Prof. Dr. Cüneyt Kanat: Tarihi yapan da yazan da insandır!

Merjam Yazar: Merjam 28 Temmuz 2020

Bu haberi arkadaşlarınla hemen paylaş!

Prof. Dr. Cüneyt Kanat ile tarihi ve edebiyat üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.

Prof. Dr. Cüneyt Kanat: Tarihi yapan da yazan da insandır!

 

Prof. Dr. Cüneyt Kanat, “Tarihçi kullandığı dile hâkim olamaz ve yazın dilini iyi kullanamazsa ne kadar iyi bir araştırmacı olursa olsun kendisini iyi ifade edemeyeceğinden düşüncelerini okura gerektiği şekilde aktaramaz.” diyor.

 

 

Cüneyt Kanat kimdir? Bize biraz kendinizden bahsedebilir misiniz?

 

İzmir’in Bayındır ilçesinde doğdum. İlkokul, ortaokul ve liseyi burada tamamladım. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü’nden 1986 yılında mezun oldum. Okul bitmeden akademisyen olmaya karar vermiştim. Ortaçağ Türk tarihine ilgi duyuyordum. İngilizceyi lisans eğitimim sırasında İngiliz Kültür’e devam ederek geliştirmiştim. Bunun dışında tabi bir de çağdaş kaynak dillerinden en az birini (Arapça/Farsça/Latince) öğrenmem gerekiyordu. Ortadoğu/Yakındoğu uzmanı olmayı istediğim için bu dillerden öncelikle Arapçayı seçtim. Mezun olduğum yıl Kuveyt Üniversitesi’nin dil bursuna başvurdum ve kazandım. 1986-1988 yıllarında bu kurumda iki yıl Arap Dili Edebiyatı eğitimi aldım. Ülkeme döndüğümde Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde rahmetli Hakkı Dursun Yıldız ve Coşkun Alptekin hocalarımın yanında, Ortaçağ Tarihi Anabilim Dalında Yüksek Lisans eğitimim başladı. 1990 yılında ise Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Ortaçağ Tarihi Anabilim Dalında asistan olarak İsmail Aka hocamla birlikte çalışmaya başladım. 1992 yılında St. Anne’s College’in davetiyle bir dönem Oxford Üniversitesi’nde alanımla ilgili araştırmalarda bulundum. Aynı yıl doktora eğitimim başladı. 1994’te Milli Eğitim Bakanlığı’nın araştırma bursuyla Mısır Kahire Üniversitesi’nde bir yıl çalıştım. 1990 yılından beri Ege Üniversitesinde görev yapıyorum. Sanıyorum Cüneyt Kanat’ı şöyle özetleyebilirim: İlgi alanı yalnızca tarih olmayan, okumadan, yazmadan ve tabiatla iç içe olmadan yaşayabilmesi mümkün olmayan bir tarihçidir.

 

 

Tarihi hangi gözle okumalıyız? Tarihçilik mesleği hakkında kısaca bilgi verir misiniz?

 

Tarih ve tarihçiliğin objektifliği her zaman tartışmaya açıktır. Bu sebeple tarihi mümkün olduğu kadar sorgulayarak okumakta yarar görüyorum. Tarihi yapan nasıl insansa yazan da insandır! İnsan kendi elinden çıkan her türlü esere kendi damgasını vurmak ister. Dolayısıyla tarih yazarken de insanın duygularının işin içine karışması oldukça doğaldır. Burada önemli olan esere yansıyan sübjektif etkinin dozudur. Ölçü kaçırılmadığı sürece, yani makul sınırlarda kalındığı sürece sübjektif olmanın bir zararı yoktur. Zaten bunun aksi pek mümkün de değildir. Objektifliğin çok bilinen bir klişeden ibaret olduğunu düşünüyorum. Tarihçilik mesleğini bu şekilde değerlendirmek gerekir. Tarihçi asla kendisini bir simyacı gibi görmemeli ve elindeki malzemeyi bambaşka şeylere dönüştürmemelidir. Her şeyden önemlisi de işleme biçiminin önemli olduğunu bizzat kendisi bilmelidir. “Yazanın yapana sadık kalmaması” budur ve tarihçi bundan imtina etmeyi en temel ilke edinmelidir.

 

 

Tarihte sizi en çok etkileyen hükümdar, devlet adamı, toplum ve kavim hangisidir?

 

Hükümdar ve komutan olarak, kendi tanımlamamla “Dünya fatihler ailesi” üyelerine, yani Büyük İskender, Cengiz Han, Timur, Yavuz Sultan Selim ve Napolyon’a büyük hayranlık duyduğumu söyleyebilirim. Tabi ki bu aileye başka isimler de ilave edilebilir. Toplum ya da kavim anlamında düşünecek olursak, medeniyet penceresinden bir bakış açısıyla değerlendirme yaparım. O zaman da aklıma Çin, Hint ve Türk-İslâm medeniyetleri gelir.

