Bu haberi arkadaşlarınla hemen paylaş!
Şehbenderzâde Filibeli Ahmet Hilmi’nin Âmâk-ı Hayal adlı eserini okurken kendinizi içten ve dıştan kuşatılmış bir hâlde hissedersiniz. Siz o satırları okurken siz değilsinizdir artık. Gerçek âlemin havasını solurken bir bakmışsınız rüyalar âleminde bir diyardan bir diyara savrulmuşsunuz.
Gerçek dünya ile rüyalar âleminin iç içe geçtiği bir hayatı yaşadığını zanneder bazen insan. Yaşadıklarının hayal mi yoksa bir rüyadan mı ibaret olduğunun farkına varmaya çalışarak âlemler arasında bir yolculuğa sürüklenir durur. Masallarda karşımıza çıkan ve göz açıp kapayıncaya kadar geçen vakitlerin hayaliyle yaşanan hayatlara şahit olduğumuz birçok eser ortaya konmuştur. Hayal kişiler, mekânlar, olaylar derken efsunlu bir dokunuş her şeyi bir anda bizden alıp masal diyarına sürükleyebilir. Şehbenderzâde Filibeli Ahmet Hilmi’nin Âmâk-ı Hayal adlı eserini okurken kendinizi içten ve dıştan kuşatılmış bir hâlde hissedersiniz.
Siz o satırları okurken siz değilsinizdir artık. Gerçek âlemin havasını solurken bir bakmışsınız rüyalar âleminde bir diyardan bir diyara savrulmuşsunuz. Edebiyatımızın Batıyla tanışmasının ardından vücuda getirilen romanlar bu türün ilk eserleri olma özelliğini de kazanmıştı. Âmâk-ı Hayal, içerik ve anlatım tarzı bakımından roman özelliklerini taşıyan bir eser olmasına rağmen Batının boyadığı gözler tarafından tam olarak görülememiş, hakkı teslim edilmemiş eserlerimizden biridir. Sadece Türk edebiyatında değil dünya edebiyatında da saygınlığı olabilecek bir kitapken, bu körlüğün bir hazin sonucu olarak bir köşede hayaller âleminin makûs talihiyle baş başa bırakılmıştır.
Nedir peki Âmâk-ı Hayal’i önemli kılan özellikler? Öncelikle bu eserin yazarını tanımakta fayda var: Şehbenderzâde Filibeli Ahmet Hilmi, 1990’lü yılların başlarında edebiyat dünyamızın içerisinde birçok alanda eser vermiş, çalışmalar yapmış, çevresindeki herkesin takdirini kazanmış önemli bir isim. Yayın hayatında gazete ve dergi dünyasının havasını teneffüs etmiş bir yazarın o dönemlerde bir kenarda kalması düşünülemez. Çünkü yayıncılık Tanzimat’ın bizlere kazandırdığı en önemli kazanımların başında gelmekte. Durup dinlenmeden çalışan, yorulmak nedir bilmeyen Şehbenderzâde Filibeli Ahmet Hilmi, kısa ömrüne sığdırdığı eserleri ile unutulmazlar arasında olması gerekirken Osmanlı’nın içine düştüğü çalkantıda unutulmaya, unutturulmaya çalışan bir isim olmuştur. Çünkü o, kendi köklerinin sahibi ve sesi bir entelektüeldi. Doğu edebiyatına vâkıf olduğu kadar batıyı da bilen, edebiyatın birçok alanında kalem oynatan, gözü kara, derviş ruhlu bir kişiliğe sahipti.
