Bu haberi arkadaşlarınla hemen paylaş!
Çatışma saatini cuma vaktine kadar tehir eden Sultan, hep birlikte kılınan namazdan sonra, beyazlar giyinmiş ve kokular sürünmüş olarak, askerlere yaptığı hitabede; şehit düşerse, vurulduğu yerde gömülmesini, idare adamları ve kumandanların oğlu veliahd Melikşah’a tâbi olmalarını vasiyet ettikten sonra, bir hükümdar olarak değil, bir er gibi, devlet ve din uğrunda dövüşeceğini, savaşmak istemeyenlerin çekilip gitmekte serbest olduklarını ilan etti; kendisinin, ordunun herhangi bir erinden farklı bulanmadığını göstermek üzere, atının kuyruğunu eliyle bağladı.
Tarihte bazı anlar vardır ki o an, o ortamda bulunanlar dahi nasıl kritik bir eşikte olduklarını fark edemeyebilirler. Hatta o hadisenin kıymeti ve etkileri çok sonra ortaya çıkabilir. Örneğin, Kolomb’un Amerika’yı keşfetmesi böyle bir şeydir. Türk tarihi içinse bu miladı kesinlikle Malazgirt Meydan muharebesi olarak verebiliriz. 1071 yılında cereyan eden ve Türkler açısından tamamen plansız ve sürpriz bir cenge dönüşen bu muharebe, tarihin akışını değiştirmiştir. Nitekim Malazgirt ve “Büyük Selçukluların günümüze olan etkisi sanıldığından ve bilindiğinden daha fazladır. Her şeyden önce doğu ile batıyı birleştirmek meselesi bile tek başına yeterlidir. … Sultan Alp Arslan, babası Çağrı Bey ve amcası Tuğrul Bey ile birlikte Batı Türklerinin atası durumundadır.”1
Alp Arslan bulunuyordu. Prof. Dr. Osman Turan’ın, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti adlı kitabından yola çıkarak, Sultan Alp Arslan için şunları söyleyebiliriz;
Alp Arslan, tahminen 1030 yılında doğmuştur. 1040 yılındaki kritik Dandanakan Savaşı sonrasında babası Çağrı Bey, Merv ve civarının idaresini almıştı. Alp Arslan, gençliği boyunca babasıyla beraber bu bölgedeki mücadelelere katıldı. Hatta yaşı küçükken bile cenk etti. “Babasından aldığı emirle derhal harekete geçen Alp Arslan, bu sıralarda en fazla on üç, on dört yaşlarında bir delikanlı idi. … Nitekim Gazneli ordusuna hücum eden Alp Arslan karşı tarafı tam manasıyla hezimete uğratmıştı.”2
1050’li yıllara doğru babasının yaşlanması üzerine onun yerini aldı. Hükümdar Tuğrul Bey’di, kardeşi Çağrı Bey ise onun hem ordu komutanı hem de yardımcısı idi. İki kardeş, dünya tarihinde eşine az rastlanır bir iktidar birlikteliği sergilediler. Sultan Tuğrul Bey’in çocuğu olmuyordu. Bu nedenle onun vefatının ardından tahta, yeğeni Alp Arslan geçti. Ancak bunun için kardeşi Kavurd ve amcası Musa Yabgu gibi isimlerle taht mücadelesi verdi. Dandanakan Savaşı sonrasında akın eden on binlerce Türkmen, planlı bir şekilde Anadolu’ya yönlendiriliyordu. Çünkü mevcut Selçuklu toprakları bu insanlara yetmeyecekti. Ayrıca Anadolu topraklarının uygun bir yurt olabileceği düşünülüyordu. Ancak açıkçası henüz kesin bir karar verilmemişti, yani öncelikli hedef İklim-i Rum denen Anadolu toprakları değildi. Malazgirt zaferinden yaklaşık bir sene sonra büyük Sultan vefat etti. Trajik bir ölümü oldu. Bir sefer sırasında Selçuklulara direnen Barzam Kalesi düşürülmüştü. Kalenin kumandanı Yusuf Harizmi, Sultan ile görüşmek istediğini bildirdi. Alp Arslan’ın huzuruna çıktığında, Sultan’a hakaret etti. Oldukça hiddetlenen Sultan’ın o zamana kadar hiç şaşmayan oku hedefi şaştı ve Yusuf, çizmesine sakladığı bir hançeri çıkartarak Sultan’ın üzerine atılıp onu yaraladı. Alp Arslan aldığı yaradan birkaç gün sonra oğlu Melikşah’ı veliaht tayin ederek şehit oldu.
