Pozitif psikolojiye sahip olmak son yıllarda daha fazla önem kazanıyor. Yaşanan olumsuzluklar karşısında negatifliğe kapılamadan pozitif olmak mümkün mü? 10 Adımda Pozitif Psikoloji, Nevzat Tarhan’ın psikoloji ve psikiyatri uzmanlarından oluşan on dokuz kişilik bir ekiple ortaya koyduğu eseridir. Kitapta duygusal farkındalık hakkında bilgiler verilirken duygusal zekâ başta olmak üzere zekâ türlerinden ve özellikle çoklu zekâdan da bahsediliyor. İşte detaylar…
Koruyucu ruh sağlığının temel değerleri üzerinde durulan eserde, mutlu olma ve mutlu kalmayı öğretmek amaçlanmış olup psikiyatrinin ve psikolojinin, negatif durumları iyileştirme prensiplerine ek olarak danışanlara pozitif değerler katmanın önemine dikkat çekilmiştir. Psikolojik danışmanlar ve rehber öğretmenler için kılavuz olabilecek bu kitap, tüm okuyucularına krizleri avantaja çevirme yollarını gösteriyor.
Duygusal zekânın ne olduğu ve ne işe yaradığı kapsamlı olarak uzman isimler tarafından ele alınıyor. Sonrasında ise bireysel hayatımız, evliliğimiz, diğer ilişkilerimiz, çocuğumuza karşı davranışlarımız ve iş hayatımızda kaliteli bir duygusal zekânın bize sunacağı faydalardan bahsedilmektedir. Sevilmek, anlaşılmak ve mutlu olmak isteyen yanımızı, genlerimizde getirdiğimiz olumsuz kodlara rağmen pozitif psikoloji ile nasıl besleyebileceğimize dair bir rehber olan bu kitapta karar vermek ve motivasyon sağlamak adına yapabileceğimiz çalışmalar da örneklendirilmiştir.
Pozitif Psikolojinin nedir?
Dünyanın en zeki insanlarından biri olan Einstein’in duygusal zekâsı çok düşüktü. Bunu, onun aşk evliliği yapıp on bir yıl sonra boşanmış ve hayatı boyunca da duygusal olarak mutlu olduğu uzun bir dönem yaşayamamış olmasından anlıyoruz. Peki, nedir bu duygusal zekâ yani EQ diye soracak olursanız; bir insanın kendisine veya başkalarına ait duyguları anlama, sezinleme, yönetme ve yönlendirme yetisi ve becerisinin ölçümüdür diyebiliriz. Mesela, düğmeye basıp televizyonu açmayı beceremeyen anneannenin insan ilişkilerindeki ustalığını, IQ ve EQ farkı ile açıklarız. Akademik başarı IQ’ya hayattaki başarı ise EQ’ya yani duygusal zekâya bağlıdır. EQ zamanla öğrenilerek kazanılabilen ve artabilen bir yetiyken IQ, doğuştan gelen bir yetidir.
Kişisel farkındalığa sahip bireyler, toplumu spiritüel bir perspektiften yani ruhsal açıdan değerlendirebilir. İnsanlar olgunlaştıkça sosyal, biyolojik ve psikolojik etkenlerin başkaları ile ilişkileri üzerindeki tesirini fark etmeye başlamaktadırlar. Mutluluk bilimi çalışmalarına göre ruh sağlığı yerinde olan bir kişiyi kastettiğimizde “iyi insan” demek istemiş oluyoruz. Ruh sağlığı iyi olmayan yani bozuk bir psikolojiyi tedavi etmekle klasik psikiyatri ilgilenirken psikolojiyi sıfırın üzerine çıkarmak ve bunu daha pozitif bir hâle getirmekle pozitif psikiyatri ilgilenir.
Yakın tarihe kadar koruyucu ruh sağlığı yani insan nasıl yaşarsa mutlu olur sorusu göz ardı ediliyordu. Şimdilerde ise üzerine pek çok eser yazılan pozitif psikoloji konusunu; “Özbilinç, Özyönetim, Sosyal Bilinç ve İlişki Yönetimi” olarak dört ana başlık hâlinde ele alıyoruz. Duygusal zekâ da işte bu dört temel öğe üzerine kuruludur.
“İnsanlara depresyonla savaşmayı öğretirken mutlu olmak da öğretilmelidir”
Mutlu insanların göz çevresindeki özel kasılmaya “Duchenne Kasılması” denir. Bu kasılmaya sahip kişiler, ortalamanın 8,5 yıl üzerinde bir ömür yaşarken aynı zamanda daha az boşanmaktadırlar. İşte bu, pozitif psikolojinin insan yaşamına yaptığı olumlu etkilere örnektir. Pozitif psikoloji savunucularından Martin Seligman, pozitif psikolojinin, güncel yani insanın günlük veya anlık değişebilen psikolojisinin zıttı olmadığını ve bir insanda mutluyken de üzüntü, öfke, korku gibi duyguların olabileceğini belirterek insanlara depresyonla savaşmayı öğretirken mutlu olmak da öğretilmelidir, görüşünü savunuyor.
