İdeolojilerin denetimindeki güçlü kadın prototipi

Merjam Yazar: Merjam 13 Ekim 2020

Bu haberi arkadaşlarınla hemen paylaş!

Kadın haklarını savunduğunu düşünen bazı feminist örgütlerin, ataerkil reflekslerle başörtüsü takmak veya ev hanımı olmak isteyen kadınları küçümsemeleri aslında ideolojilerinin tutarsızlığını kanıtlamaktadır.

İdeolojilerin denetimindeki güçlü kadın prototipi

 

Güçlü kadın, Batı’da genellikle bir kadın ekonomik, sosyal ve profesyonel anlamda bağımsızlığa eriştiğinde kullanılan terimdir. Bir nevi başarı belirtisidir. Öyle ki açık bir şekilde söylenmese dahi, ev hanımı veya hayatını ailesine adayan kadınların aslında hayallerini bastırdıkları, dilemedikleri bir hayatı sürdürdükleri düşünülmektedir. Kadınların “Özgürleşmesi” feminizm tarafından öne sürülen haklı bir dava olsa da erkeklerden muhakkak bağımsızlık kazanması gereken kadın rolü üzerine kurulan bu indirgeyici vizyon, ev hanımlarını küçümsemektedir. Nitekim radikal feminist akımlarına göre, ev kadınlarının aslında hayatlarından memnun olmadıkları öne sürülür. Bu nedenle, çoğu zaman, bir kadının profesyonel bir kariyer yerine yalnızca yuvasıyla ilgilenmeye karar verdiğinde fedakârlıktan bahsedilir.

 

 

Batı, İslâm Feminizmini Dışlıyor

 

Batı’da kadın hakları mücadelesi çoğunlukla Hıristiyanlığa ve genel olarak dine karşı verilen bir mücadele olduğu için hem aile değerlerini hem de özgürlüğü benimseyen İslâmî feminizm akımına da çok ciddi bir şekilde karşı çıkmaktadır. Bu iki kelimeyi (İslâm ve feminizm) ilişkilendirmenin bir meydan okuma, hatta bir provokasyon olduğu sıkça söylenir. Laik feminizmin savunucuları, mağdur olarak gördükleri kadınların eşitsizliklerini ortadan kaldırmak için ön şartı olarak kadınlar ve erkekler arasında eşitliğin tamamen sağlanmasını arzulamaktadırlar. Bu akım tamamen Batı’dan esinlenmedir, çünkü evrensel insan haklarının değerleri ile bağlantılıdır. İslâmî feminizm ise İslâmî bir paradigma içerisinde aynı ilkelere ve hedeflere (itaat-hâkimiyet ilişkilerini sorgulama) yaklaşmaktadır. Kutsalı ve dünyeviliği birleştirdiği için, laik feminizme göre bir oksimoron veya sözde bilimsel bir nesne gibi görünmektedir. Bu yüzden bazı konularda ortak noktalar olsa dahi İslâmî feminizmi savunan düşünürler, Batı’daki laik feminist hareketleri tarafından kabul edilmezler. Böylelikle kadın hakları mücadelesinin dışına itilmeye çalışılır.

 

 

Laik Feminizm İslâmofobiyi Körüklüyor

 

Bunun en büyük sebebi ise laik feminist akımların Müslüman ve özellikle başörtülü kadını “İtaatkâr” olarak görmesi ve laik feminizme aykırı olduğunu düşünmeleridir. Diğer yandan, laik feminizm zaman zaman İslâmofobik akımlar tarafından başörtülü kadınlara karşı mücadele etmek için kullanılır.

 

Batı’da güç ve başarı tamamen kariyere endeksliyken, kadının kariyer dışında başardıkları küçümsenir ve hiç sözü edilmez. Hâlbuki gitgide bireyselleşen, aile dinamiklerinin sarsıldığı, bağımlılıkların çoğaldığı toplumlarımızda annelik görevinin eskiye göre çok daha önemli ve gerekli olduğu ortadadır. Bu yüzden, bu sorumluluğun ne kadar hayati bir önem taşıdığını hepimiz biliyoruz. 21. yüzyıl ve modern toplumunun sorunlarını göze alırsak güçlü aile yapısı ve en nihayetinde güçlü bir toplumu inşa etmek için bilinçli ve sorumluluk alabilen kadınlara ihtiyacımız var.

