Bu haberi arkadaşlarınla hemen paylaş!
En kötü karar bile kararsızlıktan iyidir diye bir söz bile var. Karar vermek, problemleri çözmek için çaba harcamak insanları sakinleştiriyor.
Bazı kavramları tek bir açıdan açıklamak, adlandırmak, tanımlamak hem güçtür hem de yeterince doğru olmayabilir. Hele de bunlar aşk ve mutluluk gibi duygularsa…
Hem felsefi olarak hem pratikte mutluluğun iki karşılığı var: Hedonistik ve eudaimonic mutluluk. En temel fizyolojik ihtiyaçların karşılanması hedonistik mutluluk sağlar; haz da diyebiliriz buna. Gerekli ama yeterli değil. Eudaimonic mutluluk ise kişinin yaşam amaçlarına ulaşması, kendini görmek istediği yerde olması, potansiyelini ortaya çıkarması, hayatın anlamı, iyilik, adalet, merhamet gibi kavramlarla ilişkili. Daha uzun bir ömre sahip. Bu durumda tatsız deneyimleri de tolere etmek gerekir.
Mutluluk yüzyıllardır insanların zihnini meşgul etmiş; felsefenin, psikolojinin, teolojinin açıklamaya çalıştığı, ulaşılması için yol yöntem göstermeye meylettiği bir kavram. Pozitif psikolojiden ödünç alarak mutluluğu kabaca olumlu duyguların sık, olumsuz duyguların az yaşanması ve yaşamdan yüksek doyum alma olarak tanımlayabiliriz.
Mutluluk üzerine yapılan çalışmalarda genetik faktörlerin yaklaşık %50 etkisi olduğu söyleniyor. Bu sonuç biraz karamsar olsa da, diğer %50’lik dilim değiştirilebilir olması açısından kayda değer. Yaş, cinsiyet, eğitim durumu, ekonomik durum, yaşanılan yer gibi demografik özellikleri kapsayan yaşam şartlarının mutluluğa etkisi %10 iken, amaçlı yaşam etkinliklerinin nerdeyse %40’lık etkisinden söz ediliyor; iyimserlik, özsaygı, özgecilik, kişilerarası ilişkilerde yeterlilik, insan ve doğa ile sağlıklı ilişkiler, egzersiz, sanat ve bilim uğraşları, bir amaç üzerine çaba harcamak gibi etkinlikler…
David Lykken gibi araştırmacılar, her insanın etrafında olup bitenlerden bağımsız bir mutluluk seviyesi olduğunu söylüyor. Herkesin en sonunda kendi doğal mutluluk seviyesine döneceğini savunan Lykken “Daha mutlu olmaya çalışmak, boyunu uzatmaya çalışmak kadar boş bir çaba.” diyor.
Son yıllarda mutluluğun biyolojik, kimyasal yönüyle ilgili çalışmaların arttığını görüyoruz. Nörobilim bu olguyu nörotransmitter denilen kimyasallarla açıklamaya çalışıyor. Nörotransmitterler, beyin hücreleri arasında iletişimi sağlayan kimyasal maddeler. Depresyonun biyolojisinin açıklanmasında işe yarayan bu maddeler özellikle beynin ödül merkezi ile ilişkilendirilmiş gibi görünüyor.
Nöronlar arasında sinyalleri taşıyan nörotransmitterler ve kimi hormonlar, kalbe çarpması, akciğere nefes alması, mideye sindirmesi talimatlarını gönderiyor. Aynı zamanda bunlar ruhsal modumuza, uyku, konsantrasyon gibi davranış mekanizmamıza etki ediyor. Nörotransmitterlerin seviyesindeki değişim, beyin fonksiyonlarının eksik ya da yetersiz çalışmasına sebep oluyor.