 

 

Seferlerinin Türk-İslâm devletleri üzerine yöneltilmiş olmasından dolayı Timur ağır eleştirilere uğramıştır. Bu faaliyetleri o dönemin hâkimiyet anlayışını düşünerek değerlendirdiğinizde neler söyleyebilirsiniz?

 

Timur fetihlerine başlamadan önce bulunduğu bölgede (Mâverâünnehir) birliği sağlamış, daha sonra komşu devletlere baş eğdirmeğe ve itaatlerini temin etmeye çalışmıştır. Bunu da kendi siyasî ve askerî güvenliğini sağlama kaygısıyla yapmıştır. Daha sonra ise gerçek anlamda fetihlerine başlamıştır. Fetihlerinin Türk ve Müslüman devletler üzerine olmasının en önemli sebepleri ise o sırada zenginliğin, bir diğer ifadeyle servetin, bilginin, teknolojinin ve sanatın bu ülkelerde olmasıdır. Size, ne demek istediğimin daha iyi anlaşılması için bir örnek vermek istiyorum: Hamdullah-ı Müstevfî’nin eserinden çıkarılan sonuçlara göre Timur’un da doğduğu yıl olan 1336 yılında sadece Tebriz şehri ve çevresinin geliri 1.390.000 dinar, yani 4.170.000 franktı. “Der Moderne Kapitalismus” adlı eserin yazarı iktisatçı Sombart’ın hesaplarına göre 1300 yılında İngiltere’nin geliri 4 milyon, 1311 yılında Fransa’nınki ise 3 milyon frank civarında idi. Yani Tebriz ve İngiltere bütçeleri birbirine eşitti. Bu olağanüstü bir şeydir. Bir diğer önemli neden ise Timur’un doğal yayılma alanında bu devletlerin bulunuyor olmasıdır. Timur iyi bir komutan ve iyi bir stratejist idi. Ona göre her şeyin bir zamanı vardı. Ömrünün sonlarında hasta olmasına rağmen nasıl inatla Çin seferine çıktığını gayet iyi biliyoruz. Eğer ömrü vefa etseydi belki de sonraki hedefi Batı dünyası olacaktı!

 

 

Yıldırım Bayezid ve Timur’un savaşmalarının nedeni nedir? Yıldırım ve Timur savaşacaklarına güç birliği yapıp sulh içinde yaşasalar Türk ve İslâm tarihi daha farklı yazılabilir miydi?

 

Savaşların asla tek bir nedeni olmaz. Belki görünen nedeni tek olabilir! Ankara Savaşı için de aynı şeyi söyleyebiliriz. O dönemde hem Yıldırım Bayezid hem de Timur çok başarılı iki hâkimdi. Yıldırım daha yeni büyük Haçlı ordusunu Niğbolu’da perişan etmiş Timur ise üst üste pek çok zafere imza atmıştı. Yani her ikisinin de özgüveni çok yüksekti. Ayrıca her ikisi de İslâm dünyasının liderliğine soyunmuştu. Buna bağlı olarak güçlü olduklarının farkındaydılar, gururlu ve inatçıydılar. İktidar başta olmak üzere hiçbir şeyi paylaşmaya yanaşmıyorlardı. Bu şartlar altında her ikisin de bu savaştan vazgeçebilmeleri mümkün gözükmüyordu ve öyle de oldu. Şunu da asla unutmayalım ki her ikisinin de savaş divanlarında o devrin en değerli yöneticileri ve uleması görev yapıyordu. Bu kardeş kavgasına engel olabilmek için uğraştılar ama başaramadılar. Çünkü artık coğrafya da onları sıkıştırıyordu. Bütün bu etmenler savaşı kaçınılmaz kıldı. Tarihin yazdığı, görünen nedenler ise sadece birer bahaneydi. Onlardan burada söz etmeyi gereksiz buluyorum!

 

 

İnsanlar için tarih neden önemlidir? Tarih makro ya da mikro anlamda insan için neden belirleyici bir değere sahiptir?