Sinirbilimci Antonio Damasio, duyguların da bilimsel bir kategori olduğunu 1995’lerde yazdığı Dekartes’in Yanılgısı adlı kitapla ortaya koyduktan sonra psikiyatri profesyonelleri de konuyla ilgilenmeye başladı. Damasio’nun Elliot adlı hastasının beyninde mandalina büyüklüğünde bir tümör bulunuyordu ve bu tümör, burun boşluğundaki prefrontal korteks denilen noktaya yani ön beyine zarar verip hastayı etkileyene kadar o; iyi bir avukat, eş ve baba idi. Tümör ameliyatla alınmasına rağmen hasta, artık aynı kişi değildi. Zaman mefhumunu kaybetmiş, tembel ve karar mekanizması yok olmuş biri hâline dönüşmüştü. Zamanla toplumdaki yerini, işini ve eşini dahi kaybeden bir adam olarak muhtaç bir hâlde yaşamaya başlamıştı. Her ne kadar bazı özelliklerini kaybetse de Elliot’un yüksek zekâsı zarar görmemiş, refleksleri de normal bir şekilde çalışıyordu. Damasio, Elliot’u farklı psikolojik testlerden geçirerek aslında hastasının sadece hislerini kaybettiğini fark etti. Bilinçsiz duyguları zaman zaman harekete geçse de Elliot hiçbir şey hissetmiyordu.
Araştırmacılar, Elliot’un durumunu daha net bir şekilde ortaya koyabilmek ve anlayabilmek için ona bir olasılık testi yaptılar. Kendisine, çoğunlukla 50$ kazandırıp nadiren 100$ kaybettiren ve bir de çoğunlukla 100$ kazandırıp nadiren 1000$ kaybettiren iki deste vererek bunların arasında bir seçim yapmasını istediler. Elliot, duygularını hissetmediği için her seferinde tehlikeli desteyi yani çoğunlukla 100$ kazandırıp nadiren 1000$ kaybettiren desteyi seçti. Oyunun kurallarını anladığı hâlde bilgisini kullanamıyordu çünkü kesin bir kazanma isteğiyle tüm olasılıkların peşinden gidiyor, bu nedenle kaybediyordu. Elliot’un tümörünün zarar verdiği bölge olan prefrontal kortekste yani ön beyinde farklı olasılıklar düşünülür ve çeşitli durumlarda nasıl hissedeceğimizi hayal edip karara varırız. Elliot, geçirdiği ameliyat sonrası bu yetisini kaybetmişti ve korku duygusu, onda olmadığı için kaybetmeye devam etmesine rağmen riskli desteyi seçmekten vazgeçmiyordu.
Psikiyatri ve psikoloji, mutluluk bilimini anlayabilmek konusunda yetersiz kalmıştır
Herkes sevilmek, anlaşılmak ve mutlu olmak ister fakat psikoloji ve psikiyatri, sadece mutsuz insanları incelediği için mutlu bir yaşam sürmenin adımları hâlâ çözülebilmiş değildir. Ruhsal hastalıkları tedavi yöntemlerinde kişinin farkındalığının gelişmesinin önemi göz ardı edilmiştir. Bu sebeple tedaviler, çare bulmaktan çok yatıştırıcıdır ve kullanılan ilaçlar da ruhsal sorunların etkilerini kısa süreliğine rahatlatacak özelliktedir. Çoğu psikolog ve psikiyatrist, insanların bilgisayarlar gibi mekanik olduğunu düşündüğünden psikiyatri ve psikoloji, mutluluk bilimini anlayabilmek konusunda yetersiz kalmıştır. İnsan hayatına anlam verebilecek ve mutluluğunu daimi kılacak biyomedikal bir tedavi mevcut değildir.
Bazen iç sesimiz aklımızdan daha iyi bir yönlendiricidir
Bilim, akıldan başka bir fenomen kabul etmemesine rağmen sezgisel bilim çalışmaları ile popüler inancın bilimden daha kavrayışlı olduğu anlaşıldı. Duyguların aklın anlayamadığı kendine has sebepleri vardı. Neler olduğunu bilemediğimiz zamanlarda bile sezgilerimiz bizim için çalışır, çünkü sezgilerimiz bilinçsiz duygularımızdan ortaya çıkmaktadır. Bazen iç sesimiz aklımızdan daha iyi bir yönlendiricidir. İnsanın sezgi ile yaşadığı olayları hatırlayıp zihninde tekrar canlandırma yeteneğine, kişisel farkındalık bilinci denir. Kişisel farkındalık bilincinin, nörobilim ve psikobiyoloji ile uyumlu olarak tanımlanması ve açıklanması gerekmektedir ki daha fazla bir farkındalık oluşabilsin.
Genel olarak negatif duygularımızı pozitif duygularımızdan daha yoğun yaşarız
Genel olarak negatif duygularımızı pozitif duygularımızdan daha yoğun bir şekilde yaşarız, işte bu da melodram duygularımızı yani acıklı, dokunaklı yanımızı daha hızlı bir şekilde harekete geçirmektedir. Bu nahoş durumu ise biyolojiye borçluyuz. Örneğin tatilde bulunduğunuz yerde yol tamiri başlarsa oluşan gürültüden dolayı tüm neşeniz uçup gider ve bu öfkeyi tatil bitene kadar hatta bittikten sonra dahi bir süre hissedersiniz. Ancak derin bir düşünce beceriniz varsa tatilinizi mahvedecek bu krizi önleyebilirsiniz. Pozitif psikoloji, işte bu derin düşünce ve duygusal destek becerisini öğretmeyi amaçlamaktadır.
