zorba, insanı arayışın serüvenidir, sürekli bir arayışı, sonu gelmez çabaları yansıtır.

 

“Mutluydum, biliyordum. Bir mutluluğu yaşarken onu kavramamız zordur; ancak o geçip de arkamıza baktığımız zaman, birdenbire biraz da hayranlıkla, ne kadar mutlu olduğumuzu anlarız.”

Nikos


 

Hayatımda Tanıdığım En Rahat Ruh

 

Peki, romana ismini veren Aleksi Zorba kimdir? Zorba, hayata sıkı sıkıya tutunan, yaşamı bir serüven olarak görüp bu serüvenin her dakikasından keyif alan, belki de geçmişte yaşadığı türlü acılardan sonra modern dünyanın çok önemsediği bazı kavramları fırlatıp atmış, hakkını vererek yiyen, içen, çalışan, santur çalan, dans eden, özgürlük timsali bir adam. Kazancakis’in, hayatımda tanıdığım en rahat ruh, en sağlam vücut, en özgür haykırış onundu, dediği Zorba’nın temsil ettiği bu özgürlük olgusu, gündelik hayat, milliyetçilik, ulus, din, tanrı, savaş gibi kavramlara bakış açısı yazıldığı döneme göre oldukça sıra dışı.

 

“Hayatım yanlış yola sapmıştı, insanlarla olan ilişkilerimi iç konuşma haline sokmuştum. O kadar düşmüştüm ki, bir kadına aşık olma ile kitap okuma arasında seçim yapmam gerekse, kitabı seçerdim.”

 

Yazdıklarını bir kitap değil de Aleksi Zorba için bir güzelleme olduğunu ifade eden Kazancakis, romanında toz pembe bir dünya çizmekten ziyade, içinde bulunduğu dünyada acıların, haksızlıkların, ölümün, riyakârlığın da olduğunu ve bunların eleştirilmesi gerektiğini ortaya koymuştur.

Anna Karenina


 

Anna Karenina-Tolstoy-Anna Karenina

 

“Anna Karenina” romanı, Tolstoy’un yüzyılın en büyük aşk hikâyesi olarak kabul edilir. Romanın dikkat çeken bir özelliği de, Anna karakterinin oluşumuna ilham verenin, Rus yazar Alexander Puşkin’in en az annesi kadar güzel kızı Maria Hartung olmasıdır. Tolstoy’un hüzün ve iç sızıyla hatırladığı yıllarda yazdığı romanı Anna Karenina, yazara göre temel bir fikri soyut formülasyonlara başvurmadan açıklayan, sanatta biçimi bağımsızlaştırmayıp içerik ile fikri bütünleştiren bir yapıyı temsil ediyor.

 

Roman, yaşlı bir erkekle evlendirilmiş olan Anna Karenina’nın, genç subay Vronski ile içine sürüklendiği ilişkiyi niçin evlilikle sonuçlandıramadığını sorgular. Buradaki temel sorgulardan bir diğeri de bu kararı vermesine engel olanın sosyetedeki statüsünü gözden çıkaramaması mıdır? Tolstoy, “Anna Karenina” ile aristokrasi temelinde kurulu ideal aile mitosunda, bireyin bütünlüğünü koruyan o büyük organizasyonda kadının doğal dürtülerini yıkıcı bir tehdit gibi gören ve ona ev hanımı-anne rolünün ötesinde bir varoluş alanı tanımayan muhafazakâr anlayışı sorgular.

