Prof. Dr. Erol Göka: “Huzursuzluğumuzun sebebi: İnsan olmak!”

Merjam Yazar: Merjam 23 Temmuz 2020

Bu haberi arkadaşlarınla hemen paylaş!

“Sade, sahici, farkındalığı yüksek, insanla-âlemle muhabbet içinde bir hayat isterim ve bu hayatın tadını çıkarabilecek, lezzetine varacak kişilik olgunluğu...”

Prof. Dr. Erol Göka: “Huzursuzluğumuzun sebebi: İnsan olmak!”

 

Prof. Dr. Erol Göka ile günümüz psikiyatrisinin çıkmazlarını, psikolojide doğru bilinen yanlışları, çocuk ve aile eğitiminin nasıl olması gerektiğini, insanın huzursuzluğunun sebebini konuştuk. Göka, “Kendi hayatımıza sahip çıkmazsak, ‘İyi hayat nedir?’ sorusunu kendimize sorup kendi cevaplarımızı bulmaya ve ona göre yaşamaya kalkmazsak sahipsiz kalan bir varoluşu doldurmaya yeltenen birçok kolaycı, hazır lopçu bakış, hemen sinek gibi etrafımıza üşüşecektir.” diyor.

 

 

Prof. Dr. Erol Göka’nın hayat hikâyesinden biraz bahsedebilir misiniz?

 

60 yaşındayım. Denizli doğumluyum. Çal ilçesinin bir kasabasında geçti ilk çocukluğum. Kasabanın büyük camisinin imamı, ben tanıdığımda gözleri ama olan Mahmut Efendi Hoca, hayatımın ilk ve her zaman en büyük şahsiyetidir. Onun kucağında büyüdüm ama tüm çevrenin olağanüstü saygı duyduğu bu insanı çok geç tanıdım. İstanbul’a medrese tahsili için gittiğini biliyoruz ama sonrasını hiç kimseye anlatmadı. Şimdi yeni yeni ortaya çıkıyor ki medrese tahsilini memleketin içinde bulunduğu durum nedeniyle bırakmış, önce Balkanlarda görevler almış daha sonra Milli Mücadele’yi örgütlemek için memleketine gelmiş. 

 

İlkokula, at arabası imalatı yapan babamın işi nedeniyle Burdur’un ilçesi Yeşilova’da başladım. Salda gölünün kenarındaki bu güzel ilçemizde ikametimiz çok sürmedi, önce babam sonra annem işçi olarak Almanya’ya gitmek durumunda kaldı. İki küçük erkek kardeşimle birlikte önce anneannem sonra babaannem başımızda kalmak üzere biz de Denizli’de bir eve yerleştik. “Alamancı” çocuğu olmam, hayatımın en önemli görünümlerindendir. Orta ikinci sınıftan itibaren parasız yatılı okumam da kişisel tarihimde “Alamancı çocuğu” olmak kadar önemlidir. Âlim, yurtsever bir dede, üç erkek çocuktan en büyüğü olmak, “Alamancılık” ve “Parasız yatılılık” kişilik gelişimimin, hayat hikâyemin belirleyici öğeleridir.

 

 

NE ÖĞRENDİYSEM HASTALARIMDAN ÖĞRENDİM

 

Biyografimdeki tıp tahsili, hekimlik, ruhiyatçılık, “Hasta” faktörü dışında pek önemli değildir. Zira öyle sanıyorum ki hekim ve psikiyatri uzmanı olmasaydım da aynı yollardan geçer, aynı hayatı yaşar, benzer kitapları yazardım. Ama dediğim gibi “Hasta” faktörü önemli çünkü ne öğrendiysem hastalarımdan öğrendim. Mesela, psikolojik belirti veren bir hastalık sahibi olmanın bile kişilik gelişiminde pek ayak bağı olamayacağı şeklindeki eşsiz bilgiyi hastalarıma borçluyum. Birçok hasta ve hasta yakını tanıdım; bilgeliğin değişik mertebelerine ulaşmış. Sanıyorum hastalarımdan öğrendiklerim olmasaydı, yazılarımda (varsa eğer) manevi bir derinlik olamazdı. Hayatımda önemsediğim diğer hususlar ise evliliğin, kadın-erkek ilişkisinin bir ömrü olduğu, tıpkı bedenimiz gibi ilişkimize bakım yapılmazsa bu ömrün kısalacağı, baba olmanın güçlükleri ve hoca olmanın inanılmaz sorumluluğu, yükümlülüğü ve tadıydı. Bunları bir gün ayrı ayrı enine boyuna konuşalım olmaz mı?     