‘SEROTONİNİ ARTTIR MUTLU OL’
Duygularla ilgili beyin bölümü limbik sistem. Limbik sistem içerisinde yer alan ödül merkezi olarak bilinen nucleus accumbens, dopamin tarafından aktive ediliyor. Dopamin mutluluğu, enerjik kalmamızı sağlayan, dikkati ve konsantrasyonu arttıran bir kimyasal. Dopaminin beyindeki etkileri, 1950’lerde kullanılan ve saykodelik bir madde olan LSD’nin nörobilim araştırmalarında kullanılması ile fark edilmiş. Halüsinojenik etkileri olan ve şiddetli bağımlılık yapan LSD’nin preforontal cortexte dopamin artışı yaptığı görülmüş. Prefrontal cortex insanı insan yapan diyebileceğimiz bir bölge. Dil ve bilgiişlem gibi yüksek işlevli görevlerden sorumlu. Karar almaktan, yapıp ettiklerimizi değerlendirmekten, muhakeme etmekten, problem çözmekten, sosyal ortamlardaki davranışlardan, vicdandan, ahlaktan sorumlu bölge. LSD’nin dopamin artışı ile halüsinasyon yapıcı etkisi, şizofreninin nörokimyasal nedenlerinin anlaşılmasını sağlamış. Mutluluk, konsantrasyon, dikkat sağlayan dopamin fazlalığında halüsinasyonlar görülür. Şizofreni tedavisinde kullanılan ilaçların hedefi de bu dopamin düzeyini azaltmaktır.
Ancak dopamin sadece burada etki göstermez, hareket sistemi ve süt salgılamayı sağlayan prolaktin hormonunun salgılanmasında da yeri vardır. Parkinson hastalığı hareket sistemindeki dopamin azlığından oluşur mesela. Dopaminin hem birçok alt grubu hem etkilediği birçok bölge var. O nedenle artış azalış gibi bir niceliksel tanımlamadan fazlasını hak eder. Ayrıca serotonin ile de ilişkisi vardır.
Konumuz şizofreni değil mutluluk olduğu için ödül merkezine konsantre olacağız. Demem o ki bir nörotransmitter ve beyin bölgesini tariflemek gerekli, ancak yeterli değil. Beyin bölgeleri ve etkileyen nörotransmitterler arasında çok yönlü bir ilişki var ve nedensellik kurmaktan ziyade ilişkisellik üzerine kafa yormak daha makul görünüyor.
Ödül merkezinin güçlü uyarıcısı dopamin, bağımlılıklarda da yeri olan bir kimyasal. Hedonistik mutluluğu en kısa ve kolay yoldan elde etmek üzere dışarıdan alınan maddeler ile nucleus accumbens uyarılıyor ve haz alınmış oluyor. Ancak bu sürdürülebilir değil. Farelerle yapılan bir deneyde, farelerin ödül merkezini uyaran bir buton yapılmış ve fareye öğretilmiş. Yalnız başına bir kafese konulan fare sürekli bu butona basarak, yani ödül merkezini uyararak, yani sürekli dopamin deşarjı yaparak yemeden içmeden kesilmiş ve ölmüş. Bağımlılıkların kökünde de böyle bir mekanizma var. Sürekli haz almak için sürekli uyarı ve her seferinde daha fazlasına ihtiyaç oluyor. Ancak beyin duruma adapte oluyor ve aynı miktardaki dopamin yeterli olmuyor. Hedonistik adaptasyon denilen mekanizma, elde etmekten mutlu olunan durum gerçekleştirildikten bir süre sonra bu duruma adapte olunduğunu ve eski mutluluk seviyesine dönüldüğünü açıklıyor. Dopamin, ödül odaklı davranış ve haz arayışından sorumludur. Açken yemek yemek, bir sınavı geçmek, bir başarı kazanmak gibi…
Serotonin mutluluk sağladığı düşünülen diğer bir nörotransmitter. Depresyonla ilgili araştırmalarda serotonin ismine sık sık rastlamak mümkün. Serotonin azlığının depresyon ve anksiyete ile ilişkili olduğu görülmüş. Serotonin azaldığı için mi depresyon oluyor, depresyon olduğu için mi serotonin azalıyor; şu anki bilgilerimiz için bir kesinlikten söz edilemez. Ancak bu ilişki üzerinden antidepresan ve anksiyete giderci ilaçlar kullanılmaktadır. Depresyonun farmakolojik tedavisinde sinir hücrelerinin birleşim yerleri olan sinapslarda serotonin daha uzun süre kalmasını saplayacak, serotoninin geri alımını engelleyen ilaçlar verilerek, depresif kişilerin daha mutlu olması sağlanmaya çalışılıyor. Bu noktada şunu gözden kaçırmamak gerekiyor; eğer serotonin insanı mutlu eden tek molekül olsaydı, söz konusu maddeler-ilaçlar herkeste işe yarardı. Ancak “Mutlu insan” üretebilecek tek bir formül, herkese uyacak tek bir yaklaşım bulunmuyor.
