Bu haberi arkadaşlarınla hemen paylaş!
Belki de yaşadığımız bu yalnızlık hissi o sırada yola çıkmış başka bir hastalığın habercisidir.
Anne karnında başlayan hayat serüvenimizle birlikte yalnızlık kodlarımızın da oluşmaya başladığını söyleyen Psikiyatrist Dr. Rabia Bilici, bu dönemde temel güven duygusu almış bireyler için “Kendini daha az yalnız hisseden bireyler oluyorlar ve yetişkinlik dönemlerinde bu duygu ile karşılaştıkları zaman kendilerini kolayca sakinleştirebiliyorlar.” diyor.
Bireyselleşmenin gitgide arttığı ve insanların yalnızlığı tercih ettiği bir çağdayız. Buna yönelik yalnızlık duygusunun geçmiş yıllara göre daha yaygın olduğunu söyleyebilir miyiz?
Günümüzde, yalnızlık hâlinin bireysel hayatta yaygınlaştığını söyleyebilmek için önce yalnızlığın kavramsal olarak bir tanımını yapmamız gerekir. Yalnızlığı sayısal değerler üzerinden belirlememiz mümkün olsaydı çok kolay tanımlayabilirdik. Örneğin; “Kişinin sosyal çevresinde hızlıca ulaşabileceği ya da bir sıkıntısı olduğunda bağ kurabileceği kişi sayısı ondan azsa, bu kişi yalnızdır.” dediğimizde yalnızlığı rakamsal olarak tanımlayabiliriz. Fakat yalnızlık tek başına nicel bir araştırma konusu olamaz.
Peki, yalnızlık süreyle alakalı diyebilir miyiz? Mesela; “Şu kadar süre, çevrenizde şu kadar kişi yok ise, o zaman yalnızsınız.” desek…
Maalesef bu şekilde de yalnızlığı net biçimde tanımlayabilmemiz mümkün olmayacaktır. Yalnızlık daha öznel bir kavram, bir hissediştir. Sıkça birbirine karıştırılan sosyal izolasyon ve tek başına kalma hâli ise yalnızlıktan farklı olgulardır ve bunlar arasındaki farkı terminolojik açıdan netleştirmek zorundayız. Tek başına kalmak bir tercihtir. Bir kişinin kendi kararıyla, hayatında yalnızlık hâli yani tek başınalık oluşturmasıdır. Sosyal izolasyon, toplumsal tecrit özelinde ise toplumun bireyi yalnızlaştırmasıdır. Yalnızlık hali daha çok bir bütünün herhangi bir parçası olamama gibi bir duruma işaret eder. Yalnızlık eğer çevremizdeki kişi sayısı ile ilgili olsaydı, en yalnız olduğumuz dönem anne karnında geçirdiğimiz dönem olurdu. Fakat aslında oradayken hiç de yalnız değiliz. Aksine, anne karnı insanın kendini en güçlü, en kalabalık hissettiği yerdir. Ardından ilk ve en derin ayrılık korkumuz doğum ve anneden ayrılışımız ile başlar. Anne karnındayken içinde bulunduğumuz bütünlük böylece sekteye uğrar.
Yalnızlığın öznel bir hissediş olduğunu söylediniz. Peki, kişiden kişiye nasıl değişiklik gösterir?
Yalnızlık hissiyata dair bir olgu olsa da etkisi herkes için farklı düzeydedir. Aynı sıkıntıları yaşamış, aynı problemlerle karşı karşıya kalmış, benzer sosyo-kültürel düzeylerde bulunan insanlar aynı yalnızlık duygusunu yaşamaz, aynı hissiyata sahip olmazlar. Baktığınızda bu hissedişin belirlenmesi de doğumdan sonraki ilk iki yılda gerçekleşir. Bebekler annelerinin yüzünü görerek ya da tenine dokunarak rahatlar. Güven duyabilmek adına kendilerini onlarla aynı atmosferi solumak zorunda hissederler. Anne tarafından o güven duygusu sağlamlaştırıldıktan bir süre sonra ise bebekler artık anneleri ile ilgili emin olurlar. Anneleri yanlarında olmasa bile onu koruduğunu, onu düşündüğünü, aslında yalnız olmadığını ve bir bütünün parçası olduğunu bilirler. Tabii burada anne derken biyolojik anne dışında bakım veren kişileri de bu gruba dâhil ediyoruz. Bahsettiğimiz bu gruptaki bireyler, gözlemlerime göre kendini daha az yalnız hisseden bireyler oluyorlar ve yetişkinlik dönemlerinde bu duygu ile karşılaştıkları zaman kendilerini kolayca sakinleştirebiliyorlar. Yalnızlığı ağır bir şekilde hisseden bireyler ise bu gruptakilerin aksine, bebeklik çağında sağlam güven temelleri atılmamış, bir bütünün parçası olamamış hatta annesi yanındayken bile kendini yalnız hissetmiş oluyorlar.
