Bu haberi arkadaşlarınla hemen paylaş!
Şeceretüd-Dür, Raziyye, Türkan Hatun, Padişah Hatun, Ebeş Hatun, Devlet Hatun... Müslüman kadına, İslâm tarihi içinden bakan bu sultanlar, ister iyi isterse kötü yönetmiş olsunlar; kadın hakları, kadının siyaset yapması ve hükmetmesi gibi konularda “Batı’ya” bakmak zorunda olmadığımızı hatırlatıyorlar.
2007’nin Aralık ayında, Benazir Butto’nun suikast sonucu ölümünden sonra hakkında yazılan yazılarda hep şu ifadeler yer aldı: “O İslâm dünyasının ilk kadın devlet başkanıydı.” “Benazir Butto bir İslâm devletinde yöneticilik yapabilmiş ilk kadındı.”
Bu ifadenin bir açık, bir de gizliden söylediği iki şey var.
Bu yargı, üstü kapalı olarak Batılı seküler demokrasilerde siyasal ortamın kadın başbakanlardan ve başkanlardan geçilmediği gibi bir yanılsama yaratıyor. Oysa şimdiye kadar hiçbir kadın, dünyanın en güçlü ve sözde demokratik değerlerin taşıyıcısı rolünü üstlenmiş ABD’nin başkanlık koltuğuna oturamadı.
Sadece ABD mi? Avrupa dendiğinde aklımıza gelen büyük devletler arasında olan Fransa ve İtalya’nın da bir kadın başbakanı olmadı; Angela Merkel’e kadar Almanya için de durum aynıydı.
Benazir Butto, ‘‘İslâm dünyasının ilk kadın lideriydi” demek, aynı zamanda İslâm dünyasında, gelmiş geçmiş İslâm devletlerinde, yani tarihte, hiç kadın hükümdar olmadı şeklinde bir hüküm içeriyor. Üstelik Hem Batılı modern liberaller hem de topyekûn İslâm dünyası tarafından satın alınan bir hüküm bu.
Acaba öyle mi?
El cevap: Hayır.
Gerçek şu ki İslâm dünyasında, Benazir Butto’dan çok önce güçlü kadınlar, hatta sultanlar olmuştu.
Hayır, sultan veya hükümdarla evli, sultan ya da hükümdarla akraba olmak üzerinden tesis edilmiş bir makamdan/ imtiyazdan bahsetmiyorum.
Hayır, akrabalık ve benzeri yakınlıkları kullanıp, zekâ ve bilgeliğiyle siyasete etki eden kadınlardan da bahsetmiyorum.
Apaçık “Hükümdarlıktan” bahsediyorum.
Adına hutbe okutulan, sikke bastıran kadın hükümdardan…
İslâm devletlerinde politik olarak inisiyatif sahibi olmanın; bir lider olarak teberrüz etmenin göstergeleri, hükümdarın adına hutbe okutulması ve para bastırmadır. Bu iki ölçüyü anmamın nedeni, az sonra bütün kriterleri karşılayan yani kelimenin tam anlamıyla “Hükümdar” olan Müslüman kadınların isimlerini sayacak olmamdan…
IX. Louis’yi Esir Alan Bir Kadındı
Onları hiç duymadık ya da pek azının ismine aşinayız. Nedenini takdir edersiniz…
Çünkü, Müslüman kadın sultanların varlığı İslâm’ı oryantalizmin bakış açısına indirgemiş ve bu dinin kadınlara zulmettiği hükmünü benimsemiş Batılı-Batıcı çağdaşlar içinde, “Kadından halife, imam, yönetici, hükümdar vb. olmaz, olmaması da iyidir” diyen klasik mutaassıpların da hoşuna gidebilecek bir şey değil.
Doğru, hiç kadın halife olmadı, ama melike, ece gibi kavramlar iktidarı kadınlarla paylaşmak konusunda son derece cimri olan Arapların bile aşina olduğu bir şeydi.
Kahire’de, 1250 yılında iktidarı bir askerî şef gibi ele geçiren, Haçlı seferinde Müslümanlara zafer kazandırmış olan Şeceretüd-Dür, bu kadınlar arasında saygıyı ve şöhreti en çok hak edendi.
Benim bu isimden haberdar olmam, Faslı sosyolog Fatima Mernissi sayesinde gerçekleşti. Şeceretüd-Dür, Fransız ordusunu bozguna uğratmış, kralları IX. Louis’yi de esir almış olan, Türk asıllı bir Mısır hükümdarıydı.
