Bu haberi arkadaşlarınla hemen paylaş!
Türk Edebiyatında “Günlük”
Türk Edebiyatında “Günlük”
Bir kimsenin günlük yaşamından edindiği izlenimleri, bu izlenimlerin oluşturduğu duygu ve düşünceleri, kimi zaman tarih belirterek, günü gününe anlattığı yazılara günlük veya günce denir. Öğretmeye bağlı, gerçekçi anlatım türlerinden biri olan günlükler, tüm gerçekliğiyle yaşamı yansıtan birer ayna olarak karşımıza çıkmaktadırlar
Yaşanan olayların, izlenimlerin günü gününe tarih belirtilerek yazılması ile oluşan günlükler, birinci kişi ağzından kaleme alınan kısa, özlü ve öznel yazılardır. Konuşma diline yakın bir dil kullanılan günlük türünde anlatımlar iç konuşma şeklindedir ve doğrudan anlatım yöntemi benimsenir. Bu türün en önemli özelliği yazarın kişiliğini, görüşlerini ve ruhsal yapısını doğrudan okuyucuya yansıtmasıdır. Günlük eserlerde her olay, olgu konu edilebilir ve her türlü anlatım biçiminden, tekniğinden yararlanılabilir. Günlükler hisleri, duyguları anlatan içe dönük günlükler ve dış dünyadaki olayların anlatıldığı dışa dönük günlükler olarak iki başlıkta incelenebilir.
Kendi Kendini Tahlil Fikri
Günlükler, yazarlarının iç dünyasını kurgusuz bir biçimde sergileyerek günlüğün sahibine ilişkin ayrıntılı bilgilere birinci elden ulaşmamızı sağladıkları gibi yazıldıkları dönemin önemli olaylarına ilişkin tarihsel belgeler olarak da önem kazanırlar. Günlük yazarı, kendi kendini tahlil fikrinden hareket eder. Yazarla hayat arasındaki beşerî ve estetik mesafenin anlaşılmasında önemli ipuçları verir. Kendi kendini tahlil ederken yazarın dikkati kendi “Ben”ine yönelir. Olaylar ve insanlar hakkındaki dikkatlerini samimi bir şekilde kaydeder ve kendi konumunu da bu kayıtlar üzerinden tayin eder. Bir anlamda yazar ve günlük baş başadır.
Osmanlı Devletinde padişahların günlük yaşamlarının kaydedildiği “Ruzname” adı verilen metinleri, günlük türünde örnekler olarak kabul edebiliriz. Günlük terimi Tanzimat’tan sonra “Ruzname” ile karşılanmıştır. Ancak günlüğün edebi tür olarak edebiyatımızda görülmesi Tanzimat Dönemi’nde olmuştur. Direktör Ali Bey’in Doğu gezisi sırasında yazdığı “Seyahat Jurnali” bu dönemde yazılmış ilk günlük olarak kabul edilir. Bunu şair Nigâr Hanım’ın “Hayatımın Hikâyesi” adlı eseri izler. Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı’nda da günlük türü edebi tür olarak yer bulmuştur. Bu dönemin en ünlü günlük yazarları Salah Birsel ve Nurullah Ataç’tır. Edebiyatımızın en meşhur günlükleri ise Oğuz Atay’ın “Günlük” ve Cemal Süreya’nın “Günler” adlı eserleridir
“Her gün not tutun; açık, okunaklı. Tarih atmayı da unutmayın. Hayatımın günlüğünü günü gününe tutmuş olsaydım, şimdilerde bir Larousse sözlüğü olurdu elimde. Duyulmuş, derlenmiş bir kelime, yeniden karşılaşılan bir dünyadır. Ah, neler yitiriyoruz! Bütün o yitirdiğimiz incileri düşünün! Hayatınızın günlüğünü yazın!”
Gariplerin Kitabı
Ian Dallas
Gariplerin Kitabı’nda bir kitabın peşine düşmüş bir kütüphane görevlisinin, hakikati bulmak için yollara düşen bir insanın kendi iç yolculuğu anlatılıyor. Bu yolculukta karşısına çıkan olaylar ile hakikati bulan ve bu yolda ilerleyip tasavvufa yönelen bir insan konu ediliyor. Anlatılan yolculuk aslında insanın kendi iç yolculuğudur. Kendini tanıyan, kendini bulan dolayısıyla da Rab’bini bulan insanın yolculuğu… Kitap, kitabı arayanın yolculuğunu anlatırken bir yandan da bu yolculuktaki önemli meseleleri okuyucuya sunuyor.