 

 

Neden  Aklımıza Siyasetçi veya İş Kadını Geliyor?

 

Güçlü kadını nasıl görüyoruz? “Güçlü kadın, ancak siyasetçi veya işkadını olur” düşüncesi neden bu kadar yaygın? Türkiye’de, tıpkı Batı’daki gibi güçlü kadın konusu açıldığında, Angela Merkel, Hillary Clinton, “Demir Leydi” Margaret Thatcher yani çoğunlukla ataerkil bir toplumda siyasi otorite olmuş kadınlar aklımıza gelir. Tabii bu kadınların o seviyelere ulaşabilmeleri için çok ciddi mücadele verdikleri de aşikârdır. Öyle ki “Lider” denildiğinde, geçmişimiz, eğitimimiz veya ideolojimiz ne olursa olsun aklımıza çoğu zaman bir erkek figürü gelir. Bu bilinçaltındaki imajı yenip kadın bir lider olabilmek çok büyük bir başarıdır. Keza iş dünyasında da aynı şey geçerlidir. Bir kadının şirket CEO’su olabilmesi ve diğer çalışanlara bunu kabul ettirebilmesi hem Batı’da hem de toplumumuzda gözardı edilmemesi gereken bir konudur.

 

Burada sorulması gereken soru; “Kariyer veya liderlik vasfı, aile yaşantısı ve anne rolü arasında bir çelişki yaratıyor mu?” İlk önce bu konuda her iki taraf adına önyargıların bulunduğunu belirtelim. Kariyeri için çalışan bir kadının aslında bir aile istemediğini ve ilerde çocuğu olmazsa tam mutlu olamayacağı düşüncesi/önyargısı varken öbür tarafta, daha önce belirttiğimiz, ev hanımlığını seçen kadınların profesyonel bir kariyerleri olmadığı için bağımsızlık ve özgürlük konusunda tamamen tatmin olamayacakları kanısı vardır. Dolayısıyla bir kadının seçimlerini ve mutluluğunu sadece “Ya kariyer ya aile” konusuna indirgemek haksızlıktır.

 

Bu yüzden Batı’daki “Özgür ve güçlü kadın: Aile değil, kariyer seçen kadındır.” konsepti, basit bir genelleme olmakla birlikte dayatılmak istenen bir ideolojinin parçasıdır. Yalnız bu ideoloji birden karşımıza çıkmadı. Uzun yıllar kadın hakları ve erkek/kadın arasında eşitlik mücadelesi ile bugünlere kadar geldi.

 

 

İkinci Dünya Savaşı Avrupalı Kadını Özgürleştirdi

 

Konuyu biraz daha derinleştirmek için tarihe bakmak yerinde olacaktır. 19. yüzyılın sonunda, İngiliz Millicent Garrett Fawcett, ülkesindeki kadınların toplumsal koşulları ne olursa olsun herhangi bir hak sahibi olmamasına tepki olarak bir hareket başlattı. Bu hareket oy kullanma hakkı da dâhil olmak üzere kadın haklarına doğru ilk temellerin atılmasında öncülük etti. Böylece İngiliz kadınları 1918’te oy kullanma hakkına sahip oldu. Türkiye’de kadınların seçme ve seçilme hakkı 1934 yılında yani Fransa’dan 10 ve Belçika’dan 26 sene önce tanınmıştır. İkinci Dünya savaşının Avrupalı kadınların ekonomik özgürlüğüne erişmesinde büyük bir katkısı olmuştur. Öyle ki savaş esnasında kadınların gösterdikleri çabalar, kadın haklarının değişime uğramasını sağlamıştır. ABD’deki ‘‘Victory Program’’ bunun en çarpıcı örneklerindendir. Ülkedeki kadınların büyük çoğunluğu ev hanımıyken silah endüstrilerinde 6 milyon kadının çalışması sağlanarak ABD’de altı senede ev hanımlarının sayısını ciddi bir şekilde azaltmıştır.