 

İnsanın tarih öğrenme ihtiyacı, kendisini tanımaya ve kim olduğunu bilmeye duyduğu gereksinimden kaynaklanır. İnsan kimdir? Kendisini kendisi yapan, bir başkası değil de olduğu “Kişi” olmasını sağlayan şey ya da şeyler nedir? Bunlar ve bunlara benzer başka sorular, insanın tarih ile ilişki kurmasının ve ona gereksinim duymasının temelinde yatan dürtülerin kaynağı, bu dürtüleri görünür kılan anlam formlarıdır. Kendisini tanımak ve bilmek isteyen insan, hâlini hâl kılan tarihine başvurmak, kendisinden çevresine yayılan, bireyselden toplumsala uzanan zamansal ve mekânsal bir düzeyde olagelen tarihsel olgulara yönelmek, söz konusu olguları belirli bir mantık içerisinde bir araya getirmek, onların mahiyetlerini ve keyfiyetlerini öğrenmek zorundadır. Aksi hâlde gününü ve geleceğini inşa etmesi, edebilmesi mümkün değildir. Bu meyanda, bir tür kaydetme ve saklama etkinliği olarak tarihin, insanın hâlini idrak edebilmek amacıyla geçmişine duyduğu merakla da ilgisi bulunan bir meşguliyet olduğunu ve yine şimdiyle beraber geleceğin inşası esnasında insana bir tür “Kaynak” sunduğunu, ona ne olduğunu, olabileceğini ve olması gerektiğini, kuşkusuz kendi alımlayışı nispetinde kavratabilme potansiyeline sahip bulunduğunu söylemekte herhangi bir sakınca yoktur. İnsan, kendi bilincine vardığı andan itibaren “Geçmiş”i anlamında tarihi ve bu tarihin kendine sunabildiklerini değerlendirme noktasında ketum davranmamış, geçmişteki birikim ve tecrübelerini bir tereke olarak “Sonra”ya taşımayı bilmiş, tarihsel birikimin kazanımları sayesinde bir ayağıyla geçmişten kopmamaya özen gösterirken diğer ayağıyla da geleceğe kanca takarak muayyen bir “Süreklilik” fikri oluşturmayı başarmıştır. İnsanı insan yapan da bu süreklilik fikri olmuştur. Nitekim felsefi anlamda bir yığın tartışmaya konu olan “İlerleme” fikrinin insan zihninde mutlak bir forma bürünmesin temelinde yatan da budur. Sorunuzun ikinci kısmına gelirsek; insan, kendisi hakkında düşünebilen bir varlık olduğu, kendisini hesaba çekebilme yetisine sahip olduğu, kendi eylemlerini değerlendirme gücünü bünyesinde barındırdığı, kendisini düşünebilen bir bilince sahip olduğu için. İnsan bir bellek sahibi olduğu, tarihsel olanların bilgisini hafızasında depolayabildiği ve depolayabildikleri ölçüsünde insan olabildiği için.

 

 

 

“Tarihin Medya ile İmtihanı” kitabınızda “Tarih ve popülarite arasındaki birbirini besleyen ilişki ve gelişmeler; diğer bir ifadeyle piyasayı istila eden tarihi diziler, filmler, romanlar ve sair popüler çalışmalar, nihayet fildişi kulelerinde elitist bir bilginin keyfini çatan akademisyen ve entelektüellerin tartışma konusu hâline gelmiş durumdadır.” ifadesini kullanıyorsunuz. Buradan yola çıkarsak tarihin görsel, işitsel ve yazılı medyada sıklıkla kullanılan bir alan olmasının, popülerleşmesinin, medya başlığı altında bir araya getirilebilecek alanların nicelik açısından artış göstermesinin sebebi nedir?

 

Tarihin son yıllarda popüler, bir başka deyişle görsel, işitsel ve yazılı medyada sıklıkla kullanılan bir alan olmasının, medya başlığı altında bir araya getirilebilecek alanların nicelik açısından artış göstermesi, örneğin, televizyon kanallarının, radyo istasyonlarının, gazetelerin ve hatta internet sitelerinin sayıca çoğalması ve buna bağlı olarak ortaya çıkan “Talep görecek eser üretiminde bulunma” gibi temel anlamda teknik denilebilecek nedenleri bir kenara bırakırsak, tamamına yakını insanın tarihe olan doğal ilgisiyle ortaya çıkan “Talep”ten kaynaklanan nedenleri vardır.

 

İçerisine eğlenceden hamasete kadar bir dizi nedenin sığdırılabileceği bu nedenler dizisi, özellikle ülkemiz üzerinden konuşursak, toplumumuzun, Popperci anlamda “Açık bir toplum” hâline gelme eğilimleri göstermesi ve böylelikle bireysel eğilimlerin en üst düzeyde dile ve düşünceye getirilebilir olma yolunda büyük bir ilerleme kaydetmesi ile ilişkilendirilebilir. Buna göre, iktidar odaklarının çözülmesi ve şeffaflığın değer kazanmasına paralel olarak önem kazanan bireysel özgürlükler, bu özgürlükler çerçevesinde bireysel ilgilerin de özgürce dile getirilebilmesine imkân sağlamış, bu bağlamda söz konusu ilgilerin şekillendirdiği bir tür “Arz-talep dengesi” oluşmaya başlamıştır. İnsanın daha önce sözünü etmiş olduğumuz tarihe dönük doğal ilgisinin işte bu arz-talep dengesinin içerisinde kendisine yer bulması, tarihin popüler olmasının en temel nedenidir. Özgürleşme eğilimleri sergileyen bütün toplumların tarihlerinde yüzleşecek ve hesaplaşacak birçok şey bulmalarını tam da burada, daha önce ket vurulmuş ilgilerin bireysel özgürlükler paralelinde serbest kalmaya başlamasında aramak gerekir. Tarihe yönelik ilginin arz-talep dengesinin içerisine dâhil olmasından sonra, söz konusu ilgi ile medya birbirlerini güdüleyecek, tarihin giderek daha fazla popülarizasyonu ile tarihin giderek daha fazla ilgi (talep) nesnesi hâline gelmesi at başı ilerleyecektir.