Zahiri Yolculuğun Kitabı
“Kıyametin nasıl kopacağına dair bir hikâye anlatılır. Dünyanın muazzam kalabalığı gırtlağına kadar cehalete, şiddete ve cinnete gömülmüştür. Kocaman milyonluk şehirlerden birinde iki halsiz, ihtiyar kadın, unutulmuş, canlı cenazeye dönmüş görünüşleriyle bir köşeye büzülmüş ve bu bitip tükenmek bilmeyen korkunç sahneleri gözlemektedir. Kadınlardan biri ötekine döner ve şöyle der, ‘Felaket, şunlara bak. Her birimize bir bak. Hiçbir şey anladığım yok. Nedendir! Bu büyük âlem neden, bu dünya, bu milyonlarca insan böyle aşağılık halde! Anlamı ne bunun! Bir bilen oldu mu hiç!’”
Bu zahiri yolculuğa kitabın yazarı Ian Dallas’ın sonunda kendini bulduğu ve Abdülkadir Es-Sufi’ye dönüştüğü batini bir yolculuk da eşlik eder. Zahirde yaşanan olaylar hakikat için yollara düşmüş yolcunun iç dünyasındaki değişimi pekiştirir ve menzile yaklaştırır. Ian Dallas, 1930’da İskoçyalı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Dramatik sanatlar üzerine eğitim alır, yazdığı oyunlar ve uyarlamalar dikkat çeker. Edebi klasikleri televizyona uyarlaması ve BBC TV için hazırladığı projeler büyük beğeni toplar.
Senaristlik ve oyunculuk gibi tecrübelerden sonra Londra’da bir üniversite kütüphanesinin arşiv bölümünde çalışmaya başlar. Hayatının büyük değişimini de o sıralarda yaşar.
“Delilik belki parıltılı bir hakikatin karanlık bir gölgesinden başka bir şey değildi, gerçekte dünyada bizi kurtarmak ve yeniden yaratmak için kurulmuş bir ilahi düzendi.”
Günce
Nurullah Ataç
Nurullah Ataç, bu eseri “Son Havadis” gazetesindeki “Günce”, “Ulus” gazetesindeki “Ataç’ın Güncesi” isimli köşelerinde yayımladığı yazılarını daha sonra bir araya getirerek hazırlamıştır. Ataç, gazetelerde bu tür yazılar yazarak bir ilki gerçekleştirmiş, günlüğüne ne yazdığını o günkü köşe yazısında okuyucularına günü gününe bildirmiştir. Böylelikle okuyucular, Ataç’ın güncesine ne yazdığını öğrenmek için o güncenin bütün sayfalarının dolmasını ve bunların aradan bir süre geçtikten sonra kitaplaştırmasını beklemek zorunda kalmamışlardır. Ataç’ın “Günce”sinde yer alan yazılar, klasik bir özel günlükte yer alabilecek metinlerden çok, devrinin edebî eğilimlerine yön veren bir edebiyat adamının düşüncelerini yansıtan eleştiri, deneme ve sohbet türündeki metinlerdir.
“Sanat eseri nedir?’ diye soranlara ‘Kişiyi bıktırmayan şeydir.’ demeli. Duvara astığımız resme her gün bakıyoruz, bir ezgiyi ikide bir yeniden dinliyoruz, bıkmıyoruz usanmıyoruz onlardan. Okuduğumuz romandan, şiirden de bıkmamalıyız. Merakla okuduğunuz bir hikâyeyi, bir daha okuyamazsanız, okumak arzusunu duymazsanız, ondan aldığınız zevk, bilin ki sanat zevki değildir. Yahut sanat zevkini tadabilecek insanlardan değilsiniz.”
Günlük
Oğuz Atay
Oğuz Atay’ın “Günlük” adıyla yayımlanan defteri, yazar öldükten sonra kaybolmuştur. Defter defalarca el değiştirdikten sonra Gürsel Göncü tarafından edebiyatçı Cevap Çapan’a ulaştırılır. Yazarın ölümünden on sene sonra, 1987 yılında ilk basımı yapılan “Günlük”, bize eserlerini yazma sürecine ve kurgulayış biçimine dair önemli detaylar sunarken, niyetlerini daha açık bir hâle getirmesi bakımından da yazarı anlayabilme çabasında başvurulacak çok önemli bir kaynaktır.
