Bu haberi arkadaşlarınla hemen paylaş!
Cumhuriyet’in başından bu yana Türkiye’de hem siyasetçilerin giyim tarzı hem de siyaset yapma biçimleri değişip dönüştü. Ama bu değişim ve dönüşüm, yerel kodlara bağlı kalındığı ölçüde kitleler tarafından benimsendi.
Werner Sombart, Aşk, Lüks ve Kapitalizm adlı kitabında, kapitalizmin ortaya çıkmasını endüstri çağının yeni zenginlerinin metreslerinin lüks tutkusuyla ilişkilendiriyordu. Sombart, yeni sınıfın metreslerinin lüks tutkusuyla ve farklılığa açık olmalarıyla, sözü edilen erkeklerin meşru eşlerini bile değişime zorlamasından söz ediyordu. Sombart’ın anlattığı lüks, haz ve zevkten ivme alır; moda da meşruluğunu haz ve zevk üzerinden inşa eder. Sebep ihtiyaçların manipüle edilmesidir. Moda yeni kültürel biçimlerin inşa edilmesine, eskilerin belki ileride tekrar indirilme ihtimali de saklı tutularak rafa kaldırılmasına yol açar. Sombart’ın, kapitalizmi anlatırken, yeni zenginlerin metreslerinin lüks tutkusundan yola çıkması biraz tuhaf gibi gözükmesine rağmen boşuna değildir yani, lüks bireyin aslında ihtiyacı olmayan şeydir. Modanın yaptığı da üretilen yeni bir giysi, davranış ya da kültür biçimini, ihtiyaçları olmasa bile tüketicilerin onu arzulamasını sağlayarak satmaktır.* Sözün kısası, insanlar modanın belirleyici, hatta dayatıcı gücü sayesinde ihtiyacı olmayanı satın alır. Baudrillard da Tüketim Toplumu kitabında, “Homo economicus”u yani sadece fayda ve zarar ekseninde karar alan insan modelini otopsi masasına yatırırken modern beden stratejisinden giriyor, tüketimin bile tüketilir hâle gelmesinden çıkıyordu. Baudrillard, kitabında açıktan modaya atıf yapmıyor, ama modayı kabaca sürekli bir değişim olarak tanımlarsak, bedenler dahil her şeyin tüketilebilir bir metaya dönüşmesiyle modanın modern zamanlarla ilgisini gösteriyordu. Zaten Jean de La Bruyere’nin “Bir moda ancak bir diğeri tarafından yok edilir, daha yeni bir başkası tarafından ortadan kaldırılır.” sözü de bunu doğruluyor; moda değişimden, tüketimden, modern zamanlardan ayrı düşünülemeyecek bir kavram ya da problematik olarak önümüzde duruyor.
Siyaset Erkeklerin Moda Kadınların mı?
Modayla siyaset ilişkisine gelince, bu ikisini bağdaştırmak zor gibi gözüküyor; zira biri kadınların diğeri erkeklerin egemenliği altında bulunduğu düşünülen iki alan. Oysa bağdaşım kurmak o kadar da zor değil; çünkü moda, giyim kuşamı değil, gündelik hayat içindeki her fragmanı etkiliyor, dönüştürüyor, değiştiriyor. Moda, hayat inşasında ve bireylerin bu hayatı benimsemelerinde hem toplumsal, siyasal, ekonomik, kültürel ve teknolojik süreçler tarafından belirleniyor hem de bu süreçleri belirliyor.
Moda artık sadece metreslerin lüks giyinme ve yaşama tutkusundan neşet etmiyor yani. Bunları elbette kapsıyor, ama bunlardan çok daha fazlası anlamına geliyor. Popüler kültürün ve kitle kültürünün en kuvvetli taşıyıcısı, aynı zamanda bu kültürlerin oluşmasında rol oynayan faktörlerin önemlilerinden biri. Siyaset kurumunun dahi bir modası olduğu gibi, modanın kendisi de aslında baskın siyasi mesajlar taşıyor.