 

Toplumsal talebin mahiyetine göre popüler ürünün biçim ve içeriği değişecek, yeri ve zamanına göre hamaset yapma, yüceltme, aşağılama, propaganda yapma, ideolojik payanda üretme, idealize etme, abartma, göz ardı etme, görmezden gelme vb. damgalarını taşıyan ürünler piyasaya sürülecek, talep görenler köpürtüldükçe köpürtülecek, talep görmeyenler ise unutuluşa terk edilecektir. Son tahlilde popüler tarihin geleceği nokta, toplumsal talebe göre filmler ve dizilerin çekilmesi, albümlerin çıkarılması, kitapların yazılması olacaktır ki bu bana göre gayet kârlı bir sonuçtur. Çünkü insanların farklı eğilimlere sahip olmasından dolayı piyasa renkli ve çoğul bir karaktere sahip olacak, insanlar, farklı tercihler yapabilme ve kendi doğrularına bağlanabilme özgürlüğüne sahip olabileceklerdir.

 

 

Tarihin gizlerini edebi malzeme hâline getirerek, çözülmemiş sırları çözmek ya da daha esrarlı hâle getirmek için nasıl bir yol izlenmelidir. Bir tarihi roman içerisinde muhakkak kurgu barındırmalı mıdır? Eğer kurgu olacaksa bu kurgunun merkezinde ne olmalıdır?

 

Tarihi romanlar edebiyat eserleri olsa da bu tür romanlarda, romancının temel anlamda tarihi gerçeklere uyarak, zaman, mekân ve şahıs isimlerini metnine dâhil ettikten sonra “Ben tarihi gerçeklere uymak zorunda değilim, bu benim kurgum,” deme hakkına sahip olmadığına inanıyorum. Eğer bir tarihi romanda pek çok gerçekliğe, özellikle az önce işaret etmiş olduğum zaman, mekân ve şahıs isimleri noktasındaki gerçekliğe/tarihselliğe genel/temel anlamda uyulmuşsa, bu durum, okuyucuyu romandaki şahısların içinde bulunduğu olayların da gerçek olduğu sonucuna götürecektir. Daha açık bir ifadeyle, eğer yazar, romanında gerçek olaylar ve şahısları kullanarak bir kurgulama yapıyorsa ve özellikle kullandığı bu olay gerçekten de yaşanmış bir tarihsel olgu ise bu olgunun zamanını ve mekânını değiştirme hakkına sahip değildir/olmamalıdır. Yaşanmış gerçekleri “Olduğu gibi” kullanmalı ve onların tarihselliklerine sadık kalmalıdır. Tarihi roman yazarları çalışmalarına elbette kendi hayal dünyalarını da katacaklardır. Bu bir romancının en doğal hakkıdır. Fakat tarihsel bir olayı kurgulayan romancının kurmaca özgürlüğü ve “Hayalleri,” tarihi olaylar arasındaki boşlukları doldurmak ve bu güne dek tam olarak aydınlatılamamış tarihi olguları bir biçimde açıklamakla sınırlı olmalıdır. Bununla birlikte, eğer romancı tarihsel imgeleri kullanarak kendisine ait olan ve daha önce yaşanmamış bir olayın ya da yaşamamış bir şahsın bulunduğu özgün bir öykünün kurgusunu yapıyorsa, orada şahıs, zaman ve mekân ile ilgili “Kurgulama özgürlüğünü” sonuna dek kullanabilmelidir. Bana göre, “Tarihsel kurgu” noktasında tarihi roman yazarları ve tarihi dizi/film senaristleri tarafından dikkat edilmesi gereken en temel mihenk noktası budur.

 

 

Tarihi romanlarda anakronizm kavramı ile ilgili neler söyleyebilirsiniz? Yazar tarafından oluşturulan bu kurgunun tarihi romanların ana hatlarını oluşturması doğru bir çalışma yöntemi midir? Anakronik bir metinin tarihi yansıtma boyutu nedir?