Oğuz Atay’ın günlük tutmasına sebep, hissettiği yalnızlık duygusu ve Sevin Seydi’den ayrılmasıdır. Sevin Seydi, Atay’ın hayatında önemli bir yere sahiptir ve belki hayatı boyunca âşık olduğu tek kadındır. Onu sadece duygusal olarak değil, düşünce, estetik ve entelektüel planda da besleyen Sevin Seydi’nin gitmesiyle Atay, derin bir yalnızlık ve boşluğa düşer. Günlük tutmaya karar vermesinde bu ayrılığın ve etkilerinin önemli payı vardır. Günlüğünde yer alan şu cümlelerle ayrılık acısını anlatacak bir dert ortağı aradığını görüyoruz:
“Selim gibi günlük tutmaya başlayalım bakalım. Sonumuz hayırlı değil onun gibi herhâlde. Bu defteri bugün satın aldım. Artık Sevin olmadığına göre ve başka kimseyle konuşmak istemediğime göre, bu defter kaydetsin beni; dert ortağım olsun. Kimseye söyleyemeden, içimde kaldı, kayboldu, dediğim düşüncelerin, duyguların aynası olsun. Kimse dinlemiyorsa beni – ya da istediğim gibi dinlemiyorsa – günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar! Sonunda, bana, bunu da yaptınız.”
Oğuz Atay, günlüklerinde kendi kendini tahlil yoluna gitmiş, eserlerinin anlaşılmamasından doğan üzüntülerini dile getirmiş, sanatlarının malzemesi olan dil üzerinde düşünmüş, yeni eserlerinin provalarını yapmış, sosyal ve siyasî meseleler, Doğu-Batı, Halk-Aydın problemi üzerindeki düşüncelerini dile getirmiştir. Bu başlıkları barındıran “Günlük” Atay’ın dünya görüşünün, ruh hâlinin incelenmesi ve edebiyat tarihi açısından önemlidir.
“Bazımız Batıdan korkuyoruz bazımız Doğudan ve en çok halktan kopuyoruz. Halkın içinden gelen aydınlar bile hemen burjuvalaşıyor, burjuvalara kendini beğendirmek için romanlarında, hikâyelerinde yarım yamalak öğrendiği görülmemiş burjuva biçim inceliklerine özeniyor ya da halkının şivesini taklit ederek halkını burjuvaya turistik bir eşya gibi satmaya kalkıyor. İstiyor ki burjuva halkın acılarını, topraksızlığını, susuzluğunu, tıpkı duvarına astığı kilim, çorap, boyunduruk gibi karşısına alıp seyretsin.”
Aynalar Günlüğü
Salâh Birsel
Günlük türünde bir esere verilen ilk ödülün sahibi olan Salâh Birsel, “Günlükler” dizisinin üçüncü kitabı olan “Aynalar Günlüğü” eserinde 1986-1988 yılları arasındaki, yetmişlere yaklaştığı günlerini paylaşıyor. Yaşlılık ve ölüm rüzgârlarının estiği sayfalarda kendisiyle ve okuruyla olan mahrem söyleşisine devam ediyor. Asıl ününü 1970 yılından sonra yayımladığı “1001 Gece Denemeleri” ve “Salâh Bey Tarihi” olarak adlandırdığı dizi kitapları ve günlükleriyle elde etmiştir. Günlük konuşma dilinde pek az bilinen sözcük ve deyimlerden başka, kendi ürettiği ilginç deyişleri de sıkça kullandığı ve anlatımına egemen kıldığı alaycı tavrıyla özgün bir üslup oluşturmuştur
“Yirmi yaşımdan beri okuduklarımdan, gördüklerimden bir sürü fiş çıkarmış, bir sürü not tutmuşumdur. Bunların kimileri defterde, kimileri de zarflardadır. Ama işte böyle, onlardan birini aradığım vakit yürümezken yük tutmak zorunda kalıyorum.”