En az onun kadar ünlü bir başka kadın sultan ise (1236) Delhi’de uzun yıllar iktidarda kalan Raziyye Sultan’dı. Yine Şeceretüd-Dür gibi Türk kökenli olan Raziyye Sultan’ın gelip geçtiği yer Pencap’tan çok da uzak değildi. Gelin görün ki Navaz Şerif, 1988’de Butto seçimleri kazandığında, “Tövbe, tövbe, bir İslâm devleti hiçbir zaman bir kadın tarafından yönetilmedi.” diyebilmişti. Oysa Raziyye Sultan, İbni Batuta’nın da anlattığı gibi mutlak bir otoriteyle dört yıl saltanat sürdü, erkekler gibi ata bindi, ok ve yay kullandı, halkla yakın temasta bulunmaya özen gösterdi, çarşıları gezip şikâyetleri dinledi. Ancak kendisinden daha düşük mevkide birine âşık olduğu için ordunun desteğini kaybetti ve alaşağı edilmesinin nedeni bu oldu.
Fatıma Mernissi, “Birçok Müslüman tarihçi, kadınların siyaset sahnesinde görünmesini, Müslüman dünyasında kıyamet gününün habercisi olarak görmüştür. Şeceretüd-Dür’ün saltanatı da Abbasilerin sonunun ve Bağdat’ın Moğollar tarafından yakılıp yıkılmasının habercisi olmuştur.” diyor.
Bağdat’ın Hanım Sultanları
Moğol istilasından sonra Müslüman devletlerin tahtlarına çıkan kadın sayısında âdeta patlama oldu; hepsi de adlarına cuma hutbesi okutmak ve sikke bastırmak ayrıcalığına sahip oldular.
Kutluk Han hanedanından iki kadın hükümdar olan Türkan Hatun (Kutluk Hatun diye de geçiyor) ve kızı Padişah Hatun (Safeddin Hatun) bunlardan ikisi.
Moğol hükümdarları aşama aşama, kademe kademe Müslümanlığı kabul ettiler; ama kadınlar konusunda ödün vermeye yanaşmadılar. Birçok melike ve prenses, esasında kadına siyaseti yasaklamayan İslâm’ın siyasal olanaklarından Moğollar tarikiyle faydalandılar.
Türkan ve Padişah Hatun’dan sonra, Ebeş Hatun, Devlet Hatun, Satı Bek, çeşitli hanlıklarda Moğol prenslerin onayıyla hükümdarlık yaptılar. İlhanlıların bir kolundan gelen Tendü (Döndü) Bağdat’ta saltanat sürmeyi başaran kadın hükümdarlardan oldu. Bahriye Üçok, Ruslar arasında Hanım Sultan Seyyidovna diye tanınan ve 1679-1681 yılları arasında bir İlhanlı devleti olan Kasem’i yöneten Fatma Begüm isimli bir hanım sultandan daha bahseder; ancak Fatma Mernissi Fatma Begüm’ün “Hutbe okutma-sikke bastırma” kriterlerine uymadığını ileri sürer ve bu dönemdeki kadın hükümdarlar arasında Fatma Begüm’ü almaz.
Tarihe şiddet yanlısı bir insan topluluğu olarak geçen Moğolların siyaset alanında kadınlara bu kadar yer vermesi, bugünün politik doğruculuğu ile çelişebilir. Feminizmin ana akım teorilerinde kadınların siyasette ve yönetimde varlık göstermesi ile daha iyi daha adil bir dünya arasında korelasyon vardır. Daha iyi bir dünya kadınlarla mümkündür. Bu tezin geçerliliği ise Moğolların başladığı yerde bitiyor. Moğollar yakıp yıkan, kendilerinden öncekilerinin eserlerine ve birikimlerine değer vermeyen bir topluluktu; öte yandan kadınların yönetici olmasıyla sorun yaşamayan, kadın erkek ilişkisine daha eşitlikçi bakan bir kültürden geliyorlardı.
İbn-i Batuta Seyahatnamesinden Uzakdoğu’nun Prenseslerine
İslâm dünyasının kapılarını kadın sultanlara açanlar sadece Moğollar değildi hiç kuşkusuz. Sultan Salahaddin Salih Albengali’nin kızı Hatice iktidarda iken yolu Maldivlere düşen gezgin İbn-i Batuta’nın da bu konuda söyleyecek sözü var.
Gezginin bu döneme ilişkin gözlemleri hayranlık ifade eden kelimelerle süslü. “Maldiv adalarının en harika yönlerinden biri de…” diyor, “Hükümdarının kadın oluşu.”
İbn-i Batuta’nın övdüğü Hatice’nin saltanatı otuz üç yıl sürdü. Hatice’den sonra, tahta yine bir kadın çıktı: Meryem (1383). Daha sonra yine bir kadın: Meryem’in kızı Fatma Sultan (1388).
