Bu haberi arkadaşlarınla hemen paylaş!
Modern zamanlarda eğitim alanındaki tüm çabalara rağmen Prometeci görüş Türk insanı tarafından Batı’daki anlamıyla içselleştirilmemiş, özümsenmemiş, Türk sanatı ve Türk insanı dıştan dayatılan bu karamsar ve gerilimli hayat üslubunu hep kusmuştur.
Mutluluğun kaynağı sevgi, vefa, dostluk, diğergamlık, sabır, affetmek ve güçlü aile bağları olarak resmedilirdi eski Türk filmlerinde. O zamanlar tıpkı hayatımızda da olduğu gibi… Dahası en acıklı filmler bile mutlu sonla biterdi. Niye böyleydi peki? Gelin hep birlikte bakalım.
Işıklar sönüp o koca perdedeki “Hikâye” başladığında izlediğimiz şey en çok duygularımıza hitap eder… Yönetmen eğer kişisel ve çok kendine dönük bir film çekmediyse, ne kadar usta bir sinemacı olduğunu ispatlamak gibi bir derdi yoksa ortalama iki saat boyunca seyircinin heyecan, korku, üzüntü, merak, gerilim gibi pek çok duygu durumuna oynar. İşin matematiğine uygun hareket edildiğinde tüm bunları yapmak hiç zor değildir. “Gişe” filmleri tam da bu amaca hizmet eder. Farklı yaş grubu, sosyal statü, cinsiyet, toplumsal yapıdan olmamıza rağmen aynı salonda bir araya gelip güdülenmiş gibi aynı anda ağlar, güler, şaşırır, öfkeleniriz… Sinemanın büyüsü mü, pek değil. Dedim ya tamamen matematik.
Ama bazen bu türden bir eğlencelik olmanın ötesinde bir şeye de yol açar izlediğiniz hikâye. Film bittiğinde hafiflemiş hissedersiniz, bir sahne takılı kalır aklınıza, olur olmaz hatırlayıp gülersiniz kendi kendinize yahut iyi gelen bir dost sohbetinin yürekte bıraktığı ferahlıkla çıkarsınız salondan. Bir süre peşiniz sıra gelir o mutluluk hissi.
Mustafa Kutlu’nun aynı adı taşıyan eserinden Osman Sınav’ın ustalıkla sinemaya uyarladığı Uzun Hikâye’yi izlediğimde böyle olmuştu mesela. Bulgar Ali’nin hayatından eksilmeyen zorluklara rağmen hiç kaybetmediği iyimserliği, sevdalısı ve hayat arkadaşı Münire’ye olan derin aşkı, Münire’nin de Ali’ye karşı aynı ölçüde, beklentisizce, saf ve gerçek sevdası, sınandıkları bütün sınavları birbirlerine dayanarak atlatmaları ve yokluklar içindeki bir hayatı güllük gülistanlık masalsı bir dünyaya çevirmeleri, pamuk gibi yapmıştı kalbimi. Mutluluğu ne çok şeye bağladığımızı ve ne çok yanıldığımızı söylüyordu film usulca; kıymetinizi bilin birbirinizin diyordu. Gencecikken kendisine kaçan Münire’yi gönlünden geçtiği gibi yaşatamadığı için mahcuptur Ali. Üzüntüsünü dile getirdiğinde “Paltolar, ayakkabılar eskir; benim âşık olduğum… Sen eskime!” der Münire. Mutluluğun resmi donar kalır o an gözünüzün önünde. Kaç kadın hayata böyle bakabilir? Kaç erkek böylesi bir mahcubiyetle boynunu büker sevdiğinin önünde? Şimdilerde yok denecek kadar az. Ama bizden önceki kuşaklar tevekkül ve teslimiyetle bakardı hayata. Sahip olamadıkları yüzünden depresyona girmek yerine ne çok şeye sahip olduğunu düşünüp şükürle geçerdi ömürleri.
Hatırlayın, 1960’ların sonu ve 1970’lerdeki Yeşilçam filmlerinde ne çok karşımıza çıkar bu mütevekkil hayat anlayışı. Küçük hayatlarında mutlu olan insanlara karşılık zenginlerin alabildiğine gösterişli ama mutsuz hayatları yansırdı o dönem melodramlara.
KÜÇÜK HAYATLARDAKİ İNCE ŞİİRİYET
Mutluluğun kaynağı sevgi, vefa, dostluk, diğergamlık, sabır, affetmek ve güçlü aile bağları olarak resmedilirdi eski Türk filmlerinde. O zamanlar tıpkı hayatımızda da olduğu gibi… Dahası en acıklı filmler bile mutlu sonla biterdi. Niye böyleydi peki? Çünkü seyirciye endeksli bir yapısı vardı o dönem Yeşilçam’ın. Bölge işletmecileri yatırım yapacakları hikâyeleri seyircilerin ilgisi ve beğenisine göre belirlerdi. Seyirci “İyilik”ten yana koyardı tavrını, fakir kızın zengin oğlana ders verdiği, zengin kızın fakir oğlanın onurlu duruşuyla muma döndüğü, Türkan Şoray’ın Kadir İnanır’a, Hülya Koçyiğit’in Ediz Hun’a yakıştırıldığı filmler izlemek isterdi, ancak o filmlerde dolup taşardı salonlar.