Kafkas Yollarında
Ahmet Refik
Son dönem tarihçilerimizden Ahmet Refik, aslen Orta Anadolu’dan Ürgüplü bir ailenin çocuğudur. 1881 yılında İstanbul Beşiktaş’ta dünyaya gelen Ahmet Refik, Beşiktaş Askerî Ortaokulunu ve Kuleli Askerî Lisesini, 1898’de de Harp Okulunu bitirip piyade subayı olarak orduya katılmıştır. Askerî okullarda coğrafya, Fransızca ve tarih öğretmenliği yanında gazetelerde başyazarlık yapan yazar, Askerî Mecmua’yı yönetmiş ve 1908 yılında Meşrutiyetin ilanıyla Harbiye’de tarih öğretmenliğine atanmıştır. 1909’da Genelkurmay Yayın Şubesine, iki yıl sonra da Tarih-i Osmanî Encümeni daimi üyeliğine, 1912’de ek olarak askerî sansür müfettişliğine getirilen Ahmet Refik, Balkan savaşından sonra emekliye ayrılmıştır. Ancak I. Dünya Savaşı arifesinde yüzbaşı rütbesiyle yeniden göreve alınmış ve Ermeni tehciri sırasında Eskişehir Sevk Komisyonu’na başkanlık etmiştir. O günlerdeki gözlemlerini yazıp daha sonra yayınlayan yazar, 1917’de Darülfünun tarih doçentliğine atanmış ve aynı yıl içerisinde profesör unvanı almıştır. Savaşın sonunda, yabancı gazeteciler heyetine başkanlık ederek Batum, Trabzon, Erzincan, Erzurum, Kars ve Artvin’i dolaştı
Tarihi Bir Vesika
“Trabzon uzaktan görünüyor. Karadeniz’in mavi suları sakin bir nisan güneşinin pembelikleri altında uyanıyor gibi. Şehrin beyaz evleri ziyalar içinde. Sahilde muntazam ve zarif binalar, yeşil çayırlar üzerinde küme küme sürüler narin ve zarif minareler tepelere doğru henüz çiçeklenmiş erik ve şeftali ağaçları görülüyor. Trabzon bir görüşte kalbi teshir edecek binaları ağaç- ları çayırları yüksek tepeleri, yeşil sırtlar ortasında kırmızı kışlalarıyla kendini derhal sevdirecek bir güzelliği camii. Evliya çelebinin hakkı varmış. Burası gül ve reyhan ve erguvan açar bir belde.”
“Kafkas Yollarında Hâtıralar ve Tahassüsler” bu gezinin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. 17 Nisan-20 Mayıs 1918 tarihleri arasında, Ermeni zulümlerini yerinde tespit etmek için kurulmuş tarafsız bir heyetle yapılan gezinin notlarından oluşan bu kitap, Dünya ve yakın coğrafyada olup bitenlerin yeni bir hâl aldığı günümüzde, yeniden defalarca okunması gereken çok önemli bir eserdir. Kitap okundukça, hem Rus ve Ermeni sürülerinin insanlık dışı zulümlerini bir daha hatırlıyor hem de kendimizi yeniden murakabe etme fırsatı buluyoruz. Eserde, gezilen yerlerin tarihi, coğrafyası, folkloru ve edebiyatıyla ilgili detaylarla birlikte bir daha asla yaşanmaması gereken korkunç manzaralar da anlatılıyor. Kitap verdiği bilgiler ışığında, yukarda bahsi geçen Trabzon, Gümüşhane, Erzincan, Erzurum, Kars, Ardahan, Artvin ve Batum’un bundan yüz yıl önceki durumlarının tarihi bir vesikası hükmündedir. Bu illerle ilgili yapılacak her türlü çalışmaya kaynaklık eder durumdadır.
“Her yer harap. Bu harabeler ortasında yetişen çimenler arasında, bazen duvar diplerinde üstü başı temiz kadınlar çocuklarıyla beraber yiyecek arıyorlar. Ellerinde bıçaklar, ot topluyorlar. Gıdalarını süprüntüler içinde bulmaya çalışıyorlar. Uzaktan ihtiyar bir kadın, arkasında bir bohça dolusu ot, yüzünü çarşafıyla örtmüş, ağır ağır iniyor. Kadına otu ne yapacağını sordum. Yanında ufak bir çocuk vardı müteessirane yüzüme baktı:
-‘Yiyeceğiz, ne edeceğiz?’ dedi. Gözleri yaşardı. Pek müteessirdi.”
“Duyulmuş, derlenmiş bir kelime, yeniden karşılaşılan bir dünyadır. Ah, neler yitiriyoruz! Bütün o yitirdiğimiz incileri düşünün! Hayatınızın günlüğünü yazın!”