Siyasetin modası, modanın siyaseti konusuna gelince, oldukça geniş bir alanda değerlendirilebilecek bu konuyu, daraltarak iki başlık altında ele almak mümkün. Bunlardan ilki, Cumhuriyet tarihi boyunca siyasetçilerin değişen giyim kuşam seçimi ve bu seçimlerle hedef kitlelerine verdikleri mesajlar; ikincisi ise zamanla değişen siyaset yapma biçimleri ve siyaset kurumunun vatandaşla kurduğu ilişkinin mahiyeti…
Atatürk; Bir Uygarlaştırma Aracı Olarak Giyim
İlk maddeden başlayalım: Türkiye’deki modanın dönüşümünü Cumhuriyet’in başından itibaren siyasetçilerle özdeşleşen giyim kuşam ve aksesuarlar üzerinden izlemek elimize velut bir kayıt bırakır. Atatürk’ün giysi seçimi kişiliğinden çok da farklı değildir. Örneğin; moderndir, yenilikçidir, cesur ve risk almaktan çekinmeyen bir tarzı vardır. Atatürk’ün ağırlıklı olarak tercih ettiği siyah ve beyaz ceket takımların içine giydiği yelekler, ceket cebindeki mendiller, rugan ayakkabılar, köstekli saatler, şapkalar ona çağının ilerisinde bir şıklık sağlıyordu. Oysa “Moda sadece moda değildir”, hele de söz konusu bir siyasetçiyse giysi seçiminin her zaman politik bir tarafı da vardır. Atatürk de sadece sözleri ve eylemleri ile değil, giyim kuşamı ile de geleneksel bir toplumu modern kılmak, tıpkı diğer alanlarda yaptığı yenilikler gibi çağdaş giyim kuşamın öncüsü ve prototipi olarak uygarlaştırmak istiyordu. Hayatı boyunca, 1925 yılında yaptığı şapka ve kıyafet devrimlerinin canlı örneği oldu, mesajını modern giyim kuşamla verdi.
Bir Kimlik Beyanı Demirel Şapkası
Türkiye’nin ortak belleğinde yer edinen bir başka siyasetçi Adnan Menderes ise, nezaketini giysilerinde kristalize eden biriydi. Seçim gezilerinde çoğunlukla kullandığı güneş gözlükleri, o dönem için sıra dışı sayılabilecek aksesuarlardandı. Menderes, siyasete getirdiği zarif üsluptan asılmaya götürülürken bile taviz vermedi.
Süleyman Demirel’i fötr şapkasıyla hatırlamamız da boşuna değil. Demirel, fötr şapkayla hem Cumhuriyet öncesi “Fes”in hükmettiği zamanlardan kendini ayrıştırarak bir Cumhuriyet çocuğu olma kimliğinin altını çizdi, hem de köy ağaları gibi geriye atarak taktığı şapkayla halkın içinden geldiğini vurguladı. Kimlikleri tamamlayan sembollerdir ‘‘Netekim’’.
Yeşil Parkalar Pos Bıyıklar
Bülent Ecevit ise bir burjuva ailesine mensup olmakla birlikte, sadelik ve mütevazılıkla akıllarda yer edinen biriydi. Mavi gömlek ve Lenin’in taktığına benzeyen, işçi sınıfını simgeleyen meşhur kasketi ise, siyasette resmen bir sembole dönüştü, kitlelere yayıldı. Onun dönemi, sol hareketin yükseldiği, popülerleştiği, halk kitleleri tarafından geniş anlamda neredeyse ilk kez kabul gördüğü bir dönem olduğu için yeşil parkalar, pos bıyıklar da moda objeleriydi. Onun giyimiyle tamamladığı politik mesajı, solu belki de ilk ve son olarak kitlelere sevdirdi. Turgut Özal ise Türkiye’de sivilleşmenin ilk temsilcisi olan siyasetçiydi. Türk siyasetinin tüm tabularını yıkmış ve yerine tamamen kendi kişisel özelliklerinin baskın olduğu sivil bir bakış açısını yerleştirebilmiş renkli biriydi. Klasikleşmiş ve alışılmış birçok militer geleneği yıktı, bunu kıyafetteki spor tarzıyla tamamladı. Özal’ın şort giyerek asker denetlemesini bin yıl geçse bile unutamayız.
Güç Giysileriyle Çiller
Türkiye’nin ilk kadın başbakanı Tansu Çiller; siyasi kimliğinin yanı sıra dönemin modası kaküllü küt saç modeliyle, desenli fularlarıyla, vatkalı uzun ceketleriyle kombinlediği diz altı etekleriyle, yani bir anlamda “Güç giysileri” ile çok konuşuldu. Çiller, siyasetin tepesindeki bir kadının androjen kıyafetlerle var olmak, yarı erkek yarı kadın gibi görünmek zorunda olmadığını kanıtlamak istercesine hem feminen hem de güçlü bir görüntü verdi. İcraatları tartışılır; fakat görüntüsünü yönetebilmeyi başardı.
Erbakan ve Kentli Dindar Portresi
Necmettin Erbakan’la ilgili en akılda kalan aksesuar 90’lı yıllarda kullandığı renkli kravatlarıydı. Varlıklı bir aileden gelen ve giyimine çok özen gösteren Erbakan, lideri bulunduğu Milli Görüş hareketini, Türk sağının milliyetçi-muhafazakâr damarından ayırmayı şehirliliğe ve dindarlığa vurgu yaparak aştı, o dönemin kurulu sistemine muhalefet eden alternatif bir dil geliştirdi. Erbakan’ın giyim kuşamındaki zarafeti de, eğitimli dindar kitlelerin siyaset alanındaki varlığının göstergesi oldu. Siyasette “Köylülük” kavramı nasıl ki Demirel’le anılıyorsa, “Şehirli dindar” imajı da Erbakan’la özdeşleşti.