 

1968 Mayıs olayları, Fransa’nın yakın tarihinin en önemli kırılma noktalarından birini oluşturmaktadır. Bu tarihten sonra kurulan ve Amerika’daki “Women’s Lib” örgütünden esinlenerek mücadeleye Avrupa kıtasında devam eden kadın kuruluşları, cinsiyet eşitliği konusunda radikal bir iz bırakmıştır. Toplumun diğer kalanı ile eşit olma hakkını talep eden kadınlar, kendi hayatlarıyla ilgili alacakları bütün kararlarda özgür olmayı ve sorumluluk alabilmeyi talep etmişlerdir.

 

Kadınların bu denli baskıcı bir toplumda ve konu ekonomik özgürlüğe geldiğinde sadece erkeklerin çok az bulunduğu ve az gelirli sektörlerde iş bulabilmeleri bu akımların şiddetini gitgide arttırmıştır. Bilinçaltında bu sefer erkek ile eşitlik yerine, ataerkilliğin bütün sorunların kaynağı olduğunu ve güçlü bir kadın olabilmek için erkekten tamamen bağımsız olunması gerektiğini savunan radikal düşünceler ortaya çıkmıştır. Anne olmanın ataerkil toplumun bir dayatması olarak görülmesi, ev hanımı olmayı tercih eden kadınlara karşı bir önyargı ve aşağılama hissi doğurmuştur. Kadın haklarını savunduğunu düşünen bazı feminist örgütlerin, ataerkil reflekslerle başörtüsü takmak veya ev hanımı olmak isteyen kadınları küçümsemeleri aslında ideolojilerinin tutarsızlığını kanıtlamaktadır. Radikal ve dışlayıcı hareketler yerine, son zamanlarda yaygınlaşan ve kozmopolit toplumlarımızla daha çok uyuşan kesişimsellik (intersectionality) teorilerine yönelmek feminizm mücadelesini güçlendirir. Bu teori, kavram olarak 1989’dan çok daha öncesinde konuşulmaya başlanmasına rağmen resmi olarak ilk kez 1989 yılında UCLA ve Columbia’da hukuk profesörü ve ırk teorisi düşünürü olan ve konu hakkında öncü bir makale yazan Kimberlé Crenshaw tarafından “Kesişimsellik” olarak isimlendirilmiştir. Kesişimsellik, feminist hareketin nasıl daha çeşitli ve kapsayıcı olabileceğini açıklamak için kullanılan bir terimdir. Eğer feminizmi kadın hakları ve cinsiyetler arasındaki eşitliği savunmak olarak tanımlarsak; kesişimsel feminizm de kadınların ırk, sınıf, etnik köken ve din gibi birbiri ile kesişen kimliklerinin, baskı ve ayrımcılığa maruz kalma şekillerini nasıl etkilediklerini anlamaktır. Diğer bir deyişle Afrika kökenli Müslüman ve başörtülü bir kadının, toplumda haklarını savunabilmesi diğer kadınlara göre çok daha zor olduğunu analiz eden bir teoridir. Bu anlamda kesişimsel feminizm, kadınlar arasındaki farklılıkları göz önünde bulunduran, çok daha kapsayıcı ve birleştirici bir feminizm örneğidir.

 

 

Çalışan Anne Güçsüz mü?

 

Sonuç olarak her şey bir paradigma değişimi ile başlar. Eğer toplumun güçlü kadını sadece iş hayatında başarılı, yönetici, kariyer sahibi olması gerektiği şeklinde bir bakış açısı sunarsa aksini düşünmeniz zorlaşır. Ayrıca, Batı’daki “Güçlü kadın” konsepti pek kapsayıcı olmamakla birlikte çoğunluğu temsil eden az gelirli işlerde çalışan annelerin aslında “Güçsüz” olduklarını ima etmektedir. Hem işe giden hem de toplum için hayırlı evlat yetiştirmeye çalışan bir anne olmanın çift vardiyalı bir işte çalışmakla eşdeğer olduğunu ve bu durumun onların aslında ne kadar güçlü olduklarını göstermiyor mu?

 

Mahinur ÖZDEMİR

Etiketler:
Merjam

Merjam

  • Editörün Seçimi
  • En Çok Okunanlar

Copyright © Tüm hakları saklıdır. Merjam.com – Copyright 2021 | Codlio