 

 

Eğitimleriniz, akademik ve mesleki yaşamınız yurt içi ve yurt dışında pek çok yerde ilerlemiş. Bu renklilik, hayatınıza nasıl bir zenginlik kattı?

 

Hayır, pek öyle değil. Eğitimi değil karşılaşmaları, özellikle hocalarımı, hayat bilgesi insanları önemserim. Zengin mi hayatım? Bilmiyorum bana hayli düz geliyor, siyasi-ideolojik kimlikle ilgili birkaç çalkantılı yıl dışında… Hayatımın izlediği düz seyirden hiç rahatsız olmam. Adaletten, ülkemden ve insandan yanaydım yine öyleyim. Sade ve kanaatkâr bir hayattan yanaydım yine öyleyim ama arada şimdi, “Keşke olmasalardı…” diye hayıflandığım yalpalamalarım oldu ama hayıflanıp durmanın âlemi de yok, demek ki öyle olması gerekiyormuş.

 

En çok da gençlik yıllarımın maneviyattan uzak geçmesine üzülürüm. “Şah damarından yakın”, Yaratıcı’nı hissedemeden yaşamak, bir insanın başına gelebilecek en büyük felaket ve beter bir cahillik türü. “Zengin bir hayat”, “Dolu dolu yaşamak” gibi ifadeler bana eften püften geliyor. Sade, sahici, farkındalığı yüksek, insanla-âlemle muhabbet içinde bir hayat isterim ve bu hayatın tadını çıkarabilecek, lezzetine varacak kişilik olgunluğu…

 

 

Çocuklarımızı nasıl yetiştireceğimiz konusunda hepimiz bir fikre sahibiz ve bu konuda özen gösteriyoruz.  Peki, bizim çocukluğumuz nasıl geçti? İyi bir ebeveyn miyiz sorusunun cevabı bizim çocukluğumuzun içinde gizli olabilir mi?

 

Hayli psikanalitik bir soru ve hayli eğlenceli… Kardeş, çocukluk çok önemli, orada inşa oluruz ve sanıyorum oldukça erken zamanlarda, 7 yaş civarında, kişilik inşamızın temeli ve kaba yapısı bitiyor, ondan sonrası ince işler ve süslemeler… Bunlar genel doğrular ama insan öyle dinamik, öyle değişken bir varlık ki kendini her zaman gözden geçirme, çocukluğunda eksik kalan yanlar varsa onları fark etme ve hayatının gidişatını onarma şansına sahip. Çoğu zaman bunları yapmasak hatta fark etmesek bile insan olarak bu potansiyeli taşıyoruz. Yani nasıl bir çocukluk geçirmiş olursak olalım iyi bir ebeveyn olabiliriz. Yeter ki hayat ve iyi hayat üzerine idrak etme ve düşünme yetimizi yitirmemiş olalım. Bu arada, unutmayalım, biz çocuklarımızı nasıl yetiştireceğimizle ilgili bir fikre sahip olsak da olmasak da onlar bir biçimde yetişiyorlar, bu bir. Çocuklarımızı yetiştirmeye özen gösteriyoruz diye pek emin konuştunuz, sizin özen sandığınız bir hatalar zinciri olabilir, lütfen bunu da not ediniz, bu iki…

 

 

DOĞRU BİLDİĞİMİZ HER ŞEY YANLIŞ OLABİLİR

 

 

Psikolojide ilk sırada yer alabilecek doğru bilinen yanlışlar nelerdir?