İnsanın kendisiyle baş başa kalması olumsuz bir şey midir?
Kendinle başbaşa kalmak, kendini dinlemek birçok kişi için bir ihtiyaç. Tabii bahsettiğimiz güven temelini sağlam almış kişiler için bir ihtiyaç, diğer grup için ise böyle zamanlar kişide daha çok kaygı ve korku uyandırıyor. Bunun dışında elbette her insanın hayatında kendini yalnız hissettiği zamanlar da oluyor. Tek başına kalmayı başarabilen bireyler bu duygu ile kolayca baş edebilirken diğerleri kolayca dağılıyor, depresyona giriyor. Hatta kendini yatıştırabilmek için farklı arayışlara girip çeşitli bağımlılıklar geliştirebiliyor. Özetle; yalnızlık üzerine konuşurken ve onu tanımlamaya çalışırken odaklanmamız gereken temel nokta, doğum sonrası ilk yıllarımız ve o dönemde ebeveynimiz ile kurduğumuz güven ilişkisi olmalı. Bu şekilde baktığımızda yalnızlığın kişiden kişiye değiştiğini, farklı sonuçlara yol açtığını görebiliriz. Fakat doğrudan sayısal bir tanımını yapamadığımız için yaygınlaşma düzeyini ölçmemiz pek mümkün olmaz.
TOPLUMSAL TECRİT İYİLEŞMEYİ BLOKE EDİYOR
Toplum tarafından dışlanan bireylerin, ait oldukları bütünlük duygusundan da uzaklaştığını belirttiniz. Toplumsal tecritin ruhsal etkisi ne oluyor?
Toplumsal tecrit denilince aklıma hemen hastanede tedavi gören hastalarımız geliyor. Ruh sağlığı ve sinir hastalıkları hastanesinde çalışan bir hekim ve yönetici olarak birlikte çalıştığımız hasta grubunun toplumsal tecrite uğrayan grup olduğunu kolaylıkla söyleyebilirim. Akıl hastaları, bağımlılar, suça karışmış kişileri bu grup içerisinde ele alabiliriz. Bu kişiler kendi istekleri ile değil toplumun onları dışlamaları ve yalnız bırakmaları nedeniyle bu gruba dâhil olurlar. Söz konusu durumda, tek başınalık hâli oluşarak iyileşme süreci sekteye uğrar. Ben genellikle bağımlı gruplarla çalışan bir hekimim. Hastalarımıza aynı anda hem ilaç tedavisi hem psikolojik destek sağlıyoruz ve eski hayatlarına döndürmek üzere rehabilitasyon süreci içerisinde bu kişileri maddeden arındırıyoruz. Sonraki adımda tam iyileşmenin sağlanabilmesi için bu kişilerin toplumdaki diğer bireyler gibi yaşamaları, örneğin, evlenmeleri, iş sahibi olmaları, bir şekilde topluma yeniden entegre olmaları gerekir. Fakat toplum bu kişileri tecrit ettiğinde, yani iş imkânı tanımayıp sosyal ilişkilerine dâhil etmediğinde, hekimlerin ve hastanelerin sağladığı iyileşme hâli de bir yere kadar fayda gösterebiliyor. Toplum bu dışlama ile sadece kendini koruduğunu düşünse de aslında bir iyileşmeyi bloke etmiş oluyor. Kronik hastalıklarda iyileşme demek rehabilitasyon demek. Yeniden toplumun içerisine dönmek demek. Ama siz zaten en baştan dışladığınız grubu tekrar nasıl topluma entegre edeceksiniz?
Bu alanda yapılan örnek projeler ya da farklı çözüm metodları mevcut mu peki?