Duyguların değişkenliği ikizlerde gözlemlendi
Minnesota Üniversitesi’nden Profesör David Lykken, mutluluğun kalıtımsal olduğunu hem test etmek hem de kanıtlamak için bin beş yüz çift ikiz kardeş üzerinde hayatta tatmin oldukları dereceye yönelik bir anket yaptı. Aynı genetik materyallere sahip tek yumurta ikizlerinin cevapları daha benzer iken farklı genetik materyallere sahip çift yumurta ikizlerinin cevapları ise daha farklıydı. Lykken’a göre bu çalışma, genetiğin mutluluğu etkileyebileceğini kanıtlıyordu. Elbette genlerimiz, neşeli ya da üzgün olmaya meylimizi etkiler. Bir kişinin, birinci dereceden akrabalarında depresyon geçmişi varsa o kişinin bu genetik materyale sahip olmayan birine göre depresyon yaşaması daha olasıdır. Fakat genler, bilgisayar programı gibi işlemediği için depresyonun veya mutsuzluğun ortaya çıkması, söz konusu genin dış dünyadaki etkileşimine bağlıdır.
Derin düşünme, meditasyon ve tefekkür önemli 3 yöntem
Kişisel farkındalık bilincinin gelişimine yardımcı olan derin düşünme, meditasyon ve tefekkür; mutluluk prensiplerini yaşamımıza tatbik etmek adına önemli üç yöntemdir. Ruhsal sağlık konusunda sadece zihin-beden temelli kavramlar konuşulurken pozitif psikoloji, sezginin öncülüğünü de açıklamaktadır. Mutluluk üretilmeden tüketilemez. Mutsuzluk gibi olumsuz duygular, tehlikelere karşı oluşan reaksiyonlardır fakat olumlu duygulara sahip olmak için çabalamamız gerekir. Birçok kişi mutluluğun şans meselesi olduğunu düşünse de mutluluk, doğru hareketlerle ilişkilidir. Bu doğru hareketler, kişinin daha çok neyden ve nasıl mutlu olacağına göre değişebilir. Kimi insan balık tutmak veya spor yapmak gibi eylemlerden hoşlanırken kimisi kitap okumak veya yalnız kalmaktan hoşnut olabilir. İşte bu nedenle kişi, kendisini mutlu eden doğru eylemleri bulmalıdır. Aristoteles, “Mutluluk, bir fiilin sonucudur.” demiştir. Dolayısıyla pozitif hisler, kadere bağlı değildir; onlara sahip olmak için biz çabalamalıyız.
Sevginin bir tarafında korku diğer tarafında ise güven vardır
Duygular, hem insanlarda hem de diğer canlılarda olan yemek, barınmak, cinsellik ve korku gibi temel duygular ve sevgi, nefret, umut gibi sadece insana ait olan duygular olarak iki türlüdür. İnsanları, tıpkı bir resmi meydana getiren renkler gibi duyguların farklı oranlarda karışımı meydana getirir. Sevgiyi bir tahterevalli olarak kabul edersek bir tarafında korku diğer tarafında ise güven vardır. Korkan bir insana sevgi göstermek, onun güven duygusunu arttırır ve cesaret verir. Korkuyu beslemek düşmanlığı, güveni beslemek ise dostluğu ortaya çıkarmaktadır. Kadınlar, erkeklere göre daha duygusal oldukları için sevgi ihtiyacı da erkeklere göre daha fazladır. Kadınların en büyük yakınması eşlerinin kendilerini sevmediği hakkında olsa da erkekler, kadınların bu yakınmaların farkında değildir. Yine de iki cins arasında tam bir genelleme yapmak doğru değildir çünkü bu durum, genellikle kişilerdeki sevginin yoğunluğu ile alakalıdır.
Zekâyı nasıl besleriz?
Sosyoloji, toplulukların özellikleri hakkında bilim adamlarına veriler sunar. Siyaset bilimi, antropoloji, ekonomi ve psikoloji ile bireylerin toplum içindeki durumunu değerlendirme şansı güçlenmektedir. Sosyolojinin genel kuralları çerçevesinde “sosyal insan” ve “bireysel insan” davranışlarının farklı olduğu kabul edilmiştir. Kişinin kendi zihnindeki ve başkalarının zihnindekileri anlayabilme ve ayrıştırabilme yeteneği 1970’lerde ortaya atılan “zihin teorisi” ile ilgilidir. Zihnin bedenden bağımsız olduğunu kabul eden, zihin ve beynin aynı şey olduğunu söyleyen, zihne düşünceyle ilgili özelliklerin “yüce ruh” tarafından verildiğine yönelik farklı teoriler mevcuttur. Günümüzde ise zihnin, beden ve beyinle ilişkili olarak yapılandığı kabul edilmektedir.
Çoklu zekâ kuramı, dengeli beslenmeye benzetilebilir. Jean Piaget, bilgi öğrenmeyi yemeklerin sindirilmesine benzetmektedir. Örneğin, yalnızca matematiksel veya dilsel beslenme, zekânın tek yönlü olarak uyarılmasına sebep olmaktadır. Öğrencilikte matematiği iyi olanlar başarılı kabul edilirken iş hayatında başarılı yönetici ve liderlerin genellikle sosyal ve duygusal zekâsı yüksek kişilerden çıktığı görülmektedir. Geleneksel eğitim, sadece sayısal ve sözel zekâyı dikkate almaktadır, fakat çoklu zekâ kuramına göre insan beyninde sözel, mantıksal, müziksel, görsel, içsel, kişilerarası ve bedensel zekâ alanları bulunmaktadır. Tek yönlü beslenmek metabolizmayı nasıl bozuyorsa tek yönlü zekâ beslenmesi de zihin gelişimini sınırlandırmaktadır. Yani bu örnekle dahi yüzyıllardır yaratıcılığımızın öldürüldüğünü anlayabiliriz. Aileler çocuklarının fiziksel beslenmesine dikkat ettiği kadar zihinsel beslenmesine de özen göstermelidir.