Selçuklu hükümdarı Alp Arslan, Batı Türk tarihinde, belki de farkında bile olamayacağı kadar büyük bir öneme sahip. Çünkü hem Malazgirt Zaferi ve hem de sonrasında verdiği Anadolu’nun yurt tutulması emri ile birlikte Türkiye Türklüğünün başlangıcını sağlamıştır. Dedesi Selçuk Bey’in liderliği ile başlayan ve 1040 sonrasında Büyük Selçukluların kurulmasıyla devam eden süreci, Sultan Alp Arslan’ı merkezde tutmak suretiyle düşünmek lazım. Şöyle ki Sultan Alp Arslan’ın pek çok önemli özelliği var. Babası Çağrı Bey, amcası Sultan Tuğrul Bey ve veziri/hocası Nizamülmülk’ten çok iyi bir eğitim aldığı çok açık. Üstelik ufku geniş, başarılı bir komutan ve devlet adamıdır. Ayrıca çok bağışlayıcı birisi olduğu da ortadadır. Sonuç olarak “Selçuklular… Müslüman topluma yapmış oldukları Türk aşısı ile İslâm tarihinin yeni bir evreye girmesine zemin hazırlamışlardır.”3 Biz tekrar, adı Sultan Alp Arslan ile özdeşleşen Malazgirt Muharebesi’ne dönelim. Dönem tarihçisi İbnu’l Verdî “Selçuklular” adlı kitabında hicri 463 yılına denk gelen muharebeyi şu şekilde nakletmiştir;
“Bu sene Rum meliki Ermenus (Romanus Diogenes) topladığı Rum, Çerkes ve Ruslarla birlikte harekete geçti ve Malazgirt’e vasıl oldu. Alp Arslan da ona doğru hareket etti. Sultan anlaşma yapmak istedi fakat İmparator bundan imtina etti ve savaştılar. Rumlar yenildi, onlardan sayısız kimse öldürüldü ve Ermenus da esir edildi. Sultan onu, anlaşma, mal ve esirler karşılığında serbest bıraktı. Sultan Alp Arslan, Melik Ermenus’a şahinlerini taşıttı. Beraber ava çıktılar ve bu şekilde İmparator’un kibri kırıldı. Sonra onu serbest bıraktı ve onu Türklerden pek çok sayıda asker ile teçhiz etti. Rumlar onları kontrol altına aldılar. Aralarında savaşlar çıktı. Allah en iyisini bilir.”4 Prof. Dr. İlber Ortaylı ise Malazgirt ile ilgili şunları söylüyor: “1071 Malazgirt Zaferi ilk defa Roma Katolik Kilisesi’nin Türklere karşı bir ittifak misyonu yüklenmesine ve ehl-i salibe (Haçlılar) İslâm’ın ilerleyişini durdurma çağrısını yayınlamasına sebep oldu. Diğer taraftan Sultan Melikşah, Anadolu fethi için birtakım Türkmen beylerini harekete geçirdi… Malazgirt çok önemli… Çünkü Malazgirt’ten sonra savaşı kazanan komutan Alparslan’ın bile o