Son yıllarda sağlık politikaları bu anlamda birçok olumlu gelişmeler ortaya koydu. Bakınız, toplum temelli ruh sağlığı hizmetleri son on yıldır sürdürülen ve gayet önem verilen bir politikanın ürünü. Artık ruh sağlığını ilgilendiren hastalıklarda yöntem; insanları depo bina gibi hastanelere hapsetmek ve de toplumdan ayırmak değil, aksine toplum içerisinde tedavi olmalarını sağlamak. Bir taraftan tedavisini sürdüren hasta diğer taraftan işine gücüne devam edebilsin ve içinde bulunduğu sosyal ortamdan kopmasın, yaşadığı yerde tedavi olsun istiyoruz. Bu anlamda politik bir vizyon ve bakış önemli ölçüde gelişmiş durumda. Özellikle akıl hastaları ile ilgili ciddi mesafeler kaydedildi. Şuan ülkemizde çok sayıda Toplum Ruh Sağlığı Merkezleri (TRSM) var. Bu proje hastaların rutin hayatları içerisinde yalnız hissetmemeleri açısından çok önemli bir görev üstleniyor. Hastalar gün içerisinde, ihtiyaç duydukları zamanlarda gidip bu merkezlerdeki hekimlerden danışmanlık alabiliyorlar. Suç işlemiş, adli hastaların tedavi hizmetlerine baktığımızda ise denetimli serbestlik kavramı toplum temelli bir iyileştirme modeli olarak yine oldukça yaygın biçimde kullanılıyor. Kişiyi cezaevine koyup, izole etmek yerine toplumun içerisinde iken kurallara uyması sağlanıyor ve böylece daha modern bir ceza sistemi uygulamaya konuyor. Bağımlı hastalar için de buna benzer BADEM (Sancaktepe Bağımlılık Danışma ve Eğitim Merkezi), BAHAR (Bağımlı Hastalar için Rehabilitasyon) gibi birkaç örnek proje var fakat bağımlı hasta grubunun iyileşme sürecine katkısı açısından daha fazla yaygınlaştırılması gerekiyor.
YALNIZLIK DUYGUSU HASTA EDER
Araştırmalar yalnız olan bireylerin yalnız olmayan bireylere göre daha fazla sağlık hizmeti talep ettiklerini ortaya koyuyor. Yalnızlığın bunama riskini ve vücutta stres hormonunu artırdığı, bilişsel yetileri zayıflattığını söyleniyor. Bunların yanı sıra yalnızlık, kişide ne gibi değişikliklere yol açıyor?
Yalnızlığı kavramsal olarak tanımlarken olumsuz bir hissediş hâli olduğunu söylemiştik. Kişi tarafından tercih edildiğinde, tek başınalık hâlinde iken olumsuz değil ama yalnızlık hâlini yaşıyorsa olumsuz bir ruh hâli görüyoruz. Bu durumun birçok bedensel ve duygusal sonuçlarından bahsedebiliriz. Öncelikle şunu hiçbir zaman unutmamalıyız: İnsanın beden sağlığı ile ruh sağlığı iç içe geçmiş bir bütündür. Aslına bakarsanız, ruh sağlığı bugüne kadar hak ettiği ilgiyi görememiş bir alandır. Çoğu zaman gözden kaçırılır fakat “İnsan sağlığı” olarak tanımladığımız kavram, beden ve ruh sağlığının bütün hâlini temsil eder. Bedenimizde var olan stres hormonları olumsuz durumlarda ve olumsuz ruh hâlinde iken normalden fazla salgılanmaktadır. Kişinin stres yaşadığı zamanlar; uzun süreli yalnızlıklar ya da kronik durumlarda bu stres hormonlarının da aynı sürede çokça salgılandığını düşünürsek, o zaman kalp damar rahatsızlıklarından tutun obeziteye kadar birçok hastalığa davetiye çıkartırız. Obezitede örneğin, kişi aşırı beslenirken bir yandan da hareketsiz kalıyor. Uzun süreli yalnızlık, hissi ki bu bir şekilde depresyonu da yanında sürüklüyor; uzun süreli hareketsizlikle bir araya gelince obezite açığa çıkıyor. Yapılan birtakım araştırmalar da obezitenin yalnızlıkla olan yakın ilişkisini bu açıdan doğruluyor. Bunların dışında alkol-madde kullanımı, intihar gibi eylemlerle birlikte yine inflamatuar ve romatolojik hastalıklar uzun süreli yalnızlık hissi ile ortaya çıkabiliyor. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Eğer ruhsal açıdan olumsuz bir durumdaysanız ve bu uzun bir zaman dilimine yayılıp kronikleşmişse, bunun sizin beden sağlığınızı etkilememesi asla söz konusu olamaz.