 

O kadar çok ki hangisini anlatsam… Psikolojide bilgiçlik taslamamak lazım, çünkü doğru bildiğimiz her şey yanlış olabilir. Teori ve pratik, çoğu zaman birbirini tutmaz. Maalesef psikolojiyle ve insan ilişkileriyle ilgili bildiğimizi sandığımız birçok şey, büyük hatalar içeriyor. Sanıyorum ne büyük yanlışlardan birisi, psikolojimizi ve insanları değiştirmenin bizim elimizde olduğunu düşünmemiz.  Bunun doğru bir yanı var şüphesiz ama değişimin öylesine zor ve incelikli olduğunu anlamamışsanız tam tersi geçerlidir. O yüzden ben, hayatı, hayatımızı, insanları olduğu gibi kabul etmenin, değiştirmekten ziyade anlamaya çalışmanın daha önemli olduğunu düşünürüm.

 

Doğru bilinen yanlışlardan biri de doğruları savunmak adına “Doğrucu Davud” olmaya kalkmak. Oysa doğrular sizin tekelinizde değil, özellikle insan ilişkilerinde, yaşam tercihlerinde herkesin kendisine yetecek kadar kendi doğrusu var. Kimse yaptığı işin, gittiği yolun, attığı adımın doğru olduğuna inanmasaydı, insanlar tek bir adım bile atmazdı. Kimse kendisine dünyadan habersiz bir cahil, tecrübesiz bir çocuk gibi muamele edilmesinden hoşlanmaz. Yine aynı şekilde mutlaka haklı çıkmaya çalışıyoruz. Oysa bu da yanlış. İnsanlara kendinizi dinletebilmek için verdiğiniz mücadeleyi anlamak mümkün ama her söylediğinizde haklı çıkmayı bekliyorsanız, hiç sözü uzatmadan geçimsizlikteki rolünüzü araştırmak için çalışmaya koyulmanızı öneririz. Kimse sizi anlamak ve size hak vermek zorunda değil.

 

Özellikle bizim kültürümüzde geçerli olan, doğru bilinen bir yanlışımızdan da bahsetmeme izin verin. O da insanlara, onların gelişim düzeylerine, hâleti ruhiyelerine göre davranmanın bizim kültürümüzde yalakalık gibi kötü sıfatlarla anılması. İnsanlara bekledikleri ve istedikleri gibi davranın! Dilimize olumsuz olarak yerleşmiş deyimin aksine, “Nabza göre şerbet verin!” Hepimiz, insanlar bize bizim istediğimiz gibi davransın, beklentilerimizi, ihtiyaçlarımızı karşılasın isteriz. Ancak insanlara istedikleri gibi davranma konusunda kıldan ince kılıçtan keskin özel bir durum var. İnsanların beklentilerine uygun davranma ilkesi, temel konuları dışarıda bırakmak kaydıyla geçerlidir. Temel konularda asla boyun eğilmemelidir. Zira özellikle kişilik sorunları olan insanlar, ailelerinde ve çevrelerinde isteklerini eninde sonunda yaptırabilecekleri bir davranış kalıbını genellikle yerleştirmişlerdir. Bağırıp çağırarak, ağlayıp inleyerek, surat asıp küserek ama eninde sonunda dediklerini yaptırırlar. Oysa böyle durumlarda asla onunla uyuşmamak, dümen suyuna girmemek gerekir. Bunun için insanlara bekledikleri ve istedikleri gibi davranın ilkesi, aşağıdaki sınır ilkesiyle birlikte ele alınmalıdır.

 

Çok büyük bir yanlış da daha ziyade dindar kesim tarafından yapılıyor. “Nasihat” kavramının dindeki manasının samimiyet olduğu bilinmeden, insanlara olur olmaz tavsiyeler verilip duruluyor. Oysa tavsiyede bulunmak yerine örnek olmaya, işleri kolaylaştırıcı rehberlik yapmaya çalışmak gerekir. Tavsiyeden daha kolayca verilen bir şey olmadığı gibi kişilik değişimine zorlayıcı, bir insanın varlığını hiçe sayan tavsiyeler çoğu kere fayda yerine zarar getirir. Hele hele sıkıcı bir ahlak dersine dönmüş tavsiyelerle, karşınızdaki insanı sadece daha çok haklı çıkarmış olacağınızı bilin. Tavsiye vermektense enerjimizi, değişmesini istediğiniz insanı anlamaya ve kabul etmeye harcasak, onun için daha yararlı bir iş yapmış oluruz.