dönem tahmin edemeyeceği yerlere gidiyoruz. Selçuklular soluğu Konya ve hatta İznik’te alıyorlar. Kılıç Arslan, I. Haçlı Seferi’nden sonra İznik’ten geri çekilecek ama Türkler Konya’da kalacaktır. Zaten Miryokefalon Savaşı’ndan sonra da Türklerin Anadolu’da kalacağı kesin olarak ortaya çıkmıştır.”5 Ortaylı, “Malazgirt Savaşı Anadolu’nun kapılarını açan ilk adım değildir.” derken devamında, “Daha evvel Danişmendiler var ama hakikaten bu tarihî savaşla kapının açılması söz konusu… Bazen insan nasıl bir iş başardığının farkında olmaz. Keza o gün Alparslan’a sorsanız, Türklerin on sene sonra Sivas’a, iki yüz sene sonra da Balkanlara açılacağını bilemezdi.” ifadelerine yer veriyor.6
Bu konuda Ortaylı gibi düşünen başka tarihçiler de var. “Anadolu’nun kapıları Türklere ilk defa Malazgirt’le mi açıldı?” sorusuna, Prof. Dr. Ahmet Taşağıl, “Hayır… Malazgirt ilk gelişimiz değildir, son gelişimizdir. M.Ö. 4000’lere kadar giden süreçte Türkler Anadolu’ya defalarca geldiler. 398’de geldiler. Sabarlar, Peçenekler, Avarlar… Türk akınları hep oldu. Malazgirt neden önemli? Çünkü Oğuzlar geldi. Oğuzlarla birlikte Selçuklu, Osmanlı, Türkiye Cumhuriyeti çizgisi oluştu.” diyerek cevap vermektedir.7
Keza, Doç. Dr. Haşim Şahin de “Malazgirt Savaşı, önceden planlanan bir savaş değildi. Alp Arslan’ın bu savaş öncesindeki asıl niyeti Mısır’a gidip Şii Fatımiler ile savaşmaktı. Ancak onun hareketini haber alan Bizans İmparatoru Diogenes’in, Selçuklu ülkesine yürümesi rüzgârı farklı bir yöne çevirmiş, Alp Arslan hızlı bir şekilde geriye dönerek kendi ülkesini savunmak zorunda kalmıştı. Ertesi yıl Horasan Seferi sırasında öldürülmemiş olsaydı, Alp Arslan muhtemelen yine Mısır üzerine yürüyecekti.” demektedir.8 Şimdi, Malazgirt Muharebesi’ni Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu’nun Selçuklu Tarihi adlı eserinden takip edelim. 26 Ağustos 1071 Cuma sabahı Türk ve Bizans orduları karşı karşıya mevzi almış bulunuyorlardı. İki ordu arasında sayıca fark büyüktü. Kappadokia ve Elcezîre kuvvetleriyle Balkan eyaletleri askerlerinden başka, Ermenilerden, Gürcülerden ve ücretli Frank, Norman, İslav, Uz ve Peçeneklerden kurulu Diogenes ordusu, çoğu piyade olmak üzere, 100.000’den aşağı değildi.