‘80’lerde Bir Yazar
Oktay Akbal
“Anılarda Görmek”, “Geçmişin Kuşları”, “Yeryüzü Korkusu” ve “‘80’lerde Bir Yazar” adında dört günlük eseri bulunan Oktay Akbal’ın bu günlükleri ardı ardına okunduğunda o dönem Türkiye’sinin yaşadığı günleri bir yazarın gözünden izleme fırsatı sunuyor. Oktay Akbal’ın günlüklerine bakıldığında, onun günleri değerlendirişinin değişimi de anlatımının yoğunlaşması da görülüyor. Yazar günlüklerinde, Türkiye’nin değişimi açısından dikkati çeken bir başka özellik de edebiyatla ilgili bölümlerin her yıl biraz daha azalması. Bu Akbal’ın edebiyat ilgisinin azalışını göstermiyor. Edebiyatın, kültürün Türkiye’de o dönem yaşanan gündem yoğunluğundan sonra yükselen değerler karşısındaki yitişini gösteriyor.
“Yalan şeyler söylemiş olurum. Kendimi anlatacağıma, kendim sandığım bambaşka birini gözler önüne sererim. Çok kere kendim bile, dıştan kendime, kendi varlığıma, bütünü ile olsun bakınca bir yabancıyı, hiç bilinmedik, tanınmadık herhangi bir insanı seçer gibi olmuşumdur. Düşünceleri, hayalleri, yazılarıyla başka bir insan, sokaktaki hayatta başka biri. Size hangi insanidir? Çünkü hep aynı serüvende yaşıyoruz. Bir gün bu hikâyeleri masal olarak dinleyecekler.”
Akbal, özellikle 1965-1967 döneminde edebiyat dergilerine, tartışmalarına geniş yer vermiş. Yabancı dilden okuduğu kitapları bir gün Türkçe yayımlanacağını düşünmüş, gelecekteki bu çevirilere uygun çevirmenler de seçmiş. Bu dönem güncelerinde yer alan özel yaşamın ve toplumsal hayatın sıkıntıları, edebiyatın sorunlu güzelliğiyle dengeleniyor. Akbal, toplumumuzda edebiyat eski yerini yitirdikçe, onu daha çok savunuyor. Ama bunu daha yoğun bir anlatımla, daha az tartışmaya girerek ve daha çok içe kapanarak yapıyor. Bu içe kapanış, anlatılanın daha etkili olmasını da sağlıyor.
Hayatımın Hikâyesi
Şair Nigâr
Türk edebiyatında Batı tarzında ilk günlüklerden birinin altına imza atan ve aynı zamanda değişen zihniyetin, değerlerin temsilcilerinden biri olan Şair Nigâr Hanım, eserlerinde “Uryan Kalp” ve “Nigâr binti Osman” imzalarını kullanır. Babasından miras kalan Batılı yönünü, annesinden aldığı Şark adabı ve derinliği ile birleştirir. Küçük yaşta Kur’an-ı Kerim’i hatmeden Nigâr Hanım, eğitimi için Madam Garos’un yatılı okuluna gider. Burada resim, piyano, Fransızca öğrenir. Sekiz dilde rahatlıkla okur-yazar olan Nigâr Hanım, sekiz dilde kusursuzca konuşabilme kabiliyetine de sahiptir. Küçüklüğünden beri edebiyata ve sanata düşkün olan Nigâr Hanım’ın ilk şiiri kardeşinin ölümü üzerine kaleme aldığı bir mersiye olur. Aradığı mutlu huzurlu evliliği bulamayan Şair Nigâr Hanım’ın bu evliliğinden üç erkek çocuğu dünyaya gelir.
Zor bir evlilik hayatı olan ve maddî anlamda da türlü güçlüklerle karşılaşan şaire, II. Abdülhamid tarafından “Hidemât-ı Kalemiye” tertibinden maaş bağlanır. Ancak I. Dünya Savaşıyla gelen geçim derdi ve yakalandığı tifüs hastalığından kurtulamayarak hayata veda eder. Mutsuz geçen hayatının otuz bir yılını günlük tutarak resmeden Nigâr Hanım, “Alnımın Yazısı” adını verdiği günlüklerini, ölümünden elli yıl sonra açılması şartıyla Aşiyan Müzesine bağışlar. 1959 yılında oğulları tarafından yayınlayan, günlüklerinden seçmelerle oluşturulan “Hayatımın Hikâyesi” adlı günlük derlemesi, adından da anlaşılabileceği gibi, Nigâr Hanım’ın günlüklerinden hareketle hayat hikâyesini kendi ağzından bizlere sunar.
Copyright © Tüm hakları saklıdır. Merjam.com – Copyright 2021 | Codlio
3D tasarım ajansı Ertesi gün ilacı