Bu durumda sağlık hizmet taleplerinin ruhsal sağlık durumuna göre değiştiğini kolaylıkla söyleyebiliriz, değil mi?
Sağlık hizmet talepleri açısından incelediğimizde sosyal izolasyona uğramış yalnız kişilerin birçok sağlık sorunları olmasına rağmen sağlık hizmeti talebinde daha çekingen tavırlar sergilediğini, yardım almaktan kaçındıklarını fark ediyoruz. Bağımlılar bu grupta başı çekmektedir. Oysaki genel olarak yoğun bir sağlık hizmetine ihtiyaç duymaları kaçınılmaz. Ruh sağlığı ile bedensel sağlığın bir bütün olduğunu zaten söylemiştik. TRSMlerin, BADEM ve BAHAR gibi merkezlerin hizmet vermesiyle poliklinik sağlık hizmet taleplerinin bu doğrultuda görece düştüğünü gözlemledik. Bu nedenle toplum temelli sağlık hizmetlerinin önemini vurguluyorum ve psikiyatrinin diğer dallarında da bu merkezlerin yaygınlaşması ile daha olumlu sonuçlar ortaya çıkacağını düşünüyorum.
İLERLEYEN YAŞLARDA YALNIZLIK HİSSİ DAHA DERİN OLUR
Gençler arasında sosyal yalnızlık, ihtiyarlar arasında ise duygusal yalnızlığın hâkim olduğu söyleniyor. Yaşam döngümüze göre yalnızlık hâli biçim değiştirir mi?
Elbette değiştirir. Bizim biyolojik bir yaşam döngümüz var. Bu döngü; bebeklik, çocukluk, ergenlik, yetişkinlik ve yaşlılık olarak devam ediyor. Bu döngünün tamamında ihtiyaç duyduğumuz destek ve kişi sayısı aynı değildir. Yanımızda bir başkasına -bu aile olabilir, arkadaş ya da eş olabilir- en fazla ihtiyaç duyduğumuz dönemler ise bebeklik ve yaşlılık dönemleridir. Bu nedenle söz konusu dönemlerde yalnızlık hissedişi kolayca gelişir ve etkisi diğer dönemlere göre daha ağır olur. Yetişkin kişilere baktığımızda ise kişi ya evlidir, ya çevresinde aile bireyleri vardır. Muhtemelen iş sahibidir ya da takip ettiği herhangi bir gündem vardır. Bu yüzden kolaylıkla yalnızlaşmaz. Yalnızlık hissettiği zamanlar olsa bile, çevresinde otomatik olarak bu duyguya müdahele edebilecek bir sistem oluşturmuş olur. Yaşlı bir bireye baktığımızda ise; kişi genellikle emeklidir, bir işi yoktur, çocukları kendi hayatlarına dağılmış ve etrafındaki insan sayısı görece azalmıştır. Yani yalnız hissetmeye giden süreç hızlıca fark edilip hızlıca müdahele edilebilir değildir. Bu nedenle bu tür bir yalnızlığın etkileri çok daha derin olur.
Dünya Sağlık Örgütü raporlarına göre her yıl intihar nedeni ile gerçekleşen ölüm sayısı 800 binin üzerinde. İntihar eğiliminde, yalnızlık önemli bir etken midir?
İntihar ve yalnızlık hissi arasında mutlaka yakın bir ilişki var. Fakat şuna da dikkat çekmek gerekir: Yalnızlık bir hastalığın belirtisi olarak mı var oluyor yoksa durup dururken mi kişi böyle hissediyor? Kalabalıklar içerisindeki yalnızlıktan söz ediyorum burada. Çünkü çoğu zaman yalnızlık, depresyonun ya da herhangi bir psikotik hastalığın öncü belirtisi olabiliyor. Psikoz meselakişi de içe kapanma hali ile kendini gösterir. Kişiler kendini toplumdan izole etmeye başlarlar. Yalnızlık bu tarz hastalıkların belirtisi olarak kabul edilirken intihar ile ilişkisi doğrudan ya da dolaylık biçimde olabilir. Toplumsal tecritin de kişide bu tarz bir sonucu gözlenebilir. Bu nedenle intihar için önleyici faktörlerden birisi de sosyal desteğin gücüdür. Nihayetinde, kendini çok fazla yalnız hissetmeyen bireyler için intiharın daha düşük bir olasılık içerdiğini söyleyebiliriz.
