Bu haberi arkadaşlarınla hemen paylaş!
Minyatürden kıyafetlere, bahçeden kumaşlara kadar Türk sanat tarihine dair onlarca kitap, yüzlerce makale kaleme alan dünyaca ünlü sanat tarihçimiz Prof. Dr. Nurhan Atasoy ile Osmanlı kültür tarihine yaptığı yolculukta uğradığı kütüphaneleri ve müzeleri konuştuk.
Sanat tarihine olan ilginiz nasıl başladı?
İlme karşı olan ilgimde doktor olan büyük babamın ve eczacı olan babamın çok büyük bir etkisi oldu. Sanat tarihine merakımın gelişmesinde de ablamın rolü oldu. Ablam, üniversitede böyle bir bölümün olduğunu söyledi bana. Öyle haberdar oldum. Bugün bu size garip gelebilir. Ama o dönemde lise öğrencisi olarak bizlerin; üniversiteleri, bölümleri yeterince tanıdığımız bilgi sahibi olduğumuzu söyleyemem. Ancak çevremizden duyarsak, bir tanıdık örnek olursa haberdar oluyorduk. Bir de lisede bir tarih hocamız vardı Meliha Hanım, Allah rahmet eylesin. Çok bilgili ve hoş bir hanımdı. Derslerde siyasi tarihten ve savaşlardan çok kültür tarihine eğilirdi. Bu da benim ilgimi çekerdi tabii.
Genel olarak tarih dersinde başarılı mıydınız peki?
Ortaokulda, lisede tarih derslerinde hep ezber beklerlerdi. Ben de hiç yapamazdım. O yüzden tarih derslerini de sevmiyordum açıkçası. Fakat bu hocamızın ezberciliğe iten bir tarafı yoktu, ben de Türk sanatı tarihine dair bir ilgi oluştu. Ablamdan da böyle bir haber alınca liseden sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi bölümüne yazıldım. Ama kaydolmadan önce uzun bir süre acaba pedagog mu olsam diye düşündüm. Çünkü çocukları da çok seviyordum. Pedagoji okuduktan sonra bir yuva açarım diye düşünüyordum. Ama son kararım sanat tarihi oldu.
İyi ki de sanat tarihi olmuş diyor musunuz?
Elbette. Müthiş hocalarım oldu. Yepyeni şeyler öğrendim: Avrupa sanatı, arkeoloji, Türk sanat tarihi, Osmanlı tarihi… Çok güzel çalışmalar yaptım. Mesela, bir seminer ödevi olarak İzmir surlarını çalışmıştım. Çok büyük keyif alarak yaptığım bir ödevdi. Lisans mezuniyet tezi vardı bizim zamanımızda bir de. Onu da Bergama halıları üzerine yaptım. Türk-İslâm Eserleri Müzesi’ne gidip çalışırdım. O zaman müze, Süleymaniye medreselerinin birindeydi. O kadar ilkel şartlarda çalışıyorduk ki o yıllarda… Memurların oturduğu küçücük bir salon vardı. Sergi salonları buz gibiydi. Halıları o küçük memur odasına getirirlerdi, bende masanın bir kösesinde oturup çalışırdım. Halıyı getirirler, ama masa küçük, halıyı tam açamazdım. Ayrıca bir halı nasıl çalışılır, neresinden başlanır, hiçbir şey bilmiyorum. Kendi kendime metotlar geliştirdim. Sorular hazırladım, her sorunun cevabını ayrı ayrı kâğıtlara yazdım. Bunu her halı için uyguladım. Bu metodu çok geliştirerek bütün çalışmalarımda kullandım. Sonra üniversitede okurken Anadolu araştırma gezilerimiz vardı, onlara katıldım. Çok büyük zevk aldım o gezilerden. Ardından Ord. Prof. Mazhar Şevket İpşiroğlu’nun yanında asistanlığa başladım. Başlayış o başlayış… Tam 38 yıl 6 ay İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde görev yaptım.
Osmanlılar üzerine çalışmaya nasıl başladınız?