 

Anakronizm (anachronism/anachronisme), Grekçe’de “Arka, eski, geri ve uzak” gibi anlamlara gelen “Ana” ile “Zaman” anlamına gelen “Chronos” kelimelerinin birleşiminden türemiş bir kelime olup, “Tarihsel olgu ve olaylar arasındaki kronolojik ilişkilerin tahrif edilmesi” anlamına gelir. Tahrifatın bilinçli ya da bilinçsiz bir biçimde yapılması bunu değiştirmez, her türlü tahrifat anakronizmdir. Anakronizm, tanımı gereği ve elbette doğal olarak, tarihsel ya da tarihle ilişkili metinlerde/söylemlerde varlığa gelir. Kimi zaman tarihsel bir karakteri yaşadığı zamandan farklı bir zaman diliminde yaşatmak, ona “Yapamayacağı şeyleri” yaptırmak, kimi zaman muayyen bir nesneyi tarihselliğinden kopararak bir başka tarihsellik içerisine monte etmek gibi biçimlerde karşımıza çıkan anakronizm, konumuzla ilgisi olması bağlamında sınırlarsak, tarihi romanlarda pek çok örneği bulunan bir durumdur. Yazarın kendi tarihselliğinden, bir diğer ifadeyle zamanının çocuğu (İbnu’l Vakt) olmasından kaynaklanan bir durum olduğu açık olan anakronizmin yaşadıkları dönemi anlatan yazarlardan ziyade “Geçmişi” hikâye eden yazarlar tarafından düşülen bir tuzak olması, söz konusu durumun tarih ve tarihsel olan ile ilişkinin en açık örneğidir. Çoğu zaman yazar dahi farkına varmadan, “Tarihsele şahit olunmamış olmaktan kaynaklanan” bilgi hataları ya da temelsiz sanılarla metne sızan anakronizm, zaman zaman bütün metni dahi anakronik hâle getirebilir. Bu durumun en bilinen örneklerinden biri, Lübnan asıllı Fransız romancı Amin Maalouf tarafından kaleme alınmış olan “Semerkand” isimli anakronik eserdir. Maalouf bu eserinde İranlı şair ve matematikçi Ömer Hayyam, Alamut Haşhâşîliğinin kurucusu Hasan Sabbah ve Büyük Selçuklu veziri Hasan Nizâmülmülk’ü aynı tarihlerde yaşamış şahsiyetler olarak kurgulamış, tarihsel anlamda öyle olmadığı hâlde bu üç kişiyi aynı zaman ve mekânda bir araya getirmiş, onları aynı tarihsellik içerisinde anlatmıştır. Yazar tarafından yapılmış olan bu kurgu, metnin ara sokaklarında değil de ana hattını teşkil eden bir zeminde, baş karakterlerin yaşamında yapılmış olduğundan dolayı, yazar eserinde salt bir anakronizm örneği sergilemekle kalmamış, tamı tamına “Anakronik bir metin” üretmiştir.           

 

 

 

Tarihi bir metinde günümüz ifadelerinin, kavramlarının yer almasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu durumun eserin niteliğini ve gerçekliğini etkilediğini düşünüyor musunuz? 

 

Kesinlikle etkilediğini düşünüyorum. Günümüze ait ifadelerin, kavramların tarihi olayların anlatımı sırasındaki kullanımı bir tür anakronizmdir ve tarihi olayların tahrif edilmesine neden olur. Kavramların, olguları tahrif edecek biçimdeki kullanımının, bu kavramların kullanıldığı metnin gerçekliğini zedeleyeceği açıktır. Aynı zamanda metni gülünç hâle de getirmektedir.

 

 

Tarihi romanlarda kaynakçanın önemi nedir? İçerisinde her ne kadar kurgu öğesi barındırırsa barındırsın tarihe mal olmuş karakter ve olayları anlatan bir romancı tarihi kaynaklara başvurmalı ve bunları da kaynakça olarak okuruyla paylaşmalı mıdır?

 

Tarihi roman yazarlarının eserlerinin sonuna kaynakça koymaları hususunu ben çok ciddiye alıyorum. Çünkü tarihi romanlar diğer romanlardan farklıdır. Onlardan farklı olarak tarihsel bir gerçeklik üzerinde durmakta, tabir yerindeyse bilindik bir tarihselliğin içerisinden konuşma iddiasını taşımaktadırlar. Bu anlamda “Mutlak anlamda” uymaları gereken bir gerçeklik zemini, aşmamaları gereken bir sınır vardır. Tarihi romanın bir ayağı tarihin üzerinde durmakta olduğundan dolayı, yazar metnini her ne kadar düş gücünü kullanarak üretse de eserinin “Tarihiliği” itibarıyla, örneğin “Yunus Emre’yi Meksikalı bir çiftçi olarak” kurgulamak gibi bir özgürlükten de feragat etmiş durumdadır. Dolayısıyla tarihe mal olmuş karakterleri ve olayları anlatan bir tarihi romancının, kesinlikle tarih kaynaklarına, tarihçilerin söylediklerine başvurması gerekir. Bunu yapmadan söz konusu tarihsel olayları her yönüyle ve doğru bir biçimde bilmesi ve anlaması mümkün olmayacaktır. Son tahlilde, benim kanaatime göre, bir tarihi romancı, eserini kaleme alırken kullandığı kaynak ve araştırma eserleri, en azından sahiplerinin emeğine hürmeten, kitabının sonunda vereceği bir kaynakça ile okura takdim etmelidir.