 

 

Psikiyatrinin sosyal bilimlerle ve felsefe ile kesişim noktalarında yoğunlaşıyorsunuz ve toplum psikolojisiyle ilgili bir otorite olarak biliniyorsunuz. Peki, Türk toplumu olarak psikolojimiz ne durumda?

 

Teşekkür ederim ama beni biraz övdünüz diye kolaycılığa izin veremem. Şaka bir tarafa, konu toplum psikolojisi ise ve buna ilgiliyseniz başta benim kitaplarım olmak üzere çok okumanız, epey fırın ekmek yemeniz gerekiyor.

 

 

Dünyadaki toplumların psikolojilerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Her toplumun kendine has bir genel psikolojisi söz konusu mudur?

 

Kusuruma bakmayacaksanız tekrar topluluk psikolojisiyle ilgili konuşmanın çok zor olduğunu, bunun için zaten çok az sayıda olan konuyla ilgili kitaplara (ki bizim “İnsan Kısım Kısım”, “Türklerin Psikolojisi”, “Türk’ün Göçebe Ruhu”) başvurmak lazım geldiğini hatırlatmak isterim. Ama insanın bireysel psikolojisinin yanı sıra bir de içine doğduğu, ana diliyle kurulmuş etnik bir topluluğun üyesi olmaktan kaynaklanan bir başka psikolojisi daha olduğunu söylemeliyim.

 

 

MODERNLİK İNSAN ÖMRÜNÜ DEĞİL CAN ÇEKİŞME SÜRESİNİ UZATTI

 

 

Verilerine göre yaşam süresi uzadı ama öte yandan obezite, kanser, diyabet gibi hastalıklarla boğuşuyoruz. Bu kronik hastalıklar psikolojimizi nasıl etkiliyor, uzayan yaşamımızda ne gibi psikiyatrik hastalıklara neden oluyor?

 

Bir görüş var, modernlik insan ömrünü değil can çekişme süresini uzattı diye. Bu görüşe sempatik bakıyorum ama karamsarlık saçmayayım etrafıma diye susayım. Sadece nicelik değil nitelik önemli ve maalesef günümüzde niceliğin acımasız bir egemenliği söz konusu.

 

 

Kimi pozitif düşün, pozitif olsun diyor, kimi sözcüklerin ve düşüncelerin hayatını belirliyor diyor, kimi de yaşadığın olumsuzluklar, mutsuzluklar geçmişimizin günümüze etkileri diyor. Büyük bir karmaşa söz konusu. Bu arayışımızı amacına ulaştıracak yöntemler var mı, biz yolumuzu nasıl bulacağız?

 

Kendi hayatımıza sahip çıkmazsak, “İyi hayat nedir?” sorusunu kendimize sorup kendi cevaplarımızı bulmaya ve ona göre yaşamaya kalkmazsak sahipsiz kalan bir varoluşu doldurmaya yeltenen birçok kolaycı, hazır lopçu bakış, hemen sinek gibi etrafımıza üşüşecektir. Şimdiki hâlimiz de budur. Oysa “Mutluluk” nedir diye araştırsak, düşünsek dahi bu berbat kolaycı bakışların ipliğini pazara çıkarmamız mümkün. Sorunuza cevabım şu: Önce ağlayacağız, sonra bize mama vermeye yanaşanlara bakacağız, bunların hepsini özellikle hemen yanımızda bitiverenleri reddedeceğiz. Biz ağlarken uzaktan üzülerek “Vah zavallı insan, ne hâle gelmiş…” diye bakan birisi var, işte onun yanına gidip “Merhaba!” diyeceğiz. Gerisi kolay.

 

 

İnsanın huzursuzluğunun sebebi nedir? Ve bu huzursuzluğunu giderebilmesinin yolları nelerdir?