Zekânın sabit olduğu, niceliksel olarak ölçülebileceği, öğrencileri sıralamak ve olası başarılarını kestirebilmek için kullanılabileceği şeklindeki düşünceler, zekâya ilişkin eski bakış açısına aittir. Yeni bakış açısına göre ise zekâ geliştirilebilir, sayısal olarak hesaplanamaz, farklı yollarla ortaya konulabilir… Zekâ çok yönlüdür ve genetik kalıtımla gelen zekâ geliştirilip değiştirilebilir.
Dans, koşma ve yüzme gibi fiziksel aktivitelere katılmak; fikir, düşünce ve duygularla ilgili rol yapmak, güncel olayları mimiklerle anlatmaya çalışmak bedensel zekâyı geliştirmek için kullanılabilecek en iyi yöntemlerdir. Sözel zekâyı geliştirmek için başkalarının düşüncelerini dinleyip onlarla tartışmaya girebilir, her gün yeni bir kelimenin anlamını öğrenerek o kelimeyi gün içinde kullanabilir, bir dergiye abone olabilir veya günlük tutabilirsiniz. Görsel zekâyı geliştirmek için ise fikirlerinizi ifade etmek üzere renkli kalemler veya kil gibi malzemeler kullanabilir, görsel detaylara yer verdiğiniz düşler kurabilir, hayal gücünüzü arttıracak çalışmalar yapabilirsiniz. Matematiksel zekânızı geliştirmek için iki nesneyi karşılaştırmak gibi düşünme egzersizleri yapabilir, herhangi bir hobinizi dört ana başlığa ve bu başlıkları da alt başlıklara ayırabilirsiniz. Müziksel zekânızı geliştirmek için ruh hâlinize iyi gelecek farklı türlerde müzikler dinleyebilir, duygularınızı ifade ederken şarkıları kullanabilir, doğa seslerini -yağmur, şelale, rüzgâr vs.-dinleyebilirsiniz. Kişilerarası zekâyı geliştirmek için grup çalışmalarına katılabilir, bir kişinin mimiklerinden düşüncelerini tahmin etmeye çalışarak sonra bunu kontrol edebilir ve konuşan kişinin ne dediğine odaklanma çalışmaları yapabilirsiniz. İçsel zekâyı geliştirmek için de ruh hâlinizi tarafsız bir gözle inceleyin, “Ben kimim?” sorusu için 25 kelimeden oluşan bir cevap yazın ve tatmin olana kadar bu cevabı gözden geçirerek değiştirin.
Yetişkinlikte ve ebeveyn olarak duygusal zekânın önemi!
Bebeklik, çocukluk gibi hayatın evrelerinden birisi olan yetişkinlik, olgunluk anlamına gelmektedir. Yetişkinlerden beklenen geleneksel zekânın yanında duygusal zekâya da sahip olmalarıdır. Kişinin sevilen, sayılan ve güvenilen biri olması duygusal zekâya da sahip olduğunu gösterir. Bir yetişkinin iyi bir duygusal zekâya sahip olması ise on kademeli bir süreçtir. İyi bir yetişkin ilk olarak kendini tanımalı ve farkındalık sahibi olmalıdır, kusurlarıyla yüzleşme cesareti bulabilmek için kendini hazır hissetmelidir. Empati yaparken üzerine aldığı rolden çıkmayı da bilmesi gerekir. Kendini iyi algılayan ve tanıyan birey, başkalarını da iyi algılayacak ve tanıyacaktır. Yetişkin, iletişim kurarken net ve kararlı olmalı, suçluluk duymadan “hayır” diyebilmelidir. Herhangi bir konudaki ertelemelerimiz sıklaşıyorsa bu enerjimizin azaldığını gösterir. Dolayısıyla yeniden motive olmak için plan yapıp sabretmek ve hangi koşulların motivasyonumuzu arttırıp azalttığını değerlendirmek yardımcı olacaktır.
Devamlı geçmişe takılıp kalmak ve affetmemek beyin kimyasını bozmaktadır
Sorunları çözerken soruna değil çözüme odaklanmak ve stratejik çözümler üretebilmek önemlidir. Bir yetişkin öfke ve stres kontrolünü yapabilmelidir, çünkü bu duyguları yönetemeyen kişi, kendini ve zamanını kaliteli bir şekilde yönetemez. Devamlı geçmişe takılıp kalmak ve affetmemek beyin kimyasını bozmaktadır. İlerleyebilmek için hoşgörülü ve iyi ahlaklı olmalıyız. Bir yetişkin sebatkâr olmalıdır, doğru yönde ısrarcı olmak hedefe ulaştırır. Yardımseverlik ve çevreyle işbirliği, sağlıklı duyguları ve beraberinde de sağlıklı iletişimi getirecektir. Tartışmalarda uzlaşmacı bir tavır takınmak ise kişinin sağlam bir iletişim içinde olmasını sağlayacaktır. Bu adımları hayatına uygulayan yetişkin birey, herkesin saygı duyduğu güvenilir bir kişi olarak tanınacak ve iyi bir duygusal zekâya sahip olacaktır.