 

 

Dünyamızın küreselleşmesinde belirleyici etkisi bulunan iletişim aygıtları, tarihsel bilginin de her anlamda ulaşabilir hâle gelmesini sağladı. Ancak ilgiden beslenen medya araçlarının tarihi kullanımını doğru buluyor musunuz? Tarihi kullanma ve yansıtma açısından ne derecede etkin ve etkili olduğunu düşünüyorsunuz?

 

Bilgi çağı, tıpkı diğer alanlar gibi, tarihin de kitlelere ulaşması açısından çığır açıcı bir dönem olmuş, dünyamızın küreselleşmesinde belirleyici etkisi bulunan devasa iletişim aygıtları, tarihsel bilginin de her anlamda ulaşılabilir hâle gelmesini sağlamıştır. Söz konusu iletişim aygıtları tarihsel bilginin taliplerine aktarılabildiği mecralar yaratmış, özellikle bu mecraların yaygınlaşması ile de tarih yoğun talep ve ilgi gören bir alan hâline gelmiştir. Dönemimiz, yoğun bir biçimde televizyonlarda ve radyolarda tarih programlarının yapıldığı, gazete ve dergilerde tarih dosyalarının açıldığı, hatta gazete köşelerinde tarihsel konuların işlendiği bir dönemdir. Öyle ki iletişim aygıtlarının ekonomik bir tekabüliyete sahip olmasından dolayı, kuşkusuz bu aygıtlar için malzeme teşkil eden diğer alanlar gibi, tarih de bir tür meta hâline gelmiştir. Tarih artık muayyen biçimsellikler içerisinde (aktaranın kendi çıkarları bağlamında oluşturduğu ya da tercih ettiği bir biçimsellikle) aktarılmakta, ticari bir ürün olarak görülüp arz-talep dengesine uygun biçimde üretilmektedir. Öte yandan, arz-talep dengesi içerisine dâhil edildikçe metalaşan ve metalaştıkça da arz-talep dengesi içerisindeki zemini güçlenen tarih, muazzam bir ilginin de muhatabı hâline gelmektedir/gelmiştir. Gelir ve eğitim düzeyi düşük kesimlerden, toplumsal yapının en üst kesimlerine kadar hemen her kesimde büyük bir ilgi gören (kuşkusuz her kesimin tarihe dönük ilgisi bağlamsaldır) tarih, belirli bir ilginin muhatabı olduktan sonra moda olmaktan çıkan çoğu metanın aksine, zaman içinde bu konumunu güçlendirmeye de devam etmiş/etmektedir. Buna bağlı olarak medya araçlarının tarihi kullanımını tabi ki doğru buluyorum ancak bu kullanım esnasında daha önceki sorularınızda da değindiğim “Tarihin hassasiyetlerine” azami özen göstermeleri gerektiğini düşünüyorum.

 

 

“Popüler Tarih” ve “Akademik Tarih” kavramlarını birbirinden ayıran en önemli özellik nedir? Bu iki alanda eserler verilirken dikkat edilmesi gereken ortak bir nokta söz konusu mudur?

 

Fransızca’da bir sıfat olan “Populaire” kelimesi, basılı ya da internet ortamındaki hemen hemen pek çok sözlükte, “Halkın arasında yaşayan motiflere yer veren, onlardan yararlanan, halkın zevkine uygun, halk tarafından tutulan ve herkesçe tanınan” gibi anlamlara gelmektedir. Aynı şekilde “Popüler” kelimesinin Türkçede, “Aktüel, güncel, ilgi çeken, gündemde olan, göz önünde bulunan” gibi anlamlarda kullanıldığını düşünürsek, “Popüler tarih”in de buna bağlı olarak, “Aktüel, ilgi çeken ve halk tarafından sevilen ve beğenilen tarih” yazımı olduğunu söyleyebiliriz. Popüler tarih, akademik tarihten çok farklı, dipnotlardan uzak, daha yumuşak ve okunabilir bir üsluba sahip olan, atıflara ve kaynaklara fazlaca yer vermeyen tarih metinlerine verilen isimdir. Biraz daha açarsak, akademik eserlere göre biraz daha kolay okunan ve halkın hoşuna gidecek ilgi çekici ve sansasyonel konulara eğilen tarih yaklaşımıdır. “Popüler” ve “Popüler olmayan” ayrımı, diğer ayrımlardan biraz daha farklı bir çerçeve içerisinde değerlendirilmelidir. Şöyle ki: Akademik tarih çoğunlukla daha bilimsel ve tarihi olayları “Nasıl olduysa öyle” aktarmaya eğilimlidir. Aslında her iki tür tarihçiliğin de, akademik ya da değil, “Tarihi yapana” sadık kalma zorunlulukları olduğu asla göz ardı edilmemelidir.