Yeni trend “Serotonini arttır mutlu ol” mottoları ile yola çıkan ve “Şunu yemelisin” diyen gurular. Serotonin, triptofan aminoasitinden üretiliyor. Bu bilgiyi kullanarak triptofandan zengin besinlerin tüketilmesini öneren, “Beyinde ararken barsakta buldum” diyenler son günlerde çok moda. Eğer serotonin mutluluk veriyorsa ve triptofan aminoasitinden üretiliyorsa dışardan triptofan almak mantıklı gibi görünüyor. Ancak dışarıdan triptofan verilerek yapılan çalışmalar da hüzünle bitmiş. Dışarıdan alınan triptofanın nörotoksik olduğu yani sinir hücreleri üzerine yıkıcı etki gösterdiği belirlenmiş. Demek ki başka bir mekanizma var; triptofan ne hâllere giriyor, hangi şartlarda serotonin oluşturuyor, mideden kan beyin bariyerini geçme durumları net değil. Tabiki triptafan içeren muz yemek sağlıklı ve keyifli ancak bugünkü bilgiler ile “Muz yeki mutlu ol” söylemi çok da yerinde görünmüyor. Muz ye tabii, ama mutluluk garantisi ile değil.
KAYGI ÖNLEYİCİ GABA
Yeni çalışmalar, serotoninin, sabır ve azimle de ilişkili olduğunu söylüyor. Şükretmenin ve karar vermenin de serotonini arttırdığı üzerine çalışmalar var. Karar vermenin kişiyi rahatlattığı biliniyor. En kötü karar bile kararsızlıktan iyidir diye bir söz bile var. Karar vermek, problemleri çözmek için çaba harcamak insanları sakinleştiriyor. Tabii mükemmel kararı vereceğim, diye debelenmek tersine kortizolü, stresi arttırıyor. Yeterince iyi bir karar yeterli. Karar vermek, hedef belirlemek ya da niyetlenmek olsun, hepsi de benzer sinir devresini çalıştırıyor ve prefrontal cortexi pozitif olarak etkiliyor, endişe ve kaygıyı azaltıyor. Karar vermek ayrıca kişiyi negatif rutinlere ve etkilere sürükleyen striatum etkisini de azaltıyor.
Bilim insanları serotoninin varlığının kendine güven konusunda kilit bir öneme sahip olduğunu söylüyor. Serotonin kabul görmek, kendimizi gerçekleştirmek, benlik saygımızla da ilgili. Hepimizin başkaları tarafından kabul gördüğünü, sevildiğini hissetmeye ihtiyacı var. Reddedilmek, beyinde kemik kırığı kadar ciddi bir acı yaratıyor. Bu nedenle kurulan ilişkiler, beynin mutluluk algısı açısından büyük öneme sahip.