Tolstoy


 

Karakter Tahlilleri ve Psikolojik İrdelemeler

 

Karakter tahlilleri ve psikolojik irdelemeleriyle dikkat çekmek romandaki başkahraman Anna Karenina, Rus aristokrasisine mensup şık ve güzel bir kadındır. Kibarlığı ve saygıdeğer kişiliği ile çevresinde hayranlık uyandırmaktadır. Anna’nın monoton bir evlilik hayatı ve bir de çocuğu vardır. Mutluluğu evliliğinden çok çocuğunda bulmaktadır. Genç subay Vronski ile aşkın peşine takılmasına karşın, iyilik timsali kocasının yaklaşımıyla bir tür vicdan hesaplaşmasına da giren Anna, çevresel faktörlerin baskısına yiğitçe göğüs germesine rağmen sevdiği adamla onu suçlu hissettiren kocası arasında kalmanın bedelini ağır öder.

 

“Onu Anna’ya bağlayan bu sevginin, gönüllerde tatlı ya da tatsız birtakım izlerden başka bir şey bırakmadan geçen sosyete ilişkilerine benzeyen geçici aşklardan olmadığını hissediyordu.”

 

Kişiliklerin tek tek incelendiği romanda, Anna’nın hayatı, yaşadığı ikilemli ilişkiler derinlemesine verilir. Dürüst bir evlilik üzerinde yasak aşkın yol açtığı yıkım anlatılmaktadır. Bu olay örgüsü üzerinden konunun geçtiği 19. yüzyıl Rusya toplumuna ait yaşam tarzı, eğitim sorunları, kadın hakları gibi konulara da değinilmektedir.

Cervantes-1


Don Kişot

Cervantes-Don Kişot

 

“Don Kişot” romanı, artık yok olmak üzere olan şövalyeliği, alaylı bir dille eleştiren şövalyelik ile ilgili söylentilere, haklarında alışılmış yaklaşımların dışında, kahramanlıklarını anlatmak yerine, şövalyelik ile alay eden bir romandır. 1605 ve 1615 yıllarında iki bölüm halinde yayımlanan roman, İspanyol edebiyatının en akıcı ve bekli de Dünya edebiyatındaki en çok tanınan eserdir.

 

Bununla da kalmayarak Don Kişot, Modern Batı edebiyatının en kayda değer romanlarından biri olarak da kabul edilebilir. 16. yüzyıl İspanyası’nın La Mancha bölgesindeki küçük bir köyde o güne dek kendi halinde bir asilzade olarak yaşayan Alonso Quijana, okuduğu şövalye romanlarının etkisiyle tek başına dünyayı değiştirmeye, haklıları savunmaya, haksızları cezalandırmaya karar verir. Bunun için üstüne eski zırhlı bir elbise, paslı bir kılıç, başına da berber tasından bir miğfer geçirerek şövalyeliğe soyunur.

Cervantes-2


 

Dönemin İdealist İnsanını Temsil Eder

 

“Evden ayrılır ayrılmaz yüreğine derin bir kaygı düştü. Az daha geri dönecekti. Kafasında korkunç düşünceler dolaşıyordu: Şövalye değildi. Şövalyelik geleneklerine göre bu unvanı taşıyan birine silah çekemezdi. Bu unvanı taşımadıkça hiçbir şövalye ile dövüşemez, kalkanına hiçbir arma kazıtamazdı. Şövalyelik tutkusu ağır bastığından geri dönmekten vazgeçti. Üstelik okuduğu hikâyelerde, yoluna ilk çıkan insandan şövalyelik unvanı alan çoktu, o da pekâlâ öyle yapabilirdi. Bu düşünce yüreğine su serpti, önüne ilk çıkandan kendini şövalye ilan etmesini isteyecekti.”

 

Kendine Don Kişot adını vererek yollara düştüğünde tek beklentisi kendisine resmen şövalye unvanının verilmesidir. Sürekli yenilgiye uğrayarak dışlanan, anlaşılmayan, anlaşıldığında alay edilen, kazandığı zaferlerde bile ardından büyük duygular bırakan, topluma yabancı düşmüş biri olarak macerasını yaşar. Don Kişot, o dönemin idealist insanını temsil etmektedir. Onun için gerçeklik düşüncedir. Önemli olan görünen değil, kişinin aklında ona verdiği değerdir.