 

 

“Ortaçağ Türk Devletlerinde Suç ve Ceza” adlı eserinizde daha önce çok fazla incelenmemiş bir konuyu ele almışsınız. Bunun sebebi nedir?

 

Sorunuzda belirttiğiniz gibi bu kitabımın içeriği ile ilgili Türkiye’de daha önce yapılmış bir çalışma yoktur. Bu durumu benim tespit etmem ya da fark etmem ise oldukça değişik bir şekilde oldu. İki binli yılların başında George Ryley Scott’un “İşkencenin Tarihi” adlı eserini okudum. Daha çok Avrupa’yı ele alan, fakat dünya tarihinden de çeşitli örneklere yer veren bu eser, işkence ve cezalandırma konusunda yapılmış en kapsamlı çalışmadır. Ancak eserde pek çok uygarlığa ve millete ait örneklere yer verilmesine rağmen, burada Türk tarihinin hiçbir kesitine ait herhangi bir bilgiye rastlamak mümkün değildir. İşte beni bu konuda çalışmaya sevk eden neden de bu oldu. Çünkü yazar eserinde bu konuyla ilgili kullanabileceği herhangi bir araştırmaya rastlayamadığı için kitabında Türk tarihine ait bir örnek kullanma şansını bulamamıştı. Bu alandaki boşluğu Scott’un sözünü ettiğim eseri sayesinde fark ettiğimde bu kitabı yazma fikri oluştu. Daha sonra ise uzun ve yorucu bir çalışma sonucunda eser ortaya çıktı.

 

 

Bir Tarih öğrencisi kendisini nasıl yetiştirmelidir? Tavsiyeleriniz nelerdir?

 

Bir tarih öğrencisi önce tarihi sevmelidir. Çünkü birey severek yaptığı her işte başarılı olur. Sonra bizim laboratuvarımız olan kütüphanede çok zaman geçirmelidir. Yani çok araştırmalı, okumalı ve düşünmelidir. Tabi okumalarını sadece tarih ile sınırlı tutmamalıdır. İyi bir tarihçi aynı zamanda iyi bir edebiyatçı da olmalıdır. Eğer tarihçi kullandığı dile hâkim olamaz ve yazın dilini iyi kullanamazsa ne kadar iyi bir araştırmacı olursa olsun kendisini iyi ifade edemeyeceğinden düşüncelerini okura gerektiği şekilde aktaramaz. Bu da ortaya problemli bir durum çıkarır. Tarihçi işte bu tuzağa düşmemek için tarih okumaları kadar, hatta zaman zaman daha fazla edebi okumalar da yapmalıdır. Tarih öğrencisi eğer akademisyen olmayı istiyorsa, uzmanlaşacağı alanı mümkün olduğu kadar erken seçmeli, böylece mezuniyetinden yani lisansüstü eğitimine başlamadan önce seçtiği alan ile ilgili temel hazırlıklarını tamamlamalıdır. Bu hazırlıkların en önemlisi ise çalışmayı düşündüğü alanla ilgili kaynak dilleri öğrenmeye başlamasıdır. Çünkü, her alan kendisine göre farklı kaynak dillerin bilinmesini gerektirmektedir. Mesela Eskiçağ tarihi için Sümerce, Hititçe vb. gibi ölü diller öğrenmek gerekirken, Genel Türk tarihi için Çince ya da Rusça, Ortaçağ tarihi için Arapça, Farsça, Latince veya Grekçe dillerinden en az biri öğrenilmelidir. Yeniçağ ve Yakınçağ alanlarında çalışmayı düşünenler ise en az bir batı dilini ve Osmanlıcayı el yazmalarını okuyabilecek, arşivlerdeki malzemeyi kullanabilecek kadar iyi bilmelidirler. Tabi ki dil öğrenmek tek başına iyi bir tarihçi olmak için yeterli değerlidir. Sadece dil bilmek tarihçiyi iyi bir mütercim yapar. Ancak gerçek anlamda tarihçi olmak farklı bir şeydir. Bu sebeple tarih öğrencisi bunların yanı sıra Tarih Felsefesi ile de ilgilenmelidir. Yani düşünmek üzerine odaklanmalıdır. Düşünmek dünyanın en zor işidir. Düşünmeden hiçbir şey üretilemez. Her şey düşünme ile başlar. Tarihçi düşünürse yeni yaklaşımlar ve yorumlar üretebilir. Böylece tekrar etmekten/kopyalamaktan kurtulur. Tarih öğrencisi yine eleştirel düşünceye değer vermelidir. Çünkü eleştirel düşünce demek sorgulamak demektir. Ancak sorgulayarak analitik metinler üretilebilir. Bütün bu ön hazırlıkları yapan ve kendisini lisansüstü eğitime iyi hazırlayan bir tarih öğrencisi uzmanlaştığı alanda bu donanımı ile bilgiye daha kolay ulaşabilir ve onu kullanırken de kendisine ait bir sözü olur.