Stres hormonu olarak da bilinen kortizol olası bir tehlikeye ya da tehlike algısına tepki vermek üzere salgılanır. Aşırı miktarda ve uzun süreli salgılandığında beynin hipokampus bölümünde önce geçici, sonra kalıcı hasar oluşturur. Böylece bellek zayıflaması, öfke, ağlamalar, depresif ruh hâli ortaya çıkar. Her duygu, hepimizde zaman zaman yaşanır ve makul bir süre sonra sağlıklı bir zihin, bu duygudan çıkar. Ancak zihnin zindanları içine sıkışmış, hiçbir hayati tehlike veya tehdit olmadığı hâlde sürekli yoğun stres, endişe, kaygı, korku gibi olumsuz duygular içinde olan kişiler, bu duyguları oluşturan hormonlarla vücut sistemine zarar vermeye başlar.
Kaygı önleyici GABA, nöronların ateşlenmesini yavaşlatarak sakinlik hissi yaratan bir nörotransmitter. Benzodiazepin diye bilinen anksiyete giderici ilaçlar temelde GABA üzerinden etki ediyor. Yoga ve gevşeme egzersizleri de GABA’nın artışına katkıda bulunuyor ve sakinleşmeyi, anksiyeteyi azaltmayı sağlıyor.
Enerji molekülü olarak da bilinen adrenalin, kalp hızında kan basıncında artışı sağlar. Canlandırıcı, heyecanlandırıcıdır. Heyecanlanınca, korkunca, tehlike anında salgılanan bir nörotransmitterdir. Risk almayı sağlar ya da riskli durumlarda salgılanır. Tehlike anında savaş ya da kaç mekanizmasında yeri olduğu gibi, atağa geçirici, canlandırıcı, heyecanlandırıcı etkisi vardır. Fiziksel acıyı maskeleyen, vücudun ürettiği doğal bir ağrı kesici olan endorfinin de mutluluk üzerine etkisi var. Direkt mutluluğu sağlamıyor ama acıyı azaltarak kolaylaştırıyor. Spor yapınca, açık havada dolaşınca, hareket edince kendimizi iyi hissetmemizin nedeni endorfin salgılanmış olması.
Son yıllarda üzerinde çok çalışılmakta olan başka bir hormon oksitosin. Bebeğin doğumunu sağlayan oksitosin anne ile bebek arasında bağ kurulmasını da sağlıyor. Birine iyilik yapmak, sevdiklerine sarılmak, bir grupla hareket etmek, bir yere ait olmak, şefkat ve merhametle ilişkili hormon bu. Oksitosin dopaminin iniş çıkışlarını beynimizde istikrarlı ve sürdürülebilir bir tatmin duygusu yaratarak dengeler, ileriye dönük amaçlarda yeri vardır. Yararları bununla sınırlı değil; stresi azaltır, depresyonu önler, acıları dindirir, iyileşmeyi sağlar.
HEDONİSTİK VE EUDAİMONİC MUTLULUK
Hem felsefi olarak hem pratikte mutluluğun iki karşılığı var: Hedonistik ve eudaimonic mutluluk. En temel fizyolojik ihtiyaçların karşılanması hedonistik mutluluk sağlar, haz da diyebiliriz buna. Bu durum insanların iştahını ve arzularını tatmin eder. Nörolojik ödül değerliliği daha yüksek ve çabuk görünüyor. Gerekli ama yeterli değil. Eudaimonic mutluluk kişinin yaşam amaçlarına ulaşması, kendini görmek istediği yerde olması, potansiyelini ortaya çıkarması, hayatın anlamı, iyilik, adalet, merhamet gibi kavramlarla ilişkili. Daha uzun bir ömre sahip. Bu durumda tatsız deneyimleri de tolere etmek gerekir. Kabaca söylersek dopamin, hedonistik mutlulukla ilişkili gibi; dopamin ve oksitosin ise eudaimonic mutlulukla ilişkili gibi.
“Mutluluk beden için faydalıdır, ancak zihinsel güçleri geliştiren kederdir.”
