Bu haberi arkadaşlarınla hemen paylaş!
Suna Kan, “Müzisyen olan babam bize alaturka dinlemeyi yasakladığı için, ben maalesef Dede Efendi’yi tanımıyorum. Ulusal müzik için bir değer taşıyabilir belki, ama evrensel müzikte yeri olamaz.” diyebilecek kadar kendi kültürüne yabancı, bigâne ve öz kültürüne mesafeli.
Cumhuriyet kurulduktan sonra yeni bir tarih inşa edilirken özellikle kadınlarla ilgili başlıklar dikkat çekici ölçüde görüntüye ve görünür olmaya dayalıydı. Kadının kıyafetini Batılı hemcinslerinin modasına uydurmak “Çağdaşlık” yolunda atılması gereken en temel adımlardan biriydi. Batılı gibi göründüğümüzde “Batılı” olabileceğimize iman edenler, Batılı yaşam tarzını kayıtsız şartsız kabul etmenin de bu yolda tavizsiz ilerlemenin bir gereği olarak görüyorlardı. Osmanlı’ya ait ne varsa kesin ve keskin bir dille reddedilip topluma yeni bir kimlik biçilirken kadınlara başrol verildi. Osmanlı toplumunda kadının yok sayıldığı, eğitimden ve sosyal hayattan mahrum bırakılıp eve kapatıldığı, değer atfedilmediği, sanatla, edebiyatla zaten herhangi bir ilişiği olmadığı, kadının ait olduğu tek yerin kafes arkası olduğu inancı yaygınlaştırılmaya çalışılırken, böyle bir kabulü pekiştirmek için de Cumhuriyet tarihi ile beraber en görünür olunan sanat dallarında “İlk”ler ortaya çıkmaya başladı.
1980’ler ve 1990’larda ulus devletin dindarlara olan baskıları artarken Cumhuriyet’in kazanımlarına sıkça vurgu yapılarak bunlardan vazgeçilmeyeceği, bu yüzden de şeriata geçit verilmeyeceği vurgulandı. Elbette bu kazanımlar arasında en önemlileri Türk kadınına tanınan özgürlüklerdi. “Cumhuriyet’in ilk kadın …” tanımlamasıyla öne çıkarılan meslekler arasında sahne sanatları nedense hep öncelikli oldu. İlk Müslüman tiyatro sanatçıları, müzisyenler, sopranolar, harika çocuklar… Ortak özellikleri elbetteki Cumhuriyet’in öngördüğü Batılı, çağdaş, modern görünüme sahip, yüzünü tamamen Batı’ya dönmüş geçmişini, kadim kültürünü reddetmiş ve kendilerinden sonraki nesillere rol model olmaları idi.
Sahne sanatları alanında sanki Cumhuriyet’ten önce sanatla, musiki ile ilgilenen kadınlar yokmuş yahut bu mesleklerle ilgili keskin bir yasak varmış gibi sinema, tiyatro, müzik ve opera gibi alanlarda “ilk Müslüman kadın” vurgusuyla birtakım isimler gündeme getirildi. Oysa Osmanlı saray geleneğinde ve toplum hayatında özellikle musiki hayatın ayrılmaz bir parçasıydı.
Osmanlı Şehir Musikisine Kadınlar Ses Verdi
Rahmetle anmak istediğim kıymetli akademisyen Doç. Dr. Ş. Şehvar Beşiroğlu, “Osmanlı Musikisi ve Kadın” başlıklı makalesinde Türk tarihinden başlayarak Osmanlı tarihine ve 19. yüzyıl sonralarına kadar kadınların musiki alanında ne kadar aktif ve üretken olduğunun bir özetini sunuyor. Tek başına bu makale bile Osmanlı döneminde kadınların müzik ve sahne sanatları konusunda ne kadar iyi bir noktada olduğunu göstermeye yetiyor.
Doç. Beşiroğlu’nun sözkonusu makalesindeki şu bölüm dikkat çekici:
“Haremde Osmanlı müziğine hizmetleri geçmiş çok ünlü bestekâr, hanende ve sazendeler hocalık yapmışlar ve öğrencilerini çok nitelikli bir şekilde yetiştirmişlerdir. Osmanlı kadınları sarayda ve şehirde, şehir musikisinde eğitimli olmanın verdiği rahatlık içerisinde daha etkili bir biçimde musiki ile uğraşmışlardır. 1556 yılının harc-ı hassa defterlerinde Kemani Hüma adlı bir kadın sazendeye rastlanır. Müzik eğitimi aldıkları saray meşkanesi onlara bir konservatuar ortamı sağlamış ve eğitimli musikişinaslar olarak Osmanlı şehir musikisine etkin bir şekilde hizmet vermişlerdir.”