Marksist sinemacılar için bu durumu anlamak hiç kolay değildi. Onların devrim hayalleriyle dönüştürmek için çabaladığı toplum, aidiyetlerine öyle sıkı sıkıya bağlıydı ki Batı icadı sinemayı bile kendi kalıbına oturtmuştu. Bundan dolayı mitoloji kökenli Kahramanın Sonsuz Yolculuğu, bizim sinemamızda karşılık bulmuyordu. 1980’lerde boy gösteren “Bunalım filmleri” o yüzden sinemayla arası açılan seyirciyi hepten kaçırmıştı sinema salonlarından.
Ayşe Şasa'da gençlik yıllarında Türk sinemasında bize özgü bir anlatı tercihinin bu kadar baskın oluşuna şaşıran isimlerden biriydi. Sol sinema çevrelerinde senaryolar yazdığı dönemde nasıl bir bakış açısına sahip olduğunu Yeşilçam Günlüğü’nde anlatırken bu ezberinin bozulmasında Bülent Oran’ın etkisinden de etraflıca söz eder. Taban tabana zıt kutuplarda olduğu, hatta kendisine rakip ve düşman gibi gördüğü Bülent Oran, baştan beri sözünü ettiğim Türk sinemasındaki mutlu sonların mimarlarındandır ve Yeşilçam’ın en üretken senaristidir.
Şöyle tarif eder Ayşe Şasa, sevgili eşini Yeşilçam Günlüğü’nde:
“Kendisi Osmanlı kökenli, oldukça aristokrat bir aileden gelmektedir. On sekiz yaşında hürriyeti seçerek bir bez fabrikasında işçiliğe başlamıştır. Yine o dönemde bir süre gecekonduda yaşamayı denemiştir. Kitsch’e olan tutkusu işte bu dönemde perçinlenir. Halkla derin bir sevgi ve özdeşlik bağı kurmuştur; dünyaya bu insanların gözüyle bakmak, onların kederiyle kederlenmek, onların neşesiyle neşelenmek ona derin bir yaşama sevinci ve yaşama fantezisi katmıştır. Bu hayatta ince bir şiiriyet bulmuştur. Bu noktada Bülent hep önemli bulduğu üç unsuru vurgular; Kanaatkârlık, tevekkül, irfan. Plastik bir dantel taklidinin dantelin aslına sahip olmayan, olmayı da amaçlamayan halkın insanının ruhunda uyandırdığı yaşama sevincine ve doyuma derin bir yatkınlık duyar. Gecekonduda kaba, uydurma bir masada içilen bir bardak çayın, tadılan bir lokma pilakinin zevkini bütün ayrıntılarıyla tarife çalışır.”
TRAJEDİYE DİRENEN DRAM ANLAYIŞI
Geçmişte ait olduğu çevrenin arazlarını da Bülent Oran’ın şu cümleleriyle nakleder Yeşilçam Günlüğü’nde Ayşe Şasa:
“Yeşilçam’ın ‘Solcu’ sinemacıları, halka hep tepeden ve dışarıdan bakarlar. Hiçbir zaman onun gelenekselliğini, tevekkülünü, kanaatkârlığını, irfanını kavrayamadıkları için onun bakış açısındaki rahatlığı ve iyimserliği, bu iyimserliğin temelinde yatan ince bir yaşama sanatını da idrak edemezler. Kaderciliğin arkasındaki büyük ve geniş yaşantı felsefesini, irfanı, bu felsefenin soyluluğunu ve insancıllığını asla deşmelerine imkân yoktur. Yeşilçam’ın solcu sinemacıları ellerindeki peşin reçetelere göre dünyayı değiştirmeye sıvanmışlardır. Bakışları karamsardır. Resmettikleri dünya karamsardır. Dünya durumu konusundaki karamsar bakışlarını filmlerinin her kesimine sindirmeye çalışıyor; bunun halka ne kadar ters düştüğünü anlamıyorlardı.”