 

Romanda, idealist karakter Don Kişot ile materyalist karakter Sanço Panza, toplumla çatıştırılmış ve sonunda Don Kişot yenik düşmüştür. Don Kişot’un ideallerinin peşinden giden hayalperest yapısı materyalist toplum tarafından delilik olarak görülse de aslında deli olanın toplum olduğu gizli bir mesaj olarak anlatılmıştır. Cervantes, eserinde insanoğlunun hayattaki amacına değinmiş ve bunun için mücadele etmesi, savaşması gerekliliğini Don Kişot’un traji komik öyküsüyle bizlere ulaştırmıştır.

Suç ve Ceza


Suç ve Ceza

Dostoyevski-Raskolnikov

 

“Suç ve Ceza” dünya edebiyatının en çok okunan, en büyük romanlarından biri olarak kabul edilir. Dostoyevski, ilk bakışta polisiye bir romanı çağrıştıran bu eseriyle, insan ruhunu bir kez daha büyük bir sınav ile karşı karşıya getirir. Maddi imkânsızlıklar yüzünden üniversite öğrenimini yarıda bırakmak zorunda kalan Raskolnikov, aslında diğer üniversite öğrencileri gibi asil ailelerin çocuklarına ders vererek ve annesinin büyük zorluklar içinde kendisine gönderdiği bir kaç rubleyle üniversiteyi bitirinceye kadar idare edilebilecekken hayatındaki acılara birdenbire son vermek arzusundadır.

 

Sefalet içinde yaşayan, üniversite ile ilişkisi kesilmiş genç Raskolnikov, kendince bir kuram geliştirir ve hem kendisinin hem de yakınlarının sıkıntısına bir anda son vermek için yaşamayı hak etmediğini düşündüğü, yaşlı, hastalıklı, kaçık ve insafsız bir kadın olan tefeciyi öldürmeye karar verir.

Dostoyevski


 

Kibirli Ancak Kendini Sorgulayan Biri

 

“Bu yaşlı kadının bir manastıra gömeceği para ile binlerce güzel işler yapılabilir, insanlara yardım edilebilir! Yüzlerce, belki binlerce, eğer doğru kullanılırsa. Onlarca aile yoksulluktan, yıkımdan, kötülüklerden, cinsel hastalıklardan kurtarılabilir -yalnız onun parasıyla. Onu öldür, parasını al, onun yardımıyla insanlığa hizmet et ve diğer tüm iyi işlere. Ne düşünüyorsun, küçük bir suçu binlerce iyi iş temizlemez mi? Bir yaşama karşı binlercesi çürümekten ve yıkımdan kurtarılabilir. Yüzlerce yaşamı bir ölümle değiştiriyorsun. Ayrıca var oluşumuzun terazisinde bu hastalıklı, kötü yaradılışlı yaşlı kadının ne değeri olabilir?”

 

Raskolnikov, romanın başkahramanı olmakla birlikte, kibirli ancak kendini sorgulayan biridir. İyi, kötü, suç, adalet ve ceza üzerine toplumsal dengeler üzerinden sonu gelmeyen düşünceleri vardır. Oldukça duygusal ve yaşadığı iç çekişmeler nedeniyle sürekli tedirgindir. Hayatındaki acılara birdenbire son vermek arzusuyla işlediği cinayetin üzerine ruh dünyasındaki gerilimleri daha da artar. Belli bir düşünsel ve toplumsal ortamın ürünü olan Raskolnikov karakterinde, hümanizmden, insancıl ve ılımlı bir toplumcu düşünceden radikal biçimde ayrılan anarşist bireyin özellikleri açıkça görülüyor.