HAPİSHANEDEN ÇIKAN İNSAN, HAPİSHANEYE GİRENDEN DAHA YALNIZ
Hapishanedeki insanlar da yalnızlar. Yalnızlık aynı zamanda bir ceza metodu mudur?
Öncelikle hapishane hayatının kişiyi yalnızlaştırıp yalnızlaştırmadığını sorgulamalıyız. Eğer bir paydanın altında senden başka birileri daha varsa, o yalnızlık hissi çoğunlukla daha az hissedilir. Hapishanede yatan kişi ile beraber, orada benzer nedenlerle bulunan birçok insan var. Böyle durumlarda insanlar daha az yalnız hissederler. En başta yalnızlığın kişi sayısı ile alakalı olmayıp bir hissediş hâli olduğunu söylemiştik. Bana sorarsanız, hapishaneye girenden çok hapishaneden çıkan insan yalnız. Ben, bu insanların toplum içerisine çıktıktan sonra daha yalnız hissedeceklerini düşünüyorum. Hapishanede suça karışmış kişiler bahsettiğimiz sebeplerle bir aidiyet hissedip, bir bütünün parçası hâline gelirler. Ama çıktıktan sonra bu bütünlük bozulur. Baktığınızda bu tarz ortak paydalar yalnızlık hissine iyi gelen ve tercih edilen durumlardır aslında. Örneğin; futbol taraftarlığı, cemaat üyeliği, siyasi parti veya stk üyeliği gibi durumlarda bunun benzeridir. Bütünün parçası olma hâli insan için çoğunlukla önem arz eder.
Yalnızlık insanı ehlileştirir mi?
Kişiyi yalnız bırakmanın, ehlileştirmek açısından bir çözüm olmadığını düşünüyorum. Ehlileştirme sürecinde, bana göre en doğru olan toplum içerisinde, denetimli serbestlik yöntemi ile olandır. Kişiyi toplumdan izole etmeden cezasını çekmesini ve iyileşmesini sağlıyorsunuz. Tabii bu her suç seviyesinde mümkün olabilecek bir durum değil. Bazı suçlarda kişinin mutlaka izole edilmesi gerekir. Böyle durumlarda ise cezaevi içerisinde bir rehabilitasyon modeli devreye girmelidir. Hiç olmazsa bu kişilerin, topluma geri döndüklerinde kopukluk ve dışlanma hissetmemelerinin yolu sağlanmalıdır. Genel anlamda ise cezaevi sistemi bir yalnızlaştırmadan ziyade izolasyon ve kişiyi alı koyma hâli olarak tanımlanabilir.
Yapılan bir araştırmada alkol ve madde bağımlılarının yalnızlık ile ilgili özellikleri incelendiğinde, yüzde 71’inin yalnızlık duygusu yaşadığını, %35.9’unun yalnızlık duygusunu her zaman yaşadığını, yüzde 61’inin bu duyguyu ailesiyle paylaşmak istediği ortaya çıkmıştır. Bağımlılık mı yalnızlığı doğurur, yalnızlık mı bağımlılığı?
Buradaki ilişki çift yönlü. Yalnızlığın sonuçlarından bahsederken alkol-madde bağımlılığını, obeziteyi örnek vermiştik. Yalnız kalan kişi yalnızlıkla başa çıkmak isterken kişide bağımlılık oluşabilir. Öte yandan, eğer siz bağımlı iseniz çevrenizde hem bağımlı hem de bağımlı olmayan insanlar vardır. Zaman içerisinde giderek bağımlı olmayanların sayısı azalır. Birçok arkadaşınızla görüşmeyi kesersiniz, işinizi yitirirsiniz hatta en sonunda ailenizden bile kopabilirsiniz. Bağımlılığın sonuçlarından biri de yalnızlıktır, diyebiliriz. Bu durum organik, kendiliğinden gelişen bir süreç sonucunda meydana gelir. Kişi ile sosyal çevresi arasında konuşacak, paylaşacak ortak alanlar azalmaya başlar, zevkler ve alışkanlıklar farklılaşır. Giderek birlikte vakit geçirmekten keyif alınmamaya başlanır ve ardından kopuş gerçekleşir. Bu durum her iki tarafında tercihi doğrultusunda oluşabilir. Fakat bir süre sonra bağımlı bireyin o yalnızlaşma sürecine geldiğini fark edişi sürecin başka acılı bir kısmını bize gösterir. Tabii bağımlılar için bunun fark edilmesi kısa bir zamanda meydana gelmez. Genellikle bu bireyler dışarıya karşı suçlayıcı bir tavır benimserler. Ancak, uzun rehabilitasyon süreçleri neticesinde bağımlılar arasında, bu fark edişi yaşayanlar olur.