Yeni olana teveccüh eden ruh hâli onu ve eserlerini eskiyi çağrıştırdığı için görmemeyi tercih etti. Onun adıyla birlikte anılan eseri Âmâk-ı Hayal, bugün geç de olsa değeri anlaşılmaya başlanmış, bir başyapıt olarak edebiyat ve düşünce dünyamızdaki yerini almış bir romandır. Âmâk-ı Hayal tasavvuf ve felsefenin iç içe geçtiği ender çalışmalardan. Ahmet Hilmi, İslam birliğini savunan, bunun için mücadele etmiş, hayatını bu gayeye adamış bir mümindi. Yazarın bu hassasiyeti düşünülünce, onun uzun yıllar bu topraklarda adının anılmamış olmasını da yadırgamamak gerek. Âmâk-ı Hayal’in girişinde “Bu kitabı hakikat endişesi ile dolu olan vicdanlar, sonu olmayan bahisleri seven insanlar zevkle okuyabilirler.” diyen yazar okurları hakikatin uçsuz bucaksız derinliklerine davet ediyor. Kitabın ilk bölümü olan ‘Aynalı Baba ile Konuşma’da öyle bir giriş yapıyor ki yazar romana, mevzunun ağırlığına tüm okuyucuları tastamam hazırlıyor bu satırlar. 1908 yılında yazılmış olan Âmâk-ı Hayal’de yazar nelerden bahsediyor?
“Ramazan kandillerini gördüğü zaman İslam olduğunu hatırlayan…”, “kandiller yandığı zaman ellerine tesbihlerini alan…”, “hiçbir şey anlamamak şartıyla Kur’an-ı Kerim ve va’z takip eden…”, “Oruç tuttuğu hâlde namaz kılmayan”, “uzun bir namaz olduğu için teravih kılmaya yanaşmayan” diyerek 1908 yılının kanayan yaralarını sıralıyor. Ne kadar tanıdık geliyor değil mi? Yüz yılı aşmış bir zamandan bahsediyoruz. Yazarın yakındığı her şey ayniyle vâki günümüzde, hem de fazlasıyla. İşte böyle bir roman kaleme alıyor Ahmet Hilmi. Bütün bu çıkmazlarla boğuşan Râci, romanın başkahramanı. Asıl kendi hastalığına şifa ararken bir yandan da toplumun içine düştüğü hezeyanların da eczasının ardına düşüyor. Yol varsa yoldaş da var, mürid varsa mürşit de. Râci’nin yol arkadaşı Aynalı Baba. Râci’nin çıktığı yolculuklar Aynalı Baba’nın nefesiyle başlıyor. Bir fincan kahve, bir ney sesi ve âlemler arasında ruha şifa bir seyahat.
Râci iyi bir ailede yetişmiş, iyi bir eğitim almış fakat kendini boşluğa düşmekten alı koyamamış bir zamane gencidir. Aynalı Baba ile dokuz gün süren sohbetleri neticesinde aradığını bulur. Dokuz günde Râci’nin yol arkadaşları bir bakıyoruz. Buda oluyor bir bakıyoruz Zerdüşt çıkıyor karşımıza. Peygamberler, Leyla ile Mecnun, âlimler derken aslında şu hassas noktayı görmek gerek: Şehbenderzâde Filibeli Ahmet Hilmi kendini iyi yetiştirmiş, birçok ilme vakıf olmuş, tasavvuf ehli bir yazar. Râci’nin yaşadıkları, rüyalar âleminde gezdiği yerler, tanıştığı kişiler yazarın birikimini de sunuyor bizlere. Rüyalar yeni kapılar açıyor Râci’ye.
Bulması gerekeni, mutlak hakikatin ardına düşerek arayışını tamamlıyor Râci. Bir doğu klâsiği armağan etmiş bize yazar. Çıkmazlar yaşayan bir gencin kendi yolunu bulabilmesi için rüya ile gerçek arasında gerçekleştirdiği yolculuklar sayesinde öz değerlerine ulaşan, atlattığı her badireden bir mükâfat ile çıkan Râci. Zümrüd-ü Anka’nın kanatlarında, Leyla ile Mecnun’un yolunda bir arayış bu. Şiirlerle açılan yollar, dualarla kalkan eller var. Âmâk-ı Hayal fantastik bir rüyaya davet ediyor okuyucuyu. Bu kitabı okumamış olanlar okuduklarında hem yazarı hem de kitabı geç tanıdıkları için çok hayıflanacaklar. Hakikatin kapısını her defasında ayrı bir güzellik için çalan Âmâk-ı Hayal aşk ile geçilebileceğini gösteriyor geçilmez denilen her kapıdan.
Mustafa UÇURUM
Copyright © Tüm hakları saklıdır. Merjam.com – Copyright 2021 | Codlio
3D tasarım ajansı