Çavdar Tarlasında Çocuklar


Çavdar Tarlasında Çocuklar

J.D.Salinger-Holden Caulfield

 

“Çavdar Tarlasında Çocuklar” romanı, tutunamama durumunun çelişkisini erken yaşlarda yaşayan bir bireyin, geçirdiği psikolojik ve sosyolojik travmaların yansımalarını ortaya koyuyor. Varoluşunu anlamlandırma sıkıntısını kendi zihinsel dünyasında son noktaya kadar taşıyan Holden Caulfield, toplum dışına itildiği ve hâkim kimselerin oluşturduğu dünyanın bir bireyi olamadığı için yaşadığı olaylar ve kişiliği onu bir anti kahraman yapar. Toplumla uyuşamayan on altı yaşındaki Holden; pasif, korkak, çekingen, yalancı, güvensiz ve başarısız bir kişiliğe sahiptir.

J.D Salinger


 

Varoluşunu Anlamlandırma Çabası

 

Bu anti kahramanın, psikiyatri kliniğinde son bulan öyküsü üzerinden anlattığı tüm olayların hangi nedenlerle ortaya çıktığı ve bunun nasıl bir kişiliğin sonucu olduğu kitapta yer alan ayrıntılar ile doğrulanmaktadır. Çevresinden uzaklaşması yalnızlaşmasını, sorgulamaları ise arayışını ortaya çıkarmıştır. Holden’ın tüm davranışlarının nedeni aslında kişiliğini oluşturan özgürlük isteğidir. Bu motivasyon duygusu ile sonu kötü biten yollardan düzlüğe çıkabilme umudu taşımaktadır. Holden’ın 50’li yılların ABD’sinde yaşadığı düşünüldüğünde, onun aynı zamanda gelişmiş ve az gelişmiş ülkelerdeki yaşıtlarının dünyasını yansıttığı da gözlemlenmektedir.

 

“Anlatacaklarımı gerçekten dinleyecekseniz, herhalde önce nerede doğduğumu, rezil çocukluğumun nasıl geçtiğini, ben doğmadan önce annemle babamın nasıl tanıştıklarını, tüm o David Copperfield zırvalıklarını filan da bilmek istersiniz, ama ben pek anlatmak istemiyorum. Sonra, onlarla ilgili en ufak bir söz etsem, bizimkilere inmeler iner. Ayrıca, size o lanet özgeçmişimi olduğu anlatacak filan da değilim. Ben size sadece iyice yamulup buraya getirilmeden önce geçen Noel’de başıma gelen manyaklıkları anlatacağım.”

 

Holden, oyun kavramı açısından incelendiğinde romana yansıyan en önemli yanı bu kavramın onun varoluşunu anlamlandırma çabasının bir aracı konumunda olmasıdır. Gelişen olaylar dizisi düşünüldüğünde, ailesi ve çevresi tarafından yalnız bırakılmış bir kişilik öne çıkmaktadır. Modern toplumun en büyük çelişkilerinden biri olarak görülen kalabalıklar içinde yalnız kalmak duygusu, Holden karakterinin davranışlarına yansımakta ve onu ancak bu sıkışmışlıktan “oyun” oynayarak kurtulma yoluna itmiştir.

Madam Bovary


Madam Bovary

Gustave Flaubert-Madam Bovary

 

“Madam Bovary”, 19. yüzyıl Fransız kadınının kıstırılmış hayatını ve iç dünyasını oldukça şeffaf bir şekilde ele alan, dönemin kadın erkek ilişkilerine de ayna tutan bir başyapıttır. Yayımlandığında büyük yankı uyandıran, toplumun din ve ahlak anlayışını sarstığı gerekçesiyle yasaklanmaya çalışılan eser dönemin ahlak anlayışına ve burjuva değerlerine karşı güçlü bir eleştiridir.