Önce minyatürlerle tanıştım. Doktora tezim “Nakkaş Osman ve III. Murad Surnamesi” idi. Onu yaptıktan sonra minyatürler üzerine çalışmaya devam ettim. Topkapı Sarayı Müzesi koleksiyonu hem Osmanlı hem de Iran minyatürleri açısından çok muazzam bir zenginliktedir. Bundan dolayı çok uzun yıllar Topkapı Sarayı benim ikinci evim gibiydi. Edebiyat Fakültesi’nde çok vakit geçirmiyordum doğrusu. Kütüphaneler ve müzeler hayatım boyunca en çok zaman geçirdiğim iki yerdir.
En çok nerelerde çalıştınız hocam?
İstanbul Üniversitesi Nadir Eserler Kütüphanesi, Süleymaniye Kütüphanesi, Atatürk Kitaplığı, Beyazıt Kütüphanesi, Topkapı Sarayı Kütüphanesi, Türk İslâm Eserleri Müzesi Kütüphanesi en çok çalıştığım kütüphaneler ve müzelerdir.
Tabii sizin üzerinde çalıştığınız eserlerin bir kısmı da yurtdışında. İlk ne zaman gittiniz yurtdışına?
Yurtdışına ilk çıkışım söyle oldu: Üniversitede Avrupa sanatı, mimarisi, resmi öğreniyoruz, ama ben hiç orijinal bir eser görmemiştim. Buna dertlendim ve babama yalvarıp yakarıp izin kopardım. Tren biletlerimi aldım, yanıma da çok cüzi miktarda bir para verdiler. Çünkü o yıllarda çok küçük bir miktarla çıkabilirdiniz ancak yurtdışına. Benim için fevkalade inanılmaz bir deneyim oldu. Orada kendi kimliğimi, kişiliğimi buldum. Kendime güvenmeyi öğrendim ve ne kadar kuvvetli olduğumu öğrendim. Çok az bir para ile uzun bir yolculuk. O devirde böyle bir seyahate tek basına çıkmak bile büyük cesaretmiş doğrusu. Her yeri, her şeyi adım adım gezmek istiyordum. Tabii perişan oldum. Bu kadar çok şeyi görüp hazmetmek mümkün değil. Orada seçici olacaksın. Az şey göreceksin yahut da bir müzenin bir gün bir bölümünü bir gün bir bölümünü ayrıntılı bir şekilde gezeceksin. Ama kısa zamanda her şeyi öğrenip yutmak istiyordum… Yorgunluktan perişan oluyordum. Tabii daha sonra araştırmalarım için de sayısız kez gittim Avrupa’ya… Çok da ilginç şeyler yasadım tabii…
Mesela, birkaçını okurlarımızla paylaşmanızı rica etsek…
Tabii, ben de hikâye çok…. “İpek” kitabı üzerinde çalışıyordum. Düsseldorf’ta bir müzeye gittim. Beni depoya aldılar. Dediler ki biz sizin üzerinizden kapıyı kilitleyeceğiz, siz burada yalnız basınıza çalısın. İsiniz bitince de bizi masadaki telefonla arayın, biz gelip kapıyı açacağız. Ben kabul etmedim tabii. Depoda bir şey kaybolsa ya da ben bir şeyi yanlış bir yere koysam… Hiç hoşlanmam böyle şeylerden zaten. Bir türlü kabul ettiremedim. Benim üzerime kapıyı kilitlediler.