Fakat sadece kitle savaşı yapabilen bu ağır hareketli ordunun çeşitli zümreleri arasında tam bir anlaşma olmadığı gibi, kumandanlar içinde de zaferle alâkası olanların sayısı azdı. Daha 26 Ağustos gününün erken saatlerinde Peçenek ve Uz kıtalarından mühim bir kısmı, kendi saflarını terk ederek, soydaşları olan Selçuklular tarafına geçmişlerdi. Diogenes, yabancı askerlerin durumlarından şüphelenerek, ordugâhında kalan Uz ve Peçeneklere ‘kendi usûllerine göre’ sadakat yemini ettirdi ve önceden Ahlat’a sevk etmiş olduğunu gördüğümüz Trakhaniotes ile Frank Urselius’un geri dönmelerini emretti. Fakat bu iki kumandan, Sultan’ın Ahlat’a bizzat geldiğini anladıkları zaman, kuvvetleri ile birlikte Fırat’a doğru çekilmiş bulunuyorlardı. Buna karşılık, 4.000 hassa askeri ile birlikte yekûnu 15-20 bin tahmin edilen Sultan ordusu (İbn’ül-Cevzî, 20.000; Sibt, îbn’ül- Adîm, Ahbâr, Îbn’ül-Esîr, 15.000; İmâd’üd-din 14 000; İbnü Munkiz, 13.000) Süleyman-şah, Mansur, Gevberâyîn, Porsuk, Bozan ve Sav-tigin gibi seçkin kumandanların idaresinde, meşakkatlere tahammüllü ve çoğu bozkır muharebe usûlünce yetişmiş, ok atmakta mahir ve her birinin ayrıca birer yedek at bulunan, seri manevra kabiliyetine sahip süvarilerden kurulu idi. Herhalde buna Artuk Bey, Tutak ve diğer Türkmen beylerinin emrinde aynı derecede çetin ve akınlarda iyice pişmiş Türkmen birliklerini de ilâve etmek lâzımdır. Disiplin altında hareket etmesini bilen Türk birlikleri arasında anlaşmazlık da yoktu. Müşterek gaza fikri ve Anadolu’yu ele geçirme gâyesi onları birleştiren unsurlardı. Anadolu’ya yöneltilmiş tahrip seferleri devamınca daima teşebbüsü ellerinde tutmuş olan Türkler, son hesaplaşma saatlerinde de duruma tamamen hâkim bulunuyorlardı.
Alp Arslan, büyük muharebeyi Müslümanların mübarek günü cumaya tesadüf ettirmiş ve ordusunun maneviyatını takviye için, Abbasi halifesi aracılığı ile İslâm dünyasını âdeta seferber hâle getirmişti. Bütün camilerde cuma hutbesinde okunmak üzere, el-Kaaim’in hazırlattığı dua her tarafa gönderilmişti. İki gün önceki çarpışmada Sultanın imamı fakih Ebu Muhammed b. Abd’l-Melik’ilBuhârî’nin zaferin kesin olduğuna dair müjdesi bütün orduya duyurulmuştu. Alp Arslan, darbeden önce, son bir barış teklifinde bulundu. Fakat kadı İbn’ul- Mahleban ile kumandan Sav-tigin başkanlığında, gönderdiği heyeti iyi karşılamayan İmparator, Sultan’ın anlaşma isteğini onun muharebeden kaçındığı şeklinde anlayarak, müzakerelere ancak Selçuklu başkenti Rey’de başlanabileceğini söylemiş, hatta İsfahan’da kışlamak ve hayvanlarını Hemedân’a göndermek niyetinde olduğunu da açıklamıştı. (Türk heyetinden ise ona, “atlarınızın İsfahan’da otlayacakları kesin ama siz nerede olursunuz bilinmez” cevabı gelmiştir.) Bir İslâm mücahidi olarak, Sultan’ın barış teklifinde bulunması tabii idi. Ancak alınan red cevabı, ordudaki savaş azminin artmasına yardım etti. Çatışma saatini cuma vaktine kadar tehir eden Sultan, hep birlikte kılınan namazdan sonra, beyazlar giyinmiş ve kokular sürünmüş olarak, askerlere yaptığı hitabede; şehit düşerse, vurulduğu