Marcel Proust
Çağımızda ve mutluluk endüstrisinin pompaladığı “Her an mutlu ol, her an iyi ol aman kötü hissetme” döneminde sanki sürekli mutlu olmamız gerekiyor gibi bir algı var. Ve uzayıp giden mutluluk reçeteleri… Mutluluğu hedeflemek de kendi başına sıkıntılı görünüyor. Biliyoruz ki her duygunun bir adaptif tarafı ve süresi var. Mutluluk diye bir hedef tarifleyince, zenginlik gibi, onu elde etmek için çaba harcamalıyım, şöyle şöyle yapmalıyım, diye bir durum ortaya çıkıyor.
Mutluluğu bir hedef olarak koymaktansa iyi bir yaşam için bilinçli olarak yaptığımız aktiviteler ve seçimler bize zaten mutluluk deneyimini yaşatacaktır. Üzüntü, öfke, korku gibi olumsuz duyguları, olumlu duygularımız gibi, örneğin neşemizi kabul ettiğimiz gibi kabul etmedikçe gelişim göstermemiz zordur.
Sürekli mutlu olmak, aynı duygu seviyesinde kalmak ve devamlı bunları amaçlamak gerçekçi değildir. Her duygunun bir işlevi var. Korku duygusuyla yeri geldiğinde kendimizi koruruz, üzüntü duyduğumuzda bazı şeylerin önemini anlarız. Mutluluk gerçekte olumlu ve olumsuz duygularımız arasında denge kurmayla, onları etkili bir şekilde düzenlemekle gelir.
İnsan biyopsiko sosyokültürel ve hatta spritüel bir canlı. İnsana dair duyguları tariflemek için bu katmanların sadece biriyle yaklaşmak indirgemeci olur. Biyolojik varlık; yiyecek, içecek, uyuyacak üreyecek. Psikolojik varlık; yapıp ettikleri için savunmalar bulacak, baş etme yöntemleri geliştirecek ve bir de kişisel özellikleri var. Sosyolojik varlık; sosyal olaylardan etkilenecek. Kültürel varlık; içinde bulunduğu kültürden ve kodlarından etkilenecek, etiketlenecek, bir yol ve yer bulacak. Ve spritüel varlık yani anlam arayacak. Kendine dünyaya yapıp ettiklerine anlam arayacak, bir şeylere inanacak. İster nörolojik, ister psikolojik, ister teolojik ne kadar açıklamaya tariflemeye çalışsak da eksik bir alan kalacak.
Mutluluk hakkında bilimsel bir araştırma yapmak, bu konunun öznel doğası gereği oldukça zor. Nörobilim uzmanlarının bu konuda bildiği şey, belli bir moleküler seviyede mutluluk hissinin birçok nöro-kimyasal ile bağlantılı olduğu ve duyguların tek bir cevaptan ziyade, birçok cevabın toplamını ifade ettikleri. Her duygu değişken ve kompleks yapıdadır. Duyguyu ortaya çıkartan uyaran, ya organizmanın çevreyle etkileşimi sonucu dışarıdan bir obje ya da durumun reprezantasyonu veya bir anının hatırlanması veya iç ortam değişikliğini yansıtan bir durum olabilir.
Mevzuya huzur diye bakarsak, peaceful yani barış içinde olmak anlamlarına gelir bu. Yalnız yaşayan canlılar olmadığımıza göre, sen olmayan ötekine göre kendini konumlandırmak gibi bir durumumuz var. Yani bir kişiye, bir duruma, canlılara, doğaya, evrene göre kendini konumlandırmak, ötekini yok saymamak, barışçıl bir ilişki içinde olmak, ilişki içinde olurken de var olmayı becerebilmektir belki tüm mesele. Bir şey yaparak mutlu olmak değil, önce kendiyle barış içinde olarak var olmaya çalışmak.
Hira Selma KALKAN – Psikiyatrist Yazar
Copyright © Tüm hakları saklıdır. Merjam.com – Copyright 2021 | Codlio
3D tasarım ajansı
Bir cevap yazın