Ben her gün o havasız, sıcak depoda kilitli vaziyette saatlerce çalıştım. Bir de St. Petersburg’da Hermitage Müzesi’ne kumaşlar üzerinde çalışmaya gittim. O sırada İslâm koleksiyonu kısmını düzenliyorlar, bir yanda da ustalar çalışıyor. Depoya da o kısımdan geçerek gidiyorsunuz. Havasız, penceresiz, tonozlu bir yer. Görünce “Ben burada bir saat kalamam, boğulurum” dedim. Ama öyle malzemeler vardı ki, onları görünce bir hafta çalıştım… Kumaş çekmek zordur, ya bir duvara vs. onu koyacaksın, iğneleyeceksin falan. Tabii bu tarihi eser. Zarar vermemek en önemlisi. Hemen yine pratik bir şeyler düşündüm. Depoya gelirken gördüğüm ustaları hatırladım. Çalıştıkları bir merdiven vardı. Hemen gittim ustaya. Rusça bilmiyorum, adam da benim bildiğim dilleri bilmiyor. İşaret diliyle yalvarma usulüyle o merdivene ihtiyacım olduğunu söyledim. Aldım merdiveni… Adam zannediyor ki kısa süreli bir iş. Ben hemen, yanımda ki bir kumaş parçasıyla o pis merdiveni kapladım. Merdivenin üzerine koyarak kumaşların fotoğraflarını çektim. Usta sürekli geldi gitti ama bir hafta merdiveni benden alamadı. İsviçre’de Bern’de bir tekstil müzesi vardı. Roma devrinden itibaren her devre ait kumaşların olduğu çok zengin bir müze. Abim de orada yaşıyordu. Dedim ki beni buraya götüreceksin. Kar kıs kıyamet… Git git bitmiyor yol, en sonunda bir dağın basına geldik. Etrafta hiçbir şey yok müze dışında. Abim endişelendi tabii, yüreği parçalanarak beni bıraktı orada, geri döndü. Ben hemen çalışmaya başladım. Onların misafirhanesi vardı, bir hafta boyunca çalıştım orada kalıp. Aksam oluyor, çalışanların hepsi arabalarına binip evlerine gidiyor. Ben tek basıma kalıyordum. Nasıl bir sessizlik anlatamam. Dünyada tek basına kalmışsınız gibi. Arada sadece uzaktan ineklerin boyunlarındaki çan sesleri duyuluyordu o kadar. Sizin anlayacağınız bütün müze ve kütüphaneleri didik didik ettim, sanat tarihinin tadını çıkardım.
Minyatürden kıyafetlere, bahçelerden kumaşlara kadar Türk sanat tarihinde pek çok konuyu yazdınız. En çok severek yazdığınız kitabınız hangisi diye sorsam?
Hepsini severek çalıştım tabii ama “İyi ki yazmışım” dediğim kitabım, Hasbahçe. Osmanlılarda bahçe ve çiçek kültürü üzerine yazdığım bu kitabı, insanlar, üzerinden bunca yıl geçmesine rağmen hala arayıp soruyorlar. Ağustos ayında İzmir’de uluslararası bir toplantı oldu. Oraya açılış konuşmacısı olarak davet ettiler. Osmanlı bahçelerini anlattım. Orada çoğunluk yabancı olan 900 kişi vardı. İnsanlar Osmanlı bahçesi diye bir şeyi ilk defa duydular ve çok heyecanlandılar. Hepsi benim gösterdiğim sunumun fotoğraflarını çektiler. Konuşma bitti, herkes basıma üst üste, soru soruyorlar, yazışma için mail adresimi istediler falan… Bu kitap, Türklere ve yabancılara ilaç gibi geldi.
Siz çok üretken bir yazarsınız. Son kitabınız “Haseki Hürrem Sultan ve Vakıfların Altın Çagı” yeni yayımlandı. Nasıl ortaya çıktı bu çalışma?
Saray kadınları hem içeride hem de dış ülkelerde haremde kişilikleri silinmiş birer köle olarak görülüyordu. Fakat günümüze gelmiş bazı mektuplar haremde olmalarının kadınların kişiliklerini ve güçlerini ortadan kaldırmadığını, tam tersine kuvvetli kişiliklerini ve güç sahibi olduklarını ortaya koyuyor. Ayrıca birçok belge, âciz birer köle olduğuna inanılan harem kadınlarının aralarında çok güçlü ve varlıklılarının olduğunu da gösteriyor. Bu güçlü ve varlıklı kadınlar, sonsuza kadar adlarının hayırla anılması için, toplum hizmetinde olacak kurumların kurulması maksadıyla camiler, hastaneler, aşevi/imaretler, hamamlar gibi halka hizmet edecek birçok yapılar inşa ettirmişler ve kurdukları vakıflara bağışlamışlar. Bu kitapta toplumumuzun geçmişindeki güçlü kadınları tanıtmayı amaçladım.
Copyright © Tüm hakları saklıdır. Merjam.com – Copyright 2021 | Codlio
3D tasarım ajansı Ertesi gün ilacı