Yetişkinlerin yani anne-babaların, çocuklarına sınır koyabilmeleri en çok zorlandıkları alanlardan biridir. “Hayır” diyebilmek zaten yeterince zorken konu çocuklar olduğunda daha da zorlaşır. Bu durumu basit kurallar koyup çocuklara sorumluluk duygularını aşılayarak aşabiliriz. Mesela, yemek yemenin, uyumanın, televizyon izlemenin bir saati ve sınırı olmalıdır. Sınırları zorlamak isteyen çocuğumuza karşı takındığımız tavır, onun gelişiminde olumlu ya da olumsuz etki bırakacaktır. Bu tavrın nasıl olacağını belirlemek de anne-babanın görevidir.
Televizyon, fiziksel bir bağımlılık olmasa da psikolojik bir bağımlılık oluşturmaktadır
Televizyon tamamen kötü bir şey olmasa da televizyon önünde geçirilen pasif zaman, duygusal zekâ becerilerini engellemekte, fiziksel bir bağımlılık olmasa da psikolojik bir bağımlılık oluşturmaktadır. Ortalama bir çocuk, beş yaşındayken bir üniversite öğrencisinin öğrenimi boyunca okulda geçirdiği kadar bir zamanı televizyon izleyerek geçirmiş oluyor. Birçok ebeveynin kendisi de televizyon bağımlısı olduğundan çocuğunun televizyon izleme süresini maalesef denetleyemiyor. Duygusal zekâsı yüksek bir çocuk yetiştirmek istiyorsanız televizyon izleme süresine kesinlikle bir sınır koymalısınız. Çocuğunuz bir kez televizyondan soğuduğunda arta kalan zamanda ne yapacağı konusundaki yaratıcılığı kesinlikle artacaktır.
Kendi duygularının farkında olmayan anne-baba, çocuğun duygularını anlayamaz
Duygusal açıdan yeterli ya da yetersiz farklı ebeveynlik stilleri vardır. Duyguları göz ardı eden ebeveynlikte anne-babalar çocuğun duygularıyla ilgilenmeyi gereksiz bulurlar ve onların olumlu-olumsuz duygusal dönemlerinin kendiliğinden geçmesini beklerler. Duygusal anlar, çocuğun duygusal yeterlilik kazanması adına fırsattır ama anne-baba bu fırsatı kullanamaz. İleri derecede serbest bırakan ebeveynlikte ise anne-baba çocuğun duygularının farkında olmasına rağmen buna karışmazlar. Çocuk, duygu durumuna göre uygunsuz davranışlar gösterse bile onun bu hareketlerine aldırış etmeyip çocuğa duygusal tepkileri konusunda rehberlik etmek yerine yatıştırma ya da bastırma yöntemlerini kullanırlar. Çocuğun duygularına saygı göstermeyen ebeveynlikte de anne-babalar çocuğun duygusal tepkilerine şiddetle karşılık verir, duyguları reddeder ya da cezalandırırlar. Duygusal bağlamda çocuğa hocalık eden ebeveynler çocuğun duygularını ciddiye alarak doğru tanımlamasına yardımcı olanlardır.
Ebeveynlerin iyi duygusal rehber olabilmelerinde kendi duygusal zekâlarının da rolü vardır. Kendi duygularının farkında olmayan anne-baba, çocuğun duygularını anlamasına, fark etmesine rehberlik edemez. Washington Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmaya göre duygusal becerileri gelişmiş anne-babalar, çocuklarıyla daha iyi geçiniyor ve onlara daha fazla sevgi gösteriyorlar. Bu da çocukların duygusal zekâ gelişimlerine katkıda bulunuyor.
Evlilikte ve iş yaşamında duygusal zekânın önemi nasıl ortaya çıkıyor?
Kendimizi, karşımızdakini ve ilişkide olup bitenleri bilmek, anlamak ve tepkilerimizi ayarlamak, ilişkimizi sağlıklı yönetebilmek için gerekli olan koşullardır. “Evlilikte iş bölümü nasıl olacak? Bireysel sınır ve özgürlük alanları nasıl belirlenecek? Bütçe nasıl ayarlanacak?” gibi üzerinde anlaşılması gereken pek çok sorun vardır ve evlilikte eşlerin her zaman fikir birliğine varması mümkün değildir. Fakat mutlu ve huzurlu bir evlilik için birlikte hareket edebilmek, ortak kararlar verebilmek gerekmektedir.
Evlilik, anne-çocuk ilişkisinden sonra kurulan en yakın ilişkidir. Sağlıklı bir ilişkide kişinin kendine en yakın hissettiği kişi eşidir. Anne-çocuk ilişkisinde “birey olma” yolunda gelişim beklenirken evlilikte “biz” olabilmek önemlidir. Evlilikte taraflar hem bireyselliklerini korumalı hem de “biz” olarak hareket etmelidir. Bu dengeyi sağlayabilmek için de duygusal zekâ önem kazanmaktadır.