Gustava


 

Öz Değerlerini Yitiriş

 

Vasat bir doktorla evlendikten sonra boğucu taşra yaşamı içinde sıkışıp kalan Madam Bovary, mutsuzluğu bir kader olarak kabul etmeye razı olmayan bir kadındır. Büyük hayalleri, hayattan büyük beklentileri olan, okuduğu romanlardaki tutkunun ve romantik fantezilerin özlemiyle yaşayan, aradığı ideal aşkı bulmak için çıktığı yolda hiçbir fedakârlıktan kaçınmayan bir karakterdir. Aşırı derecede hayalci, ihtiraslı, lüks ve gösteriş meraklısı, duygularıyla hareket eden, bencil, sorumsuz bir kadın olan Madam Bovary, burjuva hayatının yapay parıltısına kapılarak, sınıf atlama tutkusu ile öz değerlerini yitirerek kendi çöküşünü hazırlamıştır.

 

“…O muhteşem hayatı hayalinde canlandırmaya çalıştı. Onunla birlikte bütün Avrupa ülkelerinde, bütün yorgunluklarını ve gururunu paylaşarak, ona atılan çiçekleri toplayarak, kostümlerine kendi eliyle nakışlar yaparak, başkentten başkente dolaşırdı.(…) Emma’ya bir çılgınlık geldi. Tenor kendisine bakıyordu muhakkak! İnsan kılığına girmiş aşkmış gibi, kuvvetine sığınmak için koşup kollarına atılmak ve ona: ‘Kaçır beni, götür beni, gidelim! İçimdeki bütün ateşler, bütün rüyalar senindir!’ demek, haykırmak geldi içinden.”

Dönüşüm


Gregor Samsa

Franz Kafka-Dönüşüm

 

“Dönüşüm”, Kafka’nın yaşamıyla paralel pek çok unsurun bulunduğu, Kafka’nın kendi kendisinin anlattığı bir eserdir. Gregor Samsa’nın babasıyla arasındaki ilişki de Kafka’nın babasıyla ilişkisini anlatan pek çok benzerlik bulunmaktadır. Eser, 20. yüzyılın en önemli romanlarından biri olarak kabul edilmektedir. Gregor Samsa karakteri, Kafka’nın kendi yaşamını, toplumun beklentileriyle bu yaşamın nasıl biçimlendiğini ve bu biçimlenmenin ruh dünyasındaki yansımalarını iddialı bir biçimde anlatır.

 

 

Modern Toplumda Yabancılaşma

 

“Gregor Samsa, bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu. Zırh gibi sertleşmiş sırtının üstünde yatmaktaydı ve başını biraz kaldırdığında bir kubbe gibi şişmiş, kahverengi, sertleşen kısımların oluşturduğu yay biçimi çizgilerle parsellere ayrılmış karnını görüyordu; karnının tepesindeki yorgan neredeyse tümüyle yere kaymak üzereydi ve tutunabileceği hiçbir nokta kalmamış gibiydi. Gövdesinin çapıyla karşılaştırıldığında acınası incelikteki çok sayıda bacak, gözlerinin önünde çaresizlik içerisinde, parıltılar saçarak sallanıp durmaktaydı.”

 

Modern toplumda yabancılaşmanın mükemmel örnekleri, Gregor Samsa karakterinin hikâyesi üzerinden okuyucuya aktarılıyor. Roman Samsa’nın böcek olarak uyanmasıyla başlar. Ailenin ona bakışını, bu hale nasıl geldiğini ve kendisinin düşüncelerini iç konuşmalar sayesinde anlatır. Sonra bazı duyularını kaybeder, iyice iletişim kuramaz olur. Artık o korkulan bir varlıktır. Ve babasının fırlattığı elmanın sırtında yara açmasıyla ölür.

Franz Kafka.