yerde gömülmesini, idare adamları ve kumandanların oğlu veliahd Melikşah’a tâbi olmalarını vasiyet ettikten sonra, bir hükümdar olarak değil, bir er gibi, devlet ve din uğrunda dövüşeceğini, savaşmak istemeyenlerin çekilip gitmekte serbest olduklarını ilân etti; kendisinin, ordunun herhangi bir erinden farklı bulanmadığını göstermek üzere, atının kuyruğunu eliyle bağladı. Ön saflarda çarpışacağını belirtmek maksadıyla da ok ve yayını bırakarak, kılıç ve topuzunu aldı. Bu esnada Bizans ordugâhında da dinî törenler yapılıyor, ilâhîler söyleniyor, ellerinde renkli bayraklar ve büyük haçlarla saflar arasında dolaşan asilzâdeler ve ordu papazları askeri teşvik ediyorlardı. Öğleden az sonra her iki taraf muharebe nizamını almıştı. İmparator merkezde idi, sol kanadına Anadolu birliklerinin başında Kappadokialı Aleates’i, sağ kanadına Nikephoroo Bryennios emrindeki Rumeli kıtalarını yerleştirmişti. Alp Arslan ise ordusunu dört kısma ayırdı. Bunlardan daha kalabalık ikisini muharebe sahasının yanlarındaki tepelerde gizlice pusuya yatırdı, düşmanın gerilerini tutmakla vazifelendirdiği üçüncü kıtasını da müsait mahallerde görevlendirdi. İlk olarak Türk merkez kuvvetleri, okçuların himayesinde hücuma geçti. Bu cüzî kuvveti bir anda ezmek hevesine düşen Diogenes, bütün ordusu ile karşı taarruza kalktı ve çekilmeye başlayan Türkleri takip etti. Alp Arslan tarafından maharetle tatbik edilen sahte ric’at başarılı olmuş ve ordugâhından hayli uzaklaşan İmparator, akşama doğru, okçuların bulunduğu yere kadar gelip dayanmıştı. Türk ordusuna umumi hücum emri verildiği zaman hatasını anlayan İmparator çekilmeye çalıştı ise de Bizans ordusu cepheden, yanlardan ve düşman ordugâhı istikametinde sarkan süvarilerle geriden sarılmış ve bir çember içine alınmıştı. Yedek kuvvetleri kumandanı Andronikos, İmparatorun faydasız çekilme gayretini maiyetindekilere bozgun şeklinde göstererek kaçmaya teşebbüs etmiş ve bu, Ermeni kıtalarının da uzaklaşmasına sebep olmuştu. Karanlık bastığı sıralarda Bizans ordusu gittikçe daralan çember içinde imha edilmiş bulunuyordu. Yaralı olarak esir edilen Diogenes, yakalanan kurmay heyetiyle birlikte, Sultan’ın huzuruna getirildi. Sırf taktik bakımından Bizans mağlûbiyetinin sebepleri şüphesiz yalnız Uz ve Peçeneklerin Sultan’a katılmaları (Attaleiates, Mateos), yahut Ermenilerin kaçması (Süryânî Mikhael) veya İmparatoru sevmeyen Andronikos’un muharebe meydanını terki (Bryennios, Zonaras), değildi. Diogenes’in muharebeyi idarede gösterdiği beceriksizlik (Psellos) âmillerden biri olarak zikredilebilir ise de asıl sebebi Alp Arslan’ın dikkatli bir sevk ve idare ile tatbik ettiği sahte ric’at, pusu ve uzak muharebe esnasına dağılan Bizanslılarda, yabancı, bozkır savaş usûlünde ve Türk ordusundaki maneviyat yüksekliğinde aramak daha doğrudur. Alp Arslan, Diogenes ile uzun uzun konuştu. Kaynaklarımızda belirtildiğine göre, Sultan, İmparatorun barış müzakerelerini reddini tenkit etmiş, Bizans ordusunun askerî hatalarını saymış ve nihayet ona, nasıl bir muamele beklediğini sormuştur: Diogenes’in, ya öldürüleceği yahut zincire vurularak İslâm ülkelerinde dolaştırılacağı veya pek zayıf ihtimalle, affedilip bir nâib sıfatı ile memleketine gönderileceği cevabı üzerine, Sultan onunla dostluk kuracağını bildirmiş, onu teselli etmiş ve tahtta kendi yanına oturtmuştur. Böylece Türk Sultanı merhamet, itidal ve insanlık duygularının bir örneğini daha vermiş oluyordu. Alp Arslan, kendisi ile bir ittifak anlaşması yaptığı Diogenes’i bir hafta kadar hususi çadırda bir hükümdar gibi misafir ettikten sonra, maiyetindekiler ve diğer esir asilzâdeler ile birlikte bir Türk süvari kıtasının muhafazasında, memleketine iade etti (3 Eylül 1071).9 Zaferin sonuçlarına baktığımızda ise Anadolu’nun artık Türkiye’ye dönüşmeye başlayacağını görmekteyiz. Türk nüfus buraya, vatan tutmak amacıyla akın akın gelmektedir. Bu geliş, barış ve düzen içinde olmaktadır. Hatta 12. yüzyıl Bulgaristan metropolitlerinden birisi olan Mihail, “Dinimizden olmayanların idaresinde bugüne kadar aynı dinden olduğumuz İtalyanlardan gördüğümüz zararın zerresini dahi görmedik. Önümüzdeki büyük tehlikeyi fark ederek İtalyanların yerine Türklerin egemenliğini tercih etmemiz gerektiğini belirtmek isterim. Tanrının buna razı olacağına inanıyorum.”10 bile demiştir. “Peter Charanis’in yerinde tespitiyle Malazgirt Savaşı, küçük Asya’nın ve uzun vadede yüzyıllar boyunca da Yakındoğu’nun kaderini belirleyecekti. Nitekim Malazgirt zaferinin sağladığı dönüşüm ve Selçuklu çağının tarihsel akışa yaptığı hızlandırıcı etki, hem Bizans coğrafyası hem de İslâm dünyası üzerinde önemli dönüşümler meydana getiren çift yönlü bir etkidir.”11 “Anadolu’da Türklüğün böylece gittikçe baskın hal alması, kültür bakımından mühim sonuçlar vermiş ve vaktiyle Hristiyanlığın doğudaki kalesi Bizans’ın güçlü dayanağı Anadolu, kısa zamanda Türk yurdu haline gelmiştir.”12
1 Cihan Piyadeoğlu, Sultan Alp Arslan – Fethin Babası, İstanbul, Kronik Kitap, 2017 s. 9.
2 Cihan Piyadeoğlu, a.g.e. s. 33.
3 Mustafa Alican, Malazgirt – 1071, İstanbul, Kronik Kitap, 2017 s. 192.
4 İbnü’l Verdi, Selçuklular, İstanbul, Kronik Kitap, 2017, s. 36
5 İlber Ortaylı, Türklerin Tarihi, İstanbul, Timaş Yayınları, 2015 s. 147
6 İlber Ortaylı, a.g.e.. s. 147
7 Ahmet Taşağıl, Türklerin Serüveni, Kronik Kitap, İstanbul 2017 s. 36
8 Haşim Şahin, Türklerin Serüveni, Kronik Kitap, İstanbul 2017 s. 54
9 İbrahim Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, İstanbul, Milli Eğitim Basımevi, 1972 s. 55
10 Mustafa Alican, Malazgirt – 1071, İstanbul, Kronik Kitap, 2017 s. 45
11 Mustafa Alican, a.g.e. s.196
12 İbrahim Kafesoğlu, Türk İslam Sentezi, İstanbul, Ötüken Neşriyat, 2017, s. 190.
KAYNAKÇA
Ahmet Taşağıl ve Haşim Şahin, Türklerin Serüveni, Kronik Kitap, İstanbul 2017. Cihan Piyadeoğlu, Sultan Alp Arslan – Fethin Babası, Kronik Kitap, İstanbul 2017. İbnü’l Verdi, Selçuklular, Kronik Kitap, İstanbul 2017. İbrahim Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1972.
Cansu Canan ÖZGEN
Copyright © Tüm hakları saklıdır. Merjam.com – Copyright 2021 | Codlio
3D tasarım ajansı