İnsanın, hayattaki en temel gereksinimi “güvenlik”tir. Buna paralel olarak da güvendiğimiz kadar bağlılık hissederiz. Duygusal açıdan gelişmiş insanlar, evlilikte ortaya çıkan sorunları konuşarak sakin bir şekilde çözmeye çalışır, kendi ihtiyaç ve beklentilerini söyleyebilir, stresini yönetebilir. Ancak uyumlu bir evlilik için kişinin, eşinin de duygularının farkında olması gerekir. Evlilikte uyumsuzluğa ve çözümsüz çatışmalara düşmemek için kişinin eşinden ve evlilikten ne beklediğini bilmesi önemlidir.
Çalışma hayatını incelediğimizde rekabetin arttığı ve müşterinin baş tacı edildiği, buna paralel olarak müşterilerin de bilinçlendiği bir dönemdeyiz. Müşteriler, artık pek çok konuda karar mekanizmasının içinde yer almaktadır. Elbette bu durum müşteri memnuniyeti ile beraber kâr oranını da arttırmaya yönelik bir pazarlama stratejisidir. Bu ortak çabalar ise satış psikolojisi, tüketici psikolojisi, çalışan psikolojisi gibi yeni araştırma alanlarını doğurmuştur. Müşteriyi memnun etmenin yolu, çalışanın memnuniyetinden geçmektedir. İş hayatında etkili bir yönetim yapılması isteniyorsa insanın bedensel ve zihinsel varlığından sonra duygusal durumunu da sürece dâhil edilmelidir. Bireyi bütünüyle ele almak ve anladığını hissettirmek yeni yönetim tarzıdır. Günümüzde pek çok şirketin çalışanlarına eğitim aldırdığı alanlar, duygusal zekânın geliştirilebileceği alanlardır. Empatik iletişim kurma, etkin takım olabilme becerileri, çalışma yönetimi vs. bu alanların başında gelmektedir. Duygusal zekâmızı kendimiz için nasıl yönetebileceğimiz ve başkaları ile olan ilişkilerimizde nasıl kullanabileceğimiz; duygusal zekânın kullanımında iki önceliktir. Duygusal zekâ, son dönemde üzerine en çok yatırım yapılan konulardan biridir yani iş dünyasında da tahta oturmuş vaziyettedir.
Kişisel farkındalık ve motivasyon nasıl kazanılır?
Kendini tanımak; duygu, düşünce ve davranışlarının farkında olmak anlamına gelir. Daha geniş bir perspektifle kendini tanıyan kişi, güdülendiği bilinçli ve bilinçdışı süreçlerin farkındadır. Elbette bunlar, özel dikkat sarf ederek erişebileceğimiz bilgilerdir. Duygular bebeklikten itibaren bizimledir, düşüncelerimiz ise zihinsel olgunlaşma ile birlikte yapılanırlar. Duygular davranışlarımızı şekillendirir; mesela, kızgın olduğumuzda bağırırız. Duygularımızı sınıflandırmayı öğrendiğimizde ise duyguları, düşünceler ile bağlantılandırırız. Bağlantı kurulduğunda da düşüncelerimize bağlı duygular hissetmeye başlarız.
Kişinin kendisiyle ilgili algılamalarından oluşan şey, özdür. Öz, hayatımızın ilk günlerinden başlayarak dış dünyadan öğrenilenleri, duygularımızı etkileyen deneyimleri, olaylarla ilgili düşüncelerimizi kapsayan algılamalarımızdır. Kendimizi tanımaya ilk olarak “Ben kimim?” sorusuyla başlamalıyız. Kim olduğumuza dair cevaplarımız, bize kim olduğumuzu gösterecektir. Bu bütün içinde olanları şöylece sıralayabiliriz: Saç ve göz rengimiz, boyumuz gibi fiziksel özelliklerimiz; nasıl öğrendiğimiz ve ne hızla kavradığımız gibi “zekiyim”, “dikkatsizim” şeklinde tanımlayabileceğimiz zihinsel yeteneğimiz; olaylara verdiğimiz tepkiler, toplum içinde konuşurken kızarmak gibi bedensel tepkilerimiz, hayatımızdaki olay ve nesneler için sebep-sonuç ilişkisi kurma süreçlerini kapsayan düşüncelerimiz; inançlarımız, uyaranlara karşı hissettiklerimiz, ve hayatımızdaki insanlarla yaşadığımız deneyimler “Ben kimim?” sorusuna cevap verecektir.
İnsanlar arasındaki düşünce ve duygu alışverişine iletişim denir. İletişimin amacı, alıcı ile verici arasında bilgi ve düşünce ortaklığı yaratmaktır. Bu etkileşimi açıklamak üzere beş varsayım ileri sürülmüştür:
Hiçbir şey yapmamak bile anlamlı bir mesaj içermektedir yani bu da bir iletişim yöntemidir. Bu nedenle iletişim kurmamak imkânsız bir durumdur.
Bir kişi, öğretmeninden kalem isterken farklı, arkadaşından isterken ise daha farklı bir tutum sergiler. İkisinde de anlam aynı olmasına rağmen aradaki farkı oluşturan şey, ilişki düzeyidir.
Cümle kurarken yükleme en yakın olan kelime, her zaman daha fazla vurgulanır. Bu durum, cümlenin iletişimde olduğumuz kişi tarafından daha etkili bir şekilde anlaşılmasına olanak sağlar.
Mesajlar sözlü ve sözsüz olarak ikiye ayrılır. Mantıkla ilgili mesajlar sözlü, duygusal mesajlar ise sözsüz olarak ifade edilir.