Ayşe Şasa yaşadığı manevi dönüşümle birlikte artık çok farklı bir noktadan bakmaktadır o güne kadar inandığı pek çok şeye. Sinema konusunda da geçmişteki soru işaretleri artık cevabını bulmuştur:
“Bizim sinemamız tâ başından ve bütün evrimi boyunca çok bilinçsiz, çok belli belirsiz de olsa içinde doğduğumuz medeniyet dairesinin, İslam âleminin geleneksel kâinat anlayışının klasik çizgisini yani hayat karşısında trajik olmayan bir dram ve sanat anlayışını yansıtmıştır. İnsanın kendi, diğer insanlar ve kâinat ile uyanık bir uyum içinde olmasını, kader karşısında tevekkülü beraberinde taşıyan bu çizgi bize Batı’dan modern zamanlarda gelen Prometeci görüşten her zaman daha derin ve baskın olmuştur. Bilindiği gibi Prometeci görüş -ki Marksizm onun modern bir uzantısıdır- insanın kendi, öteki ve kâinat ile sürekli çatışmasını içerir. Batı insanı için çatışmadan ilerlemenin, hatta çatışmadan yaşamanın olanağı yoktur. Çatışmayı, gerilimi Batı insanı hem kişisel hem toplumsal bir üslup olarak alabildiğine içselleştirmiştir. Kader karşısındaki ‘Asiliği’ âdeta doğallaşmıştır.
Modern zamanlarda eğitim alanındaki tüm çabalara rağmen Prometeci görüş Türk insanı tarafından Batı’daki anlamıyla içselleştirilmemiş, özümsenmemiş, Türk sanatı ve Türk insanı dıştan dayatılan bu karamsar ve gerilimli hayat üslubunu hep kusmuştur.
Eşim Bülent Oran’ı, onun temsil ettiği geleneksel hayat anlayışının, bütün zorlamalara ve eleştirilere rağmen Yeşilçam’dan asla kovulmayışının nedenini şimdi çok daha derinlerde arıyorum. Kaynağını masaldan, halk hikâyesinden alan trajik olmayan yerli hayat görüşü, Batı sineması ve Batılı yaşam tarzı ile gelen Prometeci trajik eğilimleri, kendi ana eksenini bozmadan eğip bükmüş, trajediye direnen bir dram anlayışı oluşturmuştur.”
SANATINIZ SİZİN OLSUN VERİN MUTLU SONLARIMIZI
Yeşilçam melodramı yerli halk masalı ile Batılı dramın garip bir karışımı, trajik olmayan bir dram türüdür Ayşe Şasa’ya göre. Ve şöyle devam eder Şasa:
“Bülent Oran’ın deyimiyle bizim mutsuz sonlarımız bile mutludur. Çünkü filmin sonunda birbirini seven kahramanların ikisi birden ölünce, seyirci bilir ki kişiler ‘Ahrette yeniden buluşacaklardır’. Bizim yerli filmlerin öykülerindeki arabesk sarkmalar, bu açıdan aslında ‘Son’ tanımazlar. Tâbi olduğu tüm kültürel baskılara ve erozyona rağmen geleneksel kültürümüzde onca güçlü olan ezel ve ebed duygusunu bizim insanımız kaybetmemekte, bu anlamda hayata ‘Son’ tanımamaktadır. Eşim Bülent Oran’ın sinema tarihine sadece bir senaryo rekortmeni ya da basit anlamıyla popülist bir profesyonel olarak geçmesi, bize has bir dramaturjinin künhüne ulaşmamayı içerecektir. Sinemaya girdiğinde Yunan trajedilerini yerli filmlere uygulama gayretine düşen benim gibilere kıyasla Bülent Oran, elbette daha orijinaldir.”
Bugün Yeşilçam geleneğine yaslanan, hâlâ oradan beslenen az sayıda yönetmen var. 1990 ve 2000’ler sonrası ilk filmlerini çekmeye başlayan yeni jenerasyon çoğunlukla Yeşilçam’a miadını doldurmuş bir dönem olarak bakmayı tercih etti. Kimi Rus sinemasına öykündü, kimi Fransızlara. Adı Türk ama bakışı, algısı, anlam dünyası, kodları bu topraklara ait olmayan yönetmenler bireysel sinema dillerini oluşturup “Evrensel” yapımlara imza atarak uluslararası festivallerde önemli ödüller almaya başladılar. Ancak ne yazık ki Yeşilçam’ın seyirci ile kurduğu o sıcak bağı kurmakta hiç de başarılı olamadılar. Çünkü tıpkı 1960’lardaki Marksist sinemacılar kuşağı gibi batının trajedi anlayışına ve sinema diline biat edip hikâyelerini kendi özgün bakışlarıyla perdeye yansıtmaktan imtina ettiler. Bu yüzden her yıl yüzü aşkın sayıda sinema filmi çekilse de seyirci pek çoğuna dönüp bakmıyor; ünsiyet kuracağı, tevekkül ve teslimiyetle örülmüş, “Mutlu son”la biten anlatıları tercih ediyor. Son derece ağır dram barındıran Müslüm filminin altı haftada beş buçuk milyon seyirci çekmesi başka ne ile açıklanabilir ki?
Gülcan TEZCAN – Gazeteci
Copyright © Tüm hakları saklıdır. Merjam.com – Copyright 2021 | Codlio
3D tasarım ajansı