YALNIZLIK KADINLAR İÇİN DAHA KOLAY, ERKEKLER İÇİN DAHA AĞIR
Bağımlılık konusunda yapılan aynı araştırmada hastaların yüzde 79’unun erkek olduğu saptanarak erkeklerin bağımlılık oranının kadınlardan yüksek olmasında yalnızlık duygusunun etkili olduğu ortaya konmuş. Erkeklerin kadınlara oranla daha yalnız olduğunu söyleyebilir miyiz?
Kadın daha kolay yalnızlaşıyor fakat erkek yalnızlaştığında etkisi daha ağır oluyor. Bu nedenle bağımlılıkta iki taraf açısından farklı etkenler söz konusu olabiliyor. Bizim, kadın ve bağımlılık alanında ayrıca bir çalışmamız var ve bunun özellikle üstünde durulması gereken bir konu olduğunu düşünüyorum. Eskiden tedaviye başvuran hasta profillerini incelediğimizde erkek ve kadın sayısı arasında çok ciddi bir farklılık gözlemliyorduk. Fakat gitgide bu fark azalmaya başladı. Bizim toplumumuz için tabii durum çok daha farklı. Kültürel yapının etkisi ve toplumsal tecritten ötürü kadın bağımlılar çok fazla kendini göstermiyor ve tedaviye de bu nedenle başvurmuyor olabilir. Uyuşturucuya ulaşma kolaylığı açısından da kadınlar erkeklere nispetle daha dezavatanjlı durumda bulunuyor.
Yalnızlığın kişiden kişiye değişen, farklı durumlarda ortaya çıkan etkilerinden söz ettik. Peki bireylerin bu duygu ile baş edebilmek için yapabilecekleri neler var?
Bu anlamda heybeyi doldurmak şart. Elbette bebeklikteki ilk temel güven duygusu aldığımız dönemi biz seçemiyoruz ama bizden sonraki nesiller adına farkındalık sahibi olmamız önemli. Ebeveyn olduğumuz dönemde, anne karnından başlayan ve ilk iki yılı kapsayan süreyi çok sağlıklı geçirmeliyiz. Kendimiz için ise sosyal beceriler edinmek ve ilişkiler geliştirmek her zaman gerekli. Biz bunu bağımlı gruplarımızda fazlasıyla vurguluyoruz. İlişki geliştirirken en kolay yöntem, en küçük halkadan yani aileden başlamaktır. Bağımlılar tabii fazlasıyla toplum tarafından dışlanmış bir hasta grubu olduğu için yeniden çevre edinme fikri onlara daha zor geliyor. Bu nedenle onlara, önce ailelerinden bir bireyle yola çıkmalarını tavsiye ediyoruz. Her durumda bu tarz hastaları en kolay kabul edecek kişiler de aile bireyleri oluyor. Aile ilişkileri açısından bizim toplumsal yapımız da bu duruma oldukça müsait. Gözlemsel olarak söylüyorum, fakat zannediyorum ki bu açıdan başka ülkelere göre bizim toplumuzda yalnızlık hissi daha az yaşanıyor ya da daha kolay atlatılıyor olabilir. Bu anlamda iç dinamiklerimiz daha güçlü. İş edinmek, hobi edinmek, sosyal becerileri geliştirmek yine yalnızlık hissine karşı koruyucu faktör niteliğinde. Öte yandan öz farkındalığımız da yüksek olmalı. Evet, yalnızlık bir hissediş ve gayet olağan fakat bu uzun bir zamana yayılmışsa ve sosyal hayatımızı etkilemeye başladıysa öylece beklemek değil destek almamız gerekiyor. Belki de yaşadığımız bu yalnızlık hissi o sırada yola çıkmış başka bir hastalığın habercisidir.
Copyright © Tüm hakları saklıdır. Merjam.com – Copyright 2021 | Codlio
3D tasarım ajansı Ertesi gün ilacı