 

 

Bunların dışında nasıl bir okursunuz? Okurken nelere dikkat edersiniz?

 

Tarih ile ilgili okumak zaten benim işim. Bunun dışında edebi eserler okumayı seven bir okurum. Özellikle değerli bulduğum yazarlara ait tarihi romanları okumayı severim. Bunların yanı sıra değişik şeyler okumaktan da uzak durmam. Lisans eğitimim döneminde psikoloji ile ilgili epeyce ders aldığım için klinik psikolojiye hâlen ilgi duyarım. Ve vakit buldukça da bu alanda okumalar yaparım. Yine felsefe de okuma alanlarımdan biridir. Okurken eserin diline dikkat eder ve akıcı/kolay okunan metinler olmasını tercih ederim. Okuduğum kitapların üzerine asla notlar almam, kitapların satırlarını çizmem. Yanımda daima bilgi fişi ya da küçük bir defter bulundururum ve notlarımı oraya alırım. Okurken düşünmeyi severim. Bir de kitapların da dostlar gibi az ve öz seçilmesi gerektiğini hiçbir zaman aklımdan çıkarmam.

 

 

Son zamanlarda okuduğunuz ve beğendiğiniz birkaç kitap ismi verebilir misiniz bize?

 

Son zamanlarda okuduğum ve çok beğendiğim, daha fazla tanınması ve okunması gerektiğini düşündüğüm iki tarihi romanı tavsiye edebilirim: Murat Kınıkoğlu’nun “Bozkırın Efendisi” ve Sultan Polat’ın “Hz. Süleyman’ın Yüzüğü” isimli eserleri. Tarihi romanlara ilgi duyanların kaçırmaması gereken metinlerden. Ayırca Ebu’l-Kâsım en-Neysabûrî’nin, “Ukalâu’l-Mecânîn- Akıllı Deliler Kitabı” isimli klasik metni de son zamanlarda üzerinde düşünerek okuduğum ve beğendiğim bir eser.

 

 

Bir başucu kitabınız var mı?

 

Bir değil birden fazla başucu kitabım var. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Beş Şehir”ini sık sık okurum. Yine Collingwood’un “Tarih Tasarımı” adlı eserini tekrar tekrar okurum ve maalesef çok az tanınan bu kitabı bütün tarih öğrencilerine şiddetle tavsiye ediyorum. Yine İngiliz edebiyatının başyapıtlarından birisi olan Geoffrey Chaucer’in “Canterbury Hikâyeleri” de benim başucu kitaplarımın en değerlileri arasındadır.

 

 

Yakın gelecekte hayata geçirmeyi planladığınız yeni projeleriniz var mı?

 

Çalışma masamda bitirilmeyi bekleyen birden fazla dosyam var. Aynı anda birkaç dosya üzerinde çalışmak bana keyif veriyor, hatta motivasyonumu artırıyor diyebilirim. Yaklaşık on yıl önce akademik diyetimi ödediğimi düşündüğüm ve yazarken keyif aldığım/mutlu olduğum için daha çok popüler tarih ve edebi metinler kaleme almaya başladım. Devam eden en önemli çalışmam dört kitaptan oluşan bir tarihi roman projesi. İlk iki kitabı bitirdim, üç ve dördüncü kitaplar yazılmayı bekliyor. Yine yarı akademik ya da popüler tarzda kaleme aldığım Timur’un ruh hâli üzerine bir inceleme diyebileceğim projem de bitmeye çok yaklaştı. Son olarak yukarıdaki çalışmalar beni yorduğunda dinlenmek/iyi hissetmek için yazmaya başladığım küçük öykülerden oluşan, üzerinde keyifle çalıştığım bir dosyam da mevcut.

 

Etiketler:
Merjam

Merjam

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Editörün Seçimi
  • En Çok Okunanlar

Copyright © Tüm hakları saklıdır. Merjam.com – Copyright 2021 | Codlio