Bu haberi arkadaşlarınla hemen paylaş!
Süleymaniye’nin yokuşlarını çıkmak zor, inmek kolaydır. Zira çıkarken oflayıp puflamaktan fark etmediğiniz pek çok güzelliği dönüş yolunda keşfedersiniz. Vefa Lisesi’nin tam karşısındaki Hermes Kafe’yi ben de aynı böyle bir dönüş yolunda fark ettim. İki inşaatın arasında kaldığı için dikkatli bakmazsanız göremeyeceğiniz bir mekân burası. Ahşap dış kapı, şantiye soğukluğunu hemencecik dağıtıyor ve sizi kitapların sıcaklığına buyur ediyor.
Tramvayın Sirkeci durağında inip Gülhane, Sultanahmet, Çemberlitaş, Beyazıt hattını adımlayarak üniversitenin yanından Süleymaniye’ye doğru kıvrıldınız. Biraz yoruldunuz ama tarihî yarımada turunu Mimar Sinan’ın bu muhteşem eserini ziyaret etmeden bitirmeye de gönlünüz elvermez biliyorum. Süleymaniye’nin yokuşlarını çıkmaz zor, inmek kolaydır. Zira çıkarken oflayıp puflamaktan fark etmediğiniz pek çok güzelliği dönüş yolunda keşfedersiniz. Vefa Lisesi’nin tam karşısındaki Hermes Kafe’yi ben de aynı böyle bir dönüş yolunda fark ettim. İki inşaatın arasında kaldığı için dikkatli bakmazsanız göremeyeceğiniz bir mekân burası. Ahşap dış kapı, şantiye soğukluğunu hemencecik dağıtıyor ve sizi kitapların sıcaklığına buyur ediyor. Sağlı sollu kitap raflarıyla bezenmiş bir holden geçerek giriyoruz kafeye. Yer bulursak ne âlâ… Çünkü öğrenciler sabahın erken saatlerinden akşama kadar burayı hiç boş bırakmıyor desek yeridir. Dekorasyonu sade, şatafattan, gereksiz süslerden uzak. Tam öğrenci işi yani. Laf aramızda menüsü de tam öğrenci bütçesine göre.
Atiça
Neyse ki bir kitaplığın yanında bir masa boşalıyor, hemen geçip oturuyorum. Bir şey isteyip istemediğimi soruyorlar: “Hermes… Neden kafenizin adını Hermes koydunuz?” Bu soruya artık alışmış olmalı ki, delikanlı hiç tereddüt etmeden başlıyor anlatmaya: “Hermes kelimesi Süryanicede âlim anlamına geliyormuş. Rivayete göre Hermes, hikmetin kaybolmasından korktuğu için piramitler inşa ettirmiş ve gelecekte insanlar için bütün ilimlerin formüllerini de duvarlara kazımış.”
Bir çırpıda bu cevapları almak hoşuma gitti. O halde dedim, bu formülleri ararken bir acı kahvenizi içerim. Kahve ocakta pişedursun, önlerinde notlar, kitaplar, fotokopiler harıl harıl vize sınavlarına çalışan öğrencilerin uğultusuna karışıyor İncesaz’ın melodileri. Buranın diğer kitap kafelerden farkını hemen söyleyeyim: Kitaplar, tıpkı bir kütüphanede olduğu gibi, konularına göre sınıflandırılmışlar. Yani bir rafta Batı klasikleri, diğer bir rafta psikoloji, başka bir rafta felsefe, ötekinde tarih… Bu şekilde yanlış saymadıysam sekiz adet raf bulunuyor. Siz ilginize göre, ya da o gün canınız hangi konuda okumak istiyorsa doğruca o rafa yöneliyorsunuz.
Bu kitapların hepsi de birinci dereceden kaynak olarak kullanılabilecek, ilgili alanların sayılı kaynaklarından… Yani bu demektir ki, ciddi bir kütüphane ile karşı karşıyayız. Sadece dekor olsun diye, “kahve-kitap” konseptiyle fotoğraf çektirilip instagrama atılsın diye oluşturulmamış. Kitapların pek çoğunun altı çizilmiş, kenarlarına notlar alınmış. Belli ki iyi bir okur tarafından buraya bağışlanmış ya da satılmış. Diğer kitap kafelerde pek rastlamadığım bir başka dikkat çeken özellik ise hatırısayılır miktarda bulunan edebiyat dergilerinin eski sayıları. O sararmış sayfaların arasına dalıp zamanın nasıl geçtiğini unutmuşum. Bu arada başınıza sürekli bir garson dikilip “bir isteğiniz var mı?” şeklinde sorularla rahatsız etmiyor. Önünüzde çayınız, ya da benim gibi kahveniz- kitabınızla saatlerce oturabilirsiniz. Yalnız yoğunluk bazı saatler had safhada olduğu için serviste bazı gecikmeler yaşanabildiğini de belirteyim.
İyice soğuyan kahvemden son bir yudum alıp kalktım. Kasaya doğru yaklaştım. Az önce bana Hermes’i anlatan delikanlı, “Abi, siz gazeteci falan mısınız?” dedi. Gülümsedim, “Hayır, sadece kitap kafeleri çok seven biriyim” dedim. Umarım bu sade güzelliği bozmasınız, diye de ilave ettim. Paranın üstünü alırken kasanın etrafında sıralanmış fanzinlere çarptı gözüm. Öğrencilerin binbir heyecanla hazırladıkları, şiirlerini, öykülerini yayımladıkları fotokopiyle çoğalttıkları dergiler… Hepsinden birer tane alıp attım heybeme, çıktım dışarı. Sola dönüp Şehzadebaşı Camii’ne doğru yürümeye başladım.
Eee, yazı bitti, başlık havada kaldı diyorsunuz değil mi? Kafeden çıkıp 100-150 metre yürüdükte Şehzade Camii’nin Vezneciler’e bakan dış avlu duvarının köşesinde durdum. İşte tam buradaki yeşil sütun Osmanlı döneminde İstanbul’un ortası kabul ediliyormuş.
İnanmadınız mı? Siz bilirsiniz. Nasreddin Hoca’nın dediği gibi, inanmayan metreyle ölçsün!
Copyright © Tüm hakları saklıdır. Merjam.com – Copyright 2021 | Codlio
3D tasarım ajansı