 

Birinci sorunuza cevabım: İnsan olmak… İkinci sorunuza cevabım: Hakikatli insan olmak…

 

 

PSİKOLOJİ KORUNMAZ, RUHSAL AYGITIMIZ VARSA O BİZİ KORUR

 

 

Ruhumuzun hastalandığını nasıl anlarız? Psikolojimizi korumanın yolları nelerdir?

 

Bedensel rahatsızlıklarla ilgili bir sağlık tanımı var: “İnsan bedeninin işleyişini fark etmezse sağlıklıdır; fark ettiğinde hastalanmıştır” diye… Çok beğenirim bu bakışı. Sağlıklı psikolojiler de kendini hissettirmez, sağlıklı bir psikolojiye sahip insan yaşar gider. Ama psikolojik sağlıksızlık kendisini geçmeyen can sıkıntısı, sürekli ben buradayım diyen kaygı ile hissettirir. Tabii bazı ağır akıl rahatsızlıkları var ki Allah göstermesin onlara duçar olduğumuzda zaten biz hastalandığımızı fark edemiyoruz, çevremizdeki insanlar görüp anlıyorlar. Bir de “Psikolojimizi korumak” mı dediniz? Güldürdünüz beni, “Psikolojini kucağına alıp sabahları yarım saat seveceksin!” diyeceğim, birileri ciddiye alır, espri yaptığımı idrak edemez diye çekiniyorum. Psikoloji korunmaz, sağlıklı bir kişiliğimiz, iyi işleyen bir ruhsal aygıtımız varsa o bizi korur.

 

 

Günümüz toplumunda gördüğünüz en yaygın sorun nedir? Ve buna nasıl bir çözüm getirilebilir?

 

Finans kapital oligarşisinin her yeri işgal etmesi, geleneklere, devletlere, aileye, insana, ontolojik cinsiyet kimliklerine savaş açması; tüm bu nedenlerle dünyanın çirkinleşmesi, zengin Kuzey ve yoksul Güney arasındaki adaletsizliğin büyümesidir. Bunlarla baş etmek için insanlığın zihniyet ve merhamet devrimi yapması gerekir.

 

 

İnternetteki bilgi kirliliği, bizi daha şüpheci hatta paranoid yapıyor. Bu şüpheci hâlimiz psikolojimize nasıl yansır?

 

Her şeyden şüpheleniriz, kendimizden bile… Şaka şaka, bu soruya ancak bir kitapla cevap verilebilir. “İnternet ve Psikolojimiz: Teknomedyatik Dünyada İnsan” kitabımı okumaya davet ediyorum.

 

 

Çocukların aile ile bağlanma, aidiyet duygularının kuvvetlenmesi veya zayıflaması neye bağlıdır? Bu gibi durumlar kişilere yetişkinlik yıllarında ne gibi sorunlar çıkarır? Çocuğa nasıl davranılmalı? Nasıl evlatlar yetiştirmeliyiz?

 

“Psikolojik sağlamlık” ve psikolojik bakımdan sağlam çocuk nasıl yetiştirilir, çok büyük başlıklardır, bir belki de birkaç dergi sayısını buna ayırmanız lazım. Farklı kültürlere, sosyoekonomik durumu farklı ailelere doğuyoruz, bunlar asla bizim elimizde değil. Kabul etmek ve katlanmaktan, bir an önce eski hâlimize gelip hayat mücadelesini sürdürmekten başka elimizden bir şey gelmeyen yaşam olayları var. Elbette kimi hadiseler, ister istemez bizi bir parça ürkütüp geriletebilir. Önemli olan oradan kendimize bir esneme payı çıkartıp psikolojik bütünlüğümüzü korumamız, bin bir zahmetle ördüğümüz anlam ağımızı bozmadan yeni ilavelerle sağlam bir bakış açısı geliştirerek hayat mücadelesini sürdürmemiz. Tüm bunlara “Psikolojik sağlamlık” (resilience) diyoruz.