İbn-i Batuta’nın Uzakdoğu seyahatinden yüzyıllar sonra kadınlar Endonezya’da da hükümdar oldular.
17. yüzyılda dört prenses, Açe adlı devlette ardı ardına iktidara geçti. Cayadiningrat hanedanına mensup ve Açe’in 14. hükümdarı olan Kadın Sultan Tac el-Alem Safiyeddin Şah (1641-1675). Ardından Hanım Sultan Nur el-Alem Nakiyeddin (1675-1678). Sonra İnayet Şah Zekiyeted-Din (1678-1688) ve Zeyneddin Kemalat Şah (1688- 1699).
Siyasi rakiplerinin Mekke’den “Müslüman bir kadının devlet yönetmesinin caiz olmayacağını” belirten bir fetva getirmesi bile onları durdurmadı. Görevlerine devam ettiler.
İki Arap Kadın, İki Hükümdar
İslâm Devletlerinde Kadın Hükümdarlar’ın yazarı Bahriye Üçok, devlet yöneten 16 kadın tespit etmiş. İlki 1236’da Delhi’de iktidara gelen Türk asıllı Memlük sultanı Raziyye, sonuncusu ise 1688-1699 yılları arasında Sumatra’da saltanat süren Zeyneddin Kemalat Şah. Üçok, 16 hükümdarın hepsinin Asya kökenli olmasına bakarak (Türk, Moğol, İran, Endonezya, Maldiv adaları ile Hint adalarının İslâm dünyasıdır bu) hiçbir Arap kadınının hükümdar olmadığını söylemekte. Üçok’un yanılgısını Fatima Mernissi düzeltiyor. Mernissi Hanım Sultanlar, adlı kitabında, garip bir şekilde unutulmuş, kimsenin hatırlamadığı iki Arap kadın hükümdardan daha bahsediyor: Yemen’de iktidara gelmiş olan Esma ve Ürve.
Esma ve Ürve, muhtemelen hem kadın hem de Şii oldukları için unutuldular. Ancak ikisinin varlığı bugün, kadın ayrımcılığını bir ırk sorunu gibi ele alan ve “Araplardan tarihin hiçbir döneminde kraliçe çıkmadı, Araplar kadın hükümdarlara da rezil bir olgu gibi baktı.” diyen ve sesi bir din otoritesi kadar gür çıkan Bernard Lewis gibileri yalanlamaya yetiyor. Zira Yemenli tarihçi Abdullah El-Tavr, Melike Ürve’nin saltanat döneminin Yemen tarihine yararlı ve barışçı bir çağ olduğunu açıklıkla belirtiyor.
Sorun şu ki, El-Tavr gibileri için “Bir elin parmakları kadar” benzetmesi bile abartılı kaçabilir. Çünkü, İslâm dünyası Esma ve Ürve’yi hiç tanımıyor, kimi halife ve siyasetçilerin direnişine rağmen 13 ve 17. yüzyıllar arasında tahta çıkmış diğer Müslüman kadınların hükümdarlık yaptığının hiç bilinmemesi gibi, erkeklerin yazdığı tarih, Arap toplumunu yönetmek gibi zor bir işin üstesinden gelmiş Esma ve Ürve’yi de buharlaştırmıştır.
Oysa bu isimlerin hepsi değerli. Zira Müslüman kadına, İslâm tarihi içinden bakan bu sultanlar, ister iyi isterse kötü yöneticiler olmuş olsunlar; kadın hakları ve kadının siyaset yapması ve hükmetmesi gibi konularda “Batı’ya” bakmak zorunda olmadığımızı hatırlatıyorlar. Bir de tabii, bizi “Daha önce hiç olmadı” cümlesiyle sınayan; “Fıtrat” gerekçesini, kadının yönetici olamayacağı yargısı ile pekiştiren; bu hükmü handiyse ontolojik bir olgu, bir yazgı gibi sabitleyen mütedeyyin çağdaşlarımıza verilecek cevabı temin ediyorlar. O hâlde aşk ile bir kez daha tekrar edelim: Şeceretüd-Dür, Raziyye, Türkan Hatun, Padişah hatun, Ebeş Hatun, Devlet Hatun, Satı Bek, Tendü, Hatice, Meryem ve Fatma Sultanlar, Tac el-Alem Safiyeddin, Nur el-Alem Nakiyeddin, İnayet Şah Zekiyeted-Din ZeyneddinKemalat Şah, Melike Esma, Melike Ürve…
Nihal Bengisu KARACA
Copyright © Tüm hakları saklıdır. Merjam.com – Copyright 2021 | Codlio
3D tasarım ajansı