Recep Tayyip Erdoğan ise giyim dendiğinde ekose desenle anılan bir lider. Onun tercih ettiği mavi ya da yeşil ekose ceketin âdeta hafta sonlarının resmi giysisi olarak markalaştığı, birçok vekil, bakan ya da belediye başkanı tarafından birebir taklit edildiği bir sır değil. Erdoğan, hem hafta içi tercih ettiği koyu renkli takımlar, hem hafta sonu kullandığı kravatsız, beyaz gömlekle kombinlenen ekose ceketler hem de son dönemde kullanmaya başladığı yelek ve desenli kravatlar dâhil olmak üzere, tüm kıyafetlerinde yerli markaları tercih ediyor. Eh, yerli ve millî olmak da bunu gerektirirdi.
Siyasetten İki Beklenti
Türkiye’de ve dünyada zamanla değişen siyaset yapma biçimleri ve siyaset kurumunun vatandaşla kurduğu ilişkiye gelince; ikisi de çok değişti. Norbert Elias, eski zamanlardan bugüne insanların çatal bıçak tutuşlarından dans edişlerine dek uzayan detaylarla uygarlığa nasıl geçtiklerini hikâye ederken; aristokratların, saray sınıfının yoksullarla arasındaki mesafeyi şeddeli bir şekilde vurguluyordu. Günümüzün modası ise demokrasi, tüm yurttaşların eşit sayıldığı ve devletleri halkın seçtikleri kişilerin yönettiği bir dönemde yaşıyoruz. Oysa demokratik seçimler, demokratik yönetimler anlamına gelmiyor. Üstelik, eskiden en azından siyasetin, ülkenin, toplumun problemlerini çözeceğine yönelik bir ortak inanç vardı. Modernizm ve post-modernizm döneminde bu bile yitirildi.
Batı’da Siyaset, Türkiye’de Siyaset
İnsan teki o kadar çok bireyselleşti ki, toplumun “Ortak çıkarı”nı dert eden kimse kalmadı desek yeri. Bauman’ın da vurguladığı gibi, günümüzde insanların kamusal güçten beklediği iki “Yararlı” şey var artık: 1- İnsan haklarına uymak, yani herkesin kendi yolunu izlemesine izin vermek ve 2- Bir kişinin bedeninin ve sahip olduklarının emniyetini koruyarak, suçluları hapishaneye kapatarak ve sokakları sapıklar, dilenciler, iğrenç ve kötü niyetli yabancılardan özgür tutarak herkesin barış içerisinde yaşamasını sağlamak.
Batılı ülkelerde siyasete ve siyasetçilere yönelik ilgisizliğin yıl be yıl artmasının bir nedeni insanların tamamen kendilerine odaklanmalarıysa bir diğer nedeni, kendilerine yönelik tüm bencil beklentilerinin çoktan karşılanmış olması. Bakınız, özgürlüklerin, kişisel hakların anavatanı Avrupa’da mültecilere yani yabancılara yönelik davranışlar. Türkiye’de ise üç buçuk milyon mülteci yaşıyor olmasına rağmen, onlara aynı mültecilere karşı, örneklerini Avrupa ülkelerinde defalarca gördüğümüz ortak bir vicdansızlık söz konusu değil. Çünkü Türkiye’de bireysellik tavan yapmış değil, seçmenlerin siyasetten tek beklentileri insan hakları ve güvenlik kalemlerinden ibaret değil. Korunması, kollanması gereken bir nesne olarak “Öteki”, bu topraklarda hâlâ önemli. O yüzden Batı ülkelerinde sandığa gitme oranı yüzde 50’leri bulunca bu çok yüksek bir oran olarak görülürken, bizde yüzde 80’in altına düşünce bile seçimin meşruiyeti tartışmalı hâle geliyor.
Sonuçta siyasette, Batılı kalıplar içinde kalıyor ama bu kalıplarla kendi kilim desenimizi yapıyoruz. Çok geleneksel bir toplum sayılmayız ama hepimiz sadece kendine odaklanan, kendini amaçlayan, bencil bireylere de dönüşmedik henüz. Umut var yani hâlâ…
Özlem ALBAYRAK – Yazar
Copyright © Tüm hakları saklıdır. Merjam.com – Copyright 2021 | Codlio
3D tasarım ajansı