 

 

“PSİKOLOJİK SAĞLAMLIK” KAVRAMI

 

Yapılan birçok geriye dönük bilimsel çalışmadan sonra bugün, zor ve örseleyici bir çocukluk geçirmiş, çoğu zaman mutsuz bir ortamda büyümüş, ebeveyninde psikiyatrik rahatsızlık, alkol-madde bağımlılığı sorunu olan kimselerin psikolojik problemlere daha yatkın olduklarını biliyoruz. İyi ama geçmişlerinde hem böyle yaşantılar olan hem de çok daha ağır sorunlarla karşılaştıkları, başlarına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmediği hâlde oralardan sapasağlam bir psikolojiyle çıkanlar da var, diyeceksiniz. Çok haklısınız. İşte bazı insanların hayat karşısında niye daha güçlü ve sağlam kaldıklarına yeni yeni başımızı çevirmeye, onların ders alınacak hâllerini son yirmi yıldır ancak araştırmaya başlayabildik. “Psikolojik sağlamlık” kavramı da buradan doğdu.

 

Gördüklerimiz, bizi şaşkınlıkla içinde bıraktı. Zira sanılanın aksine, yetişkin hâle gelene kadar birçok zorlukla karşılaşmış, adeta feleğin çemberinden geçmiş insanların bırakın hepsini, sadece az bir kısmı psikolojik rahatsızlığa yakalanıyor, çoğu sağlam kalıyordu. Zor çocukluk geçirenlerden kiminin gençlikleri de oldukça sorunlu geçiyor ama ileriki yaşlarda onların büyük kısmı da psikolojik sağlamlığı yakalayabiliyorlardı. Psikolojik sağlıklarını yitirmiş o küçük kısımla uğraşacağız derken, tüm bu güçlükleri aşabilenlerin nasıl bu başarıya ulaşabildiklerini, bu zorlu yaşam koşullarından ne yapıp ederek böylesine sağlam çıkabildiklerini araştırmayı ihmal ettiğimize hayıflandık.

 

“Psikolojik sağlamlık” konusunun ayrıntılarına girmeden önce, benzeri bir tablonun travma çalışmalarında da karşımıza çıktığını belirtmeliyim. Özellikle deprem, sel bakını gibi doğa afetlerinde, travma binlerce insanı etkiliyor, bunların %30 kadarlık bir kısmı, psikolojik sağlıklarını yitiriyor. Ama tüm mağdurlar, yaşadıkları felaketten aynı ölçüde örselenmiyorlar, hatta bazıları psikolojik bakımdan sapasağlam kalıyorlar ya hiç hastalanmıyorlar ya da psikolojileri ve bedenleri kısa sürede tekrar eski sağlığına kavuşabiliyor. Araştırmalar, yaşlılar ve çocukların yetişkinlere, kadınların ise erkeklere göre psikolojik bakımdan daha kırılgan olduklarını ayrıca insan eliyle meydana gelen travmaların tabii afet travmalarından daha yıkıcı etki yaptıklarını gösteriyor. Bunları not edelim ve insanların yaşam olaylarına, travmalara karşı gösterdiği içsel dayanıklılık ve esneklik yani psikolojik sağlamlık nedenlerinin ne olduğu sorusuna cevap aramayı sürdürelim. Şimdiye kadar bu sorulara verilen cevaplar, psikolojik sağlamlığın tek bir nedene bağlı olarak değil kişinin kendisinde, ailesinde ve çevresinde var olan ve onu hadiselerin olumsuz etkilerinden koruyan birçok etkenin bir araya gelmesi neticesinde ortaya çıktığı doğrultusunda. Bu söylenenlerden hemen fark edileceği gibi psikolojik sağlamlığın genetik faktörlerle bir alakası bulunmuyor.