Duygu ve düşüncenin iletilmesi konusunda beden dili büyük bir önem arz etmektedir. Kişinin jest ve mimikleri, sözlü iletişimi tamamlayıcı niteliktedir.
Kişisel misyonunuz nedir?
Konuşma sırasında olumlu veya olumsuz yaklaşımda bulunmak, yönlendirici sorular sormak, geribildirimde bulunmak, hitap şeklimiz ve karşımızdakinin duygularını anlama çabası sözel davranışlarımızdır. Bedenimizin duruşu, jestlerimiz, mimiklerimiz, ses tonumuz ve bakışlarımız ise sözel olmayan davranışlarımızdır.
Şimdi bireysel motivasyonumuzu düşünüp birlikte bir çalışma yapalım. Bazı şeyleri yapmakta zorluk çekerken bazı şeyleri yapmak için istek duymamızın nedenini motivasyonumuzla açıklamaktayız. Öncelikle belirtmek gerekiyor ki yaşamda herkese eşit olarak dağıtılan kaynak zamandır. Ortalama bir insan ömrünü 70 yıl olarak kabul edelim, bu süre 25520 güne tekabül eder. Yani 25 yaşına gelmiş bir insan zamanının 9125 gününü harcamıştır. Bu kişi günde sekiz saati uykuda geçirse ve kalan zamanın üçte birini çalışmak için kullansa geriye ortalama 15 sene kalacaktır. Gördüğünüz gibi ortaya çıkan sonuç, düşündüğümüz kadar da uzun bir süre değil. Sahip olduğumuz ve olacağımız her şeyin sorumlusunun kendimiz olduğumuz düşüncesiyle motivasyon kavramına yeniden bakmalıyız.
İlk olarak biz bu dünyada ne için varız yani kişisel misyonunuz nedir? Bu soruya cevap bulmaya çalışın. Vizyonunuzu yani gelecekte varacağınız noktayı belirlerken ise “ne?” sorusuna cevap arayın. 10-15 sene sonra kendinizi nerede görmek isterdiniz? Vizyonunuzu belirlerken gerçekten ne istediğinizi ve o şeyi elde etmenin size ne sağlayacağını düşünün. Daha sonra hayattaki değerlerinizi önem derecesine göre sıralayın. Bundan sonra ise kuvvetli ve eksik taraflarınız ile fırsatlarınızı ve engellerinizi düşünün. Artık güçlü ve zayıf yönlerinizi biliyorsunuz, hayattaki varoluş amacınızı belirlediniz ve değerleriniz netleşti. Bunların hepsini belirlediğinizde artık harekete geçme zamanı gelmiş demektir. Mevcut durumunuz ve hedefleriniz arasındaki farkı kapatacak olan şey ise kişisel gelişiminizdir. Hedefleriniz doğrultusunda günlük planlar yapmaya çalışmalısınız çünkü motivasyon, bir ihtiyaç ve istekle doğar. Harekete geçtiğinizde gelecek hedeflerinize ulaşmak için çalışmak, hedefe ulaşma isteğinizi daha da arttıracaktır.
Peki, sorun nasıl çözülür?
Günlük hayatımızda sorunlarla karşı karşıya kalmadığımız zaman neredeyse yok gibidir. Herkes, farklı farklı sorunlarla baş etmek durumundadır. Aynı sorunu yaşayan kişiler bile farklı çözüm yollarına gitmekte, kimileri başarılı kimileri ise başarısız olmaktadır. Kişilerin sorun çözme becerileri önemlidir ve bu bir dayanıklılık göstergesidir. Sorun çözme süreçleri üç temel durumdan meydana gelir: İlk olarak sorunla karşılaşma evresinde kişi, sorunun zor mu kolay mı olduğunu değerlendirir. İkinci olarak sorunu ortadan kaldırmak için bir girişim yapılır ve üçüncü olarak kişi, ürettiği yöntemle sorunu artık çözmüştür. Sorun çözmenin bilişsel yönü, kişinin sorunu algılayıp algılamadığı hakkındadır. Bununla beraber kişinin meta bilişsel yönü sorun çözmedeki stratejileri kontrol etme ve değerlendirme becerisiyle; güdüsel yönü ise kişinin sorun olan durumu çözme isteği, sorunu çözme becerisi ve sorunu çözmek konusunda yaptığı atıflarla ilgilidir. Kişilerin soruna yönelme şekli de olumlu veya olumsuz olabilir. Sorun çözme aşamaları; sorunun tanımlanması, hedeflerin belirlenmesi, çözüm seçeneklerini üretmek, uygun çözümün seçilmesi, uygulamaya geçmek ve uygulamanın gözden geçirilmesi maddelerinden oluşur.
İnsan, sosyal bir canlıdır ve hayatı boyunca diğer insanlarla etkileşim içinde yaşar. İstesek de istemesek de insanlarla iletişim kurarız; sessiz kalmak bile çevremizdekilerle etkileşimde olmamızı sağlamaktadır. İki kişi birbirini fark ettiğinde kaçınılmaz olarak yeni bir ilişki doğar. İletişim kurmamak imkânsız olduğuna göre yaşam kalitemizi düşürmemek adına ilişkilerimizi ustalıkla yönetmeliyiz. Çünkü ilişkilerimizin kalitesi, yaşam kalitemizi de göstermektedir. “Kendimizi”, “karşı tarafı” ve “ilişkide yaşananları” anlayıp tepkilerimizi ona göre ayarlamamız gerekmektedir. İnsanlar, bir ilişkiye başladığında veya ilişki sırasında sahip olduğu özellikleri ilişkilerine de taşınmaktadır.