Dönüşümün Bireye Yansıması

 

“Gregor’u gören kiracılar evden ayrılma kararı alırlar. Bu olay üzerine Grete artık Gregor’dan kurtulmaları gerektiğini ailesine söyler. Anne ve baba da aynı fikirdedirler, ancak bir çözüm yolu bulamamaktadırlar. Gregor odasına döner. Kımıldayacak hali kalmamıştır. Sırtında çürüyen elma canını acıtmaktadır. Sabahın üçünde ölür. Sabah odayı temizlemeye gelen gündelikçi kadın Gregor’un ölüm haberini aileye müjdeler. Aile rahat bir nefes almıştır.”

 

Bu hikâyenin ve Gregor Samsa’nın en belirgin özelliklerinden biri, endüstri toplumunda bireyin içinde bulunduğu ortamda kendinden nasıl uzaklaştığını ustaca ortaya koymasıdır. Hayatta değer verilen her şeyin bir görüntüden ibaret olması, önceki inançların, geleneklerin farkında olmadan gelişmesi, iyi olanın aslında kötü, güzelin çirkin, kuzeyin güney, siyahın beyaz olduğu bu dönüşümün bireye yansımasıdır

Sefiller


 

Sefiller-Victor Hugo-Jean Valjean

 

1840-1861 yılları arasında yazılan “Sefiller”, Victor Hugo’nun en meşhur romanıdır. “Sefiller”, adaletsizliğe karşı bir hücum niteliği olan roman, romantizm akımının şaheseridir. Victor Hugo, bu giderek çökmekte olan dini yapıyı vurgulayarak başladığı romanında, yalnız kilise ve onun dini etkisine değil yıpranan bir çağı anlatarak, tüm toplumu gerçekçi bir biçimde merceğinin altına yerleştirmeye çalışmıştır.

Victor Hugo-1


Eski Bir Kürek Mahkûmu

 

Fransız İhtilali’nden sonraki yıllarda oldukça fakir bir genç olan Jean Valjean, aç kalan yeğenlerinin karnını doyurmak için fırından ekmek çalar. Ekmeği çaldığı için hırsızlık suçundan yakalanır ve kürek mahkûmu olur. Kaçma girişimleri sonucunda cezası uzatılan Valjean, 19 yıl sonunda şartlı olarak tahliye edilir. Hapisten çıktıktan sonra toplumda herkes tarafından dışlanan, kötü biri olarak görülen Jean Valjean, aç ve kimsesizdir. Eski bir kürek mahkûmu olduğu için kimse ona yatacak yer ve iş vermemektedir.

 

“Kendini seyreder gibiydi. Gözünün önünde bir hayal görüyordu. Kürek mahkûmu Jean Valjean, etiyle kemiğiyle, elindeki sopası, arkasındaki çalınmış şeylerle dolu çantasıyla ve karanlık fikirleriyle beraber gözünün önünde görüyordu. O Jean Valjean’ı, o korkunç çehreyi, gerçekten gördü. Neredeyse ‘Bu adam da kim?’ diye soracaktı. Ürkmüştü ondan. Kendi kendisi ile yüz yüze gelip, hesaplaşıyordu. Bir ara muayene edenin kim olduğuna baktı. Birden karşısında Piskopos’u gördü. Gözleri önünde canlanan bu iki şahsa tek tek baktı. Piskopos bir nur gibi gittikçe büyüyüp parlarken, Jean Valjean ise ufalıp, sönüyordu.”

Victor Hugo-2


Faziletli Bir İnsan Olmak

 

Ancak kasabanın iyiliksever piskoposu Myriel onu misafir eder. Piskoposun misafirperverliğine karşılık Jean Valjean onun gümüş takımlarını çalar ve polise yakalanır. Piskopos, polislere takımları Jean Valjean’a kendisinin hediye ettiğini söyleyerek onu kurtarır. Valjean, Piskopos Myriel’in bu iyiliği karşısında şaşırır, seneler sonra ilk defa insan gibi bir muamele ile karşılaşmıştır. İnsanları sevmeyen, kendisine yapılan iyiliklere kötülükle karşılık veren, hırsızlık yapmaktan çekinmeyen bu adam, yapılan bu iyilik karşısında daha fazla direnemez ve iç dünyasında büyük bir değişiklik yapar. Valjean, iyi bir insan olmaya karar verir. Piskoposun güvenine layık, faziletli bir insan olmak için insanların yararına çalışmaya azmeder.