 

 

EMPATİ, SORUMLULUK VE YARDIMSEVERLİK DUYGUSU

 

Annenin hamilelik sırasında alkol-madde kullanımı, anne yaşının küçüklüğü, erken doğum, düşük zeka düzeyi, akademik başarısızlık ve geçimsiz bir mizaca ya da utangaç bir kişiliğe sahip olma bireysel olarak risk faktörüyken zekanın ve zihni yeteneğin iyi olması, akademik yeterliliğin müspet algılanması, yüksek benlik saygısı, gelecek için plan yapma ve iyimser olma, kendi yaşamını kontrol edebilme, mizah duygusuna ve etkili problem çözme becerilerine sahip olma, kişide empati, sorumluluk ve yardımseverlik duygusu bulunması, psikolojik olarak sağlam kalması için kişiyi koruyucu bir etki yapıyor. Müspet anne-çocuk ilişkisi ve sosyal destek, ailenin bir arada yaşaması ve çocuklarının geleceği için beklentileri olması, eğitimli ebeveyn, iyi okul ve arkadaş ilişkileri ve müspet bir rol modelinin olması psikolojik sağlamlık ihtimalini artırıyor.

 

Kalabalık ailede büyüme, kardeşler arasındaki yaş farkının 2 yıldan az olması, ebeveynin psikolojik ya da kronik bir fiziki rahatsızlığı bulunması, alkol ya da madde kullanması, suç işlemesi, boşanması, ölümü ve sonuçta tek ebeveynle büyüme, evlat edinilme, aile içi şiddet psikolojik sağlamlığı olumsuz yönde etkiliyor. Düşük sosyo-ekonomik durum, fiziksel ve cinsel yönden suiistimale uğrama hikâyesinin olması, yetersiz beslenme, akran desteğinin bulunmaması ve toplumsal şiddete maruz kalma psikolojik sağlamlığı riske sokan etmenler. Psikolojik sağlamlık gösteren insanların yetiştikleri ortamda en az bir usta ve duyguca dengeli yetişkin ile yakın bağları olduğu, aile ortamından ciddi destek aldıkları da görülüyor. Elbette yaş ilerledikçe psikolojik sağlamlığa katkıda bulunan ortama öğretmenler, komşular da ilave oluyorlar. Bu ortam sayesinde, ileride psikolojik bakımdan sağlam olacak çocuklar, sadece destek almıyorlar fakat aynı zamanda özdeşim kurmak için rol modeli bulabiliyorlar, duygularını kolayca ifade edebiliyorlar. Zorluklar karşısında psikolojik bakımdan sağlam kalan kişinin çocukluk ve gençlik yıllarında dara düştüğünde derdini açacağı, tavsiye ve yardım alacağı sevdiği bir yetişkin mutlaka bulunuyor. Yani insan da tıpkı diğer canlılar gibi, büyümeye, gelişmeye, olgunlaşmaya müsait bir ortam sayesinde yol alabiliyor ya da alamıyor.

 

 

SABİT BİR DEĞER SİSTEMİNİN BULUNMASI

 

Psikolojik bakımdan sağlam insanların yetiştikleri ortamın bir özelliği de sabit bir değer sisteminin bulunması şeklinde karşımıza çıkıyor. Araştırmalarda bu çocukların çevrelerinde mütedeyyin insanlar bulunması da bu değer sistemiyle ilgili olsa gerek… Psikolojik bakımdan sağlam insanların hayat karşısında cesur ve kabullenici oluşlarının yanı sıra bir özellikleri de başına gelen kötü yaşam olaylarının nedenlerini salim kafayla düşünme becerisi gösterebilmeleri. Kötü yaşam olayları, kendisinin veya bir yakının hastalanması, kaza geçirmesi, hiç ummadık bir zamanda işsiz kalması, güvendiği biri tarafından aldatılması, hayal kırıklığına uğraması vs. insanı olumsuz yönde etkileyecek, direncini kıracak her şey olabilir. Karşılaştığı olay her ne olursa olsun, psikolojik bakımdan sağlam kişi, bir yandan olayın tesirini, duygularını yaşarken bir yandan da umut ocağını harlandırmaya çalışıyor, dikkati ve aklı ise niye bu olayın kendi başına geldiğini sorgulamakta oluyor.