İlişkiler “simetrik-eşit” ve “tümleyici-eşit olmayan” ilişkiler olarak ikiye ayrılır. Simetrik-eşit ilişkilerde taraflar birbirine aynı tür ileti yollarlar. Öfkeye karşı öfke, sevgiye karşı sevgi gibi. Bu ilişkilerde taraflar birbirlerine eşit olduklarını belirtirler. Biri başarılarından bahsederken diğeri de başarılı yönlerini anlatır. “Tümleyici-eşit olmayan” ilişkilerde ise farklı türde iletiler vardır. Bir taraf öğretici diğer taraf öğrenici, bir taraf verici diğer taraf alıcı konumda olabilir. Fakat bu ilişkiler, sürekli aynı ilişki türünde devam etmeyebilir. Mesela, bir çocuğun ebeveynleriyle ilişkisi, büyüdükçe tümleyici-eşit olmayan ilişkiden simetrik-eşit ilişkiye geçebilir. İnsanlarla iletişim kurarken yalnızca bilgi aktarımı yapmayız, aramızdaki ilişkiyle ilgili belirlemeler de yaparak ilişkiyi bu belirmelere göre yönlendiririz. İlişkiye yön veren taraf, tanımlayan kişidir ve yönetme gücü onun elindedir. Yön veren olabilmek için kişinin, kendi duygularını tanıması ve yönetebilmesi gerekmektedir.
Her insanın yolu diğerinden farklıdır ve yolların farklı olması da bakış açısı ve tecrübe farkına bağlıdır. Yönlendirme yapan kişiler ise aynı zamanda sebatkâr olmalıdır, yoksa bu kişinin hataları yönlendirdiği kişiye eklenecek ve onun başarısızlığına neden olacaktır. Her birey, verilen öğüdü süzgeçten geçirerek hayatına uygulamalıdır. Süzgecin deliklerinin çok büyük veya çok küçük olması da kişiyi yanlış sonuca götürebilir. İşte bu noktada eleştirel düşünce önemlidir. Eleştirel düşünme; önyargılar, varsayımlar ve her türlü bilginin değerlendirilip akıl süzgecinden geçirildiği bir düşünme biçimidir.
Karara varmak için geniş bir yelpazeden bakmak bireyi hedefe götürecektir. Olaylara geniş bir pencereden bakan kişi, stratejik düşünmeyi de biliyor demektir. Stratejik olmak ise tutarlılığı gerektirir. Tutarlılık inatçılık değildir; aksine kendi düşüncesini doğru sayarak başkalarına dayatmaya çalışan ve yeni fikirlere kendini kapatan kişi yerinde sayacak ve yalnız kalacaktır. Genel olarak sebatkâr kişilerin eleştirel düşünme yeteneğine sahip, esnek fikirli ve olumlu anlamda başkalarını etkisi altına alabilen kimseler olduğunu söyleyebiliriz.
Bunu yapan insanlar, hem mutlu yaşıyorlar hem de…
Yapılan nöro-görüntüleme çalışmalarına göre beyinlerinin sağ tarafı daha aktif olan bebekler, kolay üzülüp örneğin anneleri gittiğinde hemen ağlamaya başlarken beyinlerinin sol tarafı daha fazla aktif olanlar ise daha az ağlayıp yalnız kaldıklarında emekleyerek odayı keşfetmeye çalışıyorlar. Araştırmacılar, bu çalışma sonucunda negatif duyguları kontrol edebilmenin ön beynin sol kısmının aktivitesini yükselttiğini fark ettiler. Bunu yapan insanlar, hem mutlu yaşıyorlar hem de sağlıkları için olumlu bir şey yapmış oluyorlardı. Kısacası negatif hislerimizi kontrol etmek yararımızadır.
Başka bir araştırmada ise deneklere hem komedi hem de korku filmlerinden kesitler izletildi. Amaç, deneklerin film sırasındaki tepkilerini ölçmek ve bunu beynin kullanımıyla ilişkilendirmekti. Bu çalışmada da deneklerin tepkileri, ön beynin sağ ve sol yanının etkinliğine göre farklılık gösterdi. Sağ tarafı daha aktif olan denekler korku sahnelerinde diğerlerine göre daha fazla korkarken sol tarafı daha aktif olan ikinci gruptaki denekler ise komik sahnelerden daha fazla keyif aldılar. Görünen o ki mizacımıza göre pembe ya da gri bir hayat yaşıyoruz ve bu yatkınlık sadece aklımıza değil fiziksel sağlığımıza da etki ediyor. Beyninin sol yarısının baskın olduğu insanlarda hastalıklara karşı daha fazla dayanıklılık olduğu da gözlemlendi. Çünkü kanlarında bakteri ve virüsleri öldürecek daha fazla katil hücre vardı. Ayrıca bilim adamları tarafından deneklere az miktarda grip virüsü enjekte edilerek duygusal yatkınlığın bağışıklık sistemine olan etkisi de ölçüldü. Bu araştırmanın sonucunda da beynin sol tarafı ne kadar aktifse hastalıklara karşı bağışıklık reaksiyonunun da o kadar iyi durumda olduğu tespit edildi.