 

“Aziz mertebesine erişmek bir istisna, doğru olmak bir kuraldır. Yanılın, kusurda bulunun, günah işleyin ama doğru olun.”

Kırmızı ve siyah


Kırmızı ve Siyah

Henri Beyle Stendhal-Julien Sorel

 

Stendhal ya da gerçek adıyla Marie-Henri Beyle, 1783 yılında Fransa’nın Grenoble kentinde doğdu. Annesini erken yaşlarda kaybeden yazar, teyzesi ve avukat babası tarafından çok katı bir disiplin içerisinde ve dinsel öğretiye ağırlık verilerek eğitildi. Onun otoriteye ve dinsel kesime olan nefretinde bu yılların etkisi olduğu söylenmektedir. Mühendislik eğitimi için gittiği Paris’te bambaşka bir alana yöneldi. Napoleon’un Fransa’nın hâkimi olduğu 1800’lü yılların başında, henüz on yedisinnde olan Stendhal, kendisini onun ideallerine adadı ve orduya yazıldı. Böylelikle İtalya’dan Moskova’ya kadar pek çok Avrupa ülkesini görme fırsatını buldu. Özellikle İtalya’dan çok etkilenen yazar bu ülke ile ilgili anılarını birçok kez edebiyata aktarmıştır.

Henri-1


Fransa’ya Ağır Bir Eleştiri

 

“Kırmızı ve Siyah” romanı, adını ordunun kırmızı giysileri ile ruhban sınıfının siyah cüppelerinden alır. Kral X. Charles’in tahtta oturduğu 1820’lerde geçer geçen hikâyede Verrieres köyünden Julien Sorel isimli akıllı ve yükselme tutkuları ile dolu bir gencin hayatı üzerinden dönemin Fransa’sının bütün kesimlerine yönelik ağır bir eleştirisi söz konusudur.

 

Romanda, Standal’ın bir bakıma kendi kişiliğinin aynası olan Julien Sorel, kaba, cahil ve sevgisiz bir adamdır. Zaman zaman ikiyüzlülüğe kadar varan içten pazarlıklı, yüksek mevki edinme arzusu içinde bulunan, ihtiras dolu bir gençtir. Tüm bunların yanında sürekli babası tarafından küçük görülerek aşağılanmaktadır. Julien karakteri üzerinde Stendhal’ın kendi hayatından izdüşümleri görmek mümkündür.

 

“Çelikleri pırıl pırıl parlayan bir bölük süvarinin başında tehlikeye meydan okumak kolaydır. Asıl marifet, hiç beklenilmedik, insanı ıssız bir yerde bir başınayken sıkıştıran, gerçekten çirkin bir tehlikeden yılmamaktır.”

Henri-2


Aşkın Girdapları

 

Romanın başkahramanı Sorel, papaz okuluna devam ederken belediye başkanının çocuklarına ders vermeye başlamıştır. Fakat bir müddet sonra belediye başkanının karısı ile dedikodulara yol açan bir ilişkiye girer. Elbette bu küçük köy yerinde çabuk yayılır dedikodu ve Julien Sorel evden ayrılmak zorunda kalır. Oradan Paris’e giden Sorel, bu defa da kendisine kollarını açan aristokrat bir ailenin kızı ile aşk yaşamaya başlar. Ama bu aşk onun hayatında çok önemli girdaplar doğuracaktır

Etiketler:
Merjam

Merjam

  • Editörün Seçimi
  • En Çok Okunanlar

Copyright © Tüm hakları saklıdır. Merjam.com – Copyright 2021 | Codlio
3D tasarım ajansı Ertesi gün ilacı