 

Sağlıklı biçimde kafa yormayı hiç elden bırakmıyor. “Bu olay benim başıma geldi, demek ki ne Yaratıcı ne çevremdeki insanlar beni seviyor!” demiyor. Hiç beklenmedik bir zamanda, herkesi sarsabilecek türde bir olay yaşadığında, hayatın içinde böyle güçlükler de olduğunu, herkesin başına bu tür durumların gelebileceğini kabul ederek olayı alabildiğine kişiselleştirmemeye çalışıyor. “Hayat yaşamaya değmez, dünya berbat bir yer!” deyip yaşanan olayın olumsuzluğunu bir anda tüm hayata ve dünyaya teşmil ederek genelleştirmiyor. Bir daha başa gelmesin diye sebepleri üzerine düşünüp hasarı tamir etmeye çalışıyor. “Artık yapılacak bir şey kalmadı.” diyerek felakete dönüştürmüyor, felaket tellallığına yeltenmiyor.

 

 

Birçok yetişkin cezasız eğitim olamayacağına inanıyor. Cezasız eğitim nedir? Ceza yöntemi ile eğitimin çocukluktan yetişkinliğe kişilik gelişimine etkileri nelerdir?

 

İnsan ilişkisinde de ebeveyn çocuk ilişkisinde de işlerin yolunda gitmediği zamanlar hep vardır ve bunların en iyi çözüm yolu öncelikle işlerin yolunda gitmediğini ve bu durumda ne yapılacağını ortaya koymaktır. Ama sanıyorum siz bunlardan ziyade doğrudan doğruya fiziki şiddet ve maddi eksik bırakma gibi şeyleri kast ediyorsunuz. Bunları eğitim kavramıyla birlikte anmanız ise ayrıca şanssızlık. Fiziksel ve psikolojik şiddet doğrudan doğruya travmadır ve her bir travma kişiliğimizi zedeler, üstelik iz bırakacak şekilde.

 

 

PSİKOLOJİ BİLGİSİ OKUMAKLA OLMAZ

 

 

Günümüzde gerek toplumun, gerek eğitimcilerin, gerekse anne ve babaların çocuk gelişimi ve insan psikolojisi hakkında bilgi açısından donanım sahibi olduğunu düşünüyor musunuz?

 

Hayır, maalesef… O yüzden her yerde “Evlilik Okulu”, “Anne Baba Okulu” açmamız gerektiğini söylüyorum. Kıymetli öğretmenlerimizle ilgili olarak ise öğretmenliğin toplumun en saygın mesleği olmasını başaramadan bir çare bulmamız çok zor görünüyor.

 

 

Bir başucu kitabınız var mı?

 

Kur’an-ı Kerim ve maalesef Google…

 

 

Okurlarınıza okumaları için tavsiye edebileceğiniz kaynak kitaplar var mı?

 

Gençler, en çok arkadaş çevresinden etkileniyor, onların okuduklarını, önerdiklerini okuyorlar ama kelime dağarcıklarının artması, dil (ve tabii bu arada zihin) gelişimlerine katkıda bulunması, psikolojik bakışlarının yetkinleşmesi için ben yine de Batının ve kültürümüzün dev romancı ve hikâyecilerinden okumalar yapmalarını önereceğim. Bunlar, Dostoyevski ve Herman Hesse; Ahmet Hamdi Tanpınar ve Mustafa Kutlu’dur. Gençlerimize ayrıca, hepimiz için tartışmasız en örnek şahsiyet olan Peygamberimizin hayatını güvenilir bir kaynaktan okumalarını, iyice öğrenmelerini salık vereceğim. Benim en beğendiğim siyer kitabı Martin Lings’in “Hz. Muhammed’in Hayatı”dır.

 

 

Psikoloji alanında okumaları için tavsiye edebileceğiniz kaynak kitaplar var mı?

 

Bizim Kemal Sayar pek güzel yazıyor. Bizim Doç. Dr. Murat Beyazyüz ile birlikte yazdığımız “Geçimsizler: Kişilikleri Anlama ve geçinmeyi Kolaylaştırma” kitabı iyidir. Ayrıca tarihe ve felsefeye meraklı psikoloji okuyucusu için benim kitapları tavsiye ederim. Psikoloji bilgisi okumakla olmaz, bunu da söylemek isterim.

 

Etiketler:
Merjam

Merjam

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Editörün Seçimi
  • En Çok Okunanlar

Copyright © Tüm hakları saklıdır. Merjam.com – Copyright 2021 | Codlio