Ulusalcıların zannettiği gibi kadınlar “İslam yasakladığı için” sanattan uzak durmamışlar, sadece dinî hassasiyetler sebebiyle yaygın bir biçimde kadın-erkek bir arada olunan ortamlarda sanat icra etmemişlerdir. Tersine özellikle saray eliyle kadınların klasik müzik ve baleye olan ilgisi desteklenmiştir. İngiliz seyyah M. A. Walker hatıralarında Sultan Abdülmecid’in kızı Zeynep Sultan’ın sarayında erkek bandoculara özgü üniformalar giymiş trompet, korno, flüt, davul, zil, gibi enstrümanlar çalan bir kadın topluluğu olduğunu yazar.
Sarayda Bale Dersleri
Yine Sultan Abdülmecid döneminin en önemli besteci ve icracılarından biri olan ve Padişah tarafından musikide yaptığı çalışmalarından dolayı “Nişan”a layık görülen Leyla Hanım, hatıratında haremdeki müzik hayatına dair bilgiler verir; Batı musikisi orkestrasının haftada iki, Osmanlı musikisi takımının da haftada bir defa ders gördüğünü, bale dersleri için ayrı bir salon bulunduğunu anlatır.
Tüm bunları bilmek, görmek ve hatırlamak istemeyenler için ise musiki ve opera alanında “Öncü” kadınlar, Türkiye’nin çağdaş yüzü olarak tekrarlanıp duruyor on yıllardır. Peki kim o isimler kısaca hatırlayalım:
Belli bir yaş grubunun “Hüzün” şarkıları listesinde ilk sıralarda yer alan ve “Mazi kalbimde bir yaradır/ Bahtım saçlarımdan karadır/ Beni zaman zaman ağlatan/ İşte bu hazin hatıradır.” şeklinde sözlere sahip olan ilk özgün Türkçe tangoyu seslendiren Seyyan Hanım, aynı zamanda ülkenin ilk tango solisti olarak biliniyor. 19 yaşında iken seslendirdiği bu tango Seyyan Hanım’ın kaderi oldu. Sesi alaturkaya uygun olmadığı için tangolar söylemeye devam etti. “Yerli Edith Piaf” yakıştırması yapılan Seyyan Hanım, ilkokul çağlarında adım attığı konservatuvar yıllarında İtalyanca ve Fransızca şarkılar söyledi. 1920’lerde Süreyya Sineması’nın olduğu binada, o zamanki adıyla Kadıköy Opereti’nde henüz 16 yaşında iken sahneye çıktı. Sanat dünyasının hengâmesine karışmadı, mazbut bir hayat yaşadı.
Cumhuriyet’in dayattığı yüzü Batı’ya dönük, çağdaş görünümlü kadın sanatçı profiline en çok uyan isimlerden biri ise Leyla Gencer’di.
Külleri Savrulan Soprano: Leyla Gencer
Babası Safranbolu Yörük köyünün köklü ailelerinden Hasanzade İbrahim Bey, annesi Polonyalı Katolik bir ailenin kızı olan Alexandra Angela Minakovska’ydı. Dünya opera sahnesinin en büyük sopranolarından biri olan ve adını 20. yüzyılın en büyük divaları arasına yazdıran Leyla Gencer, İstanbul İtalyan Lisesi’nden mezun olduktan sonra İstanbul Konservatuvarı’nda şan eğitimi aldı. Konservatuarda İtalyan soprano Giannia Arangi-Lombardi ve yine İtalyan sanatçı Apollo Granforte ile çalıştı. 1950’de Devlet Tiyatroları Ankara Operası’nda sanat yaşamına başladı.
Batı ülkelerinde “La Diva Turca”, “La Gencer”, “La Regina” olarak ün yapan; Milano, Roma, Napoli, Venedik, Viyana, Paris, San Francisco, Köln, Buenos Aires, Londra, Rio de Janerio, Bilbao, Chicago’da sanatını dinleten; Lucia’nın, Norma’nın, Lady Macbeth’in, Queen Elizabeth’in, Filoria Tosca’nın, Lucrezia’nın, Madame Butterfly’ın, Alceste’nin, Aida’nın, Violetta’nın, Leonora’nın “Leyla la Turca”sı soprano Leyla Gencer’in opera repertuarı 23 bestecinin 72 yapıtını kapsıyordu.
1988’de “Devlet Sanatçısı” unvanı verilen Leyla Gencer’in adına 2004 yılında darphane tarafından ‘‘1000 yılın Türkleri’’ özel koleksiyonunda gümüş para basıldı.
2008 yılında 80 yaşında hayatını kaybeden Leyla Gencer için, La Scala Operası yakınındaki San Babila Kilisesi’nde cenaze töreni düzenlenmiş, törenden sonra, Gencer’in cenazesi vasiyeti doğrultusunda krematoryumda yakılarak külleri İstanbul’da Boğaz sularına dökülmüştü. O günlerde Gencer’in bu tercihi çokça tartışılmıştı. Anne tarafından Polonyalı ve Katolik olan ve Türkiye’nin Batı’ya dönük yüzü olarak projelendirilen bir sanatçının kimliğinin diğer yarısına bu kadar yabancı kalışının en temel nedeni kişisel hayat hikâyesi olmakla birlikte, bu sonuçta yetiştiği dönemlerde en ağır biçimde yaşanılan kimliksizleşme, köksüzleşme ve yabancılaşma politikalarının etkisi olmadığını düşünmek de safdillik olur.
Çok Yönlü Bir Öncü: Semiha Berksoy
Türkiye’nin ilk profesyonel Müslüman kadın opera sanatçısı olan Semiha Berksoy, oyunculuğu ve ressamlığıyla da adından sözettiren sıra dışı bir isimdi. GüzelSanatlar Akademisi Namık İsmail Atölyesi’nde resme başlayan Berksoy, aynı dönemlerde Darülbedayi Tiyatro Okulu’nda oyunculuk ve İstanbul Belediye Konservatuarı’nda da şan eğitimi aldı. 1934’de Mustafa Kemal Atatürk’ün emriyle sahnelenen ilk opera temsili Özsoy Operası’nda Ayşim rolüyle sahneye çıktı ve ilk opera sanatçısı olarak TBMM’den ödül aldı. Ankara Devlet Operası’nda 40 yıl görev yapan Berksoy, yurtiçi ve yurtdışında çok sayıda konser verdi. Resim sanatında da kavramsal ressam olarak adını dünyaya duyuran Semiha Berksoy’un resimleri yurtiçi ve yurtdışında birçok sergi ve müzeye davet edildi. Darülbedayi yani Şehir Tiyatroları’nın ilk oyuncularından olan Berksoy, Leyla Gencer’in aksine “Taş yerinde ağırdır” diyerek yurtdışına gidip gelse de sanatını Türkiye’de icra etmeyi seçti. Aykırı ve sıradışı kimliği ve görüntüsüyle akıllarda kalan Semiha Berksoy, ilklere imza atıp Mustafa Kemal’den takdir gören bir sanatçı olmasına rağmen Nazım Hikmet’e olan aşkından dolayı bir dönem sorunlar yaşadı.
Harika Çocuk: Suna Kan
Cumhuriyet kadını denildiğinde akla gelebilecek sembol isimlerden biri de keman virtüözü olan Suna Kan. “Çağdaş Türk kadını” tarifini en güçlü biçimde karşılayabilecek özelliklere sahip olan Suna Kan, 1971 yılından beri Devlet Sanatçısı unvanına sahip. 1936 tarihinde Adana’da doğdu. Uzun yıllar Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nda solist ve baş kemancı olarak sanatını icra eden Suna Kan, Ankara’da Walter Gerhard, İzzet Albayrak ve Lico Amar’dan keman eğitimi aldı.
1948 yılında “Üstün Yetenekli Çocuklar” yasası kapsamında İdil Biret ile beraber öğrenim görmek üzere Fransa’ya gönderildi. Yasa çıktıktan belli bir süre sonra Roma’ya gitti. Eğitim için gittiği okulun eğitimcisi öldüğünden dolayı Fransa’ya geçmek zorunda kaldı. 1952 yılında Paris Konservatuarı’nı birincilikle bitirdi. 1954 ile 1957 yılları arasında katıldığı çeşitli uluslararası yarışmalarda dereceler aldı. 1960 yılında Türkiye’nin ilk konser piyanisti Ferhunde Erkin’le kurduğu keman-piyano ikilisi onlara âdeta şöhreti getirdi.
Sonrasında Gülay Uğurata ile 29 yıl ikili olarak müzik yaşamlarına devam ettiler. Kurucuları arasında bulunduğu Ankara Oda Orkestrası’nda başkemancı ve solist sanatçı olarak yer aldı. Sanatsal açıdan başarılarının ötesinde tam bir misyon insanı Suna Kan. Öyle ki 1971’de Nihat Erim’in yeni kurulan Kültür Bakanlığının ilk bakanı olarak görevlendirdiği Talat Halman, Ankara Devlet Konser Salonu’nda bir Itrî konseri verdirmek isteyince, “Sahnesinde Beethoven çaldığım konser salonunu sizin talimatınız üzere müzelik eserler ve tek sesin temsilcileri işgal ederse, bana verilmiş olan devlet sanatçılığı unvanını gönül rahatlığıyla iade ederim. Çünkü o zaman benim gözümde bu unvanın değeri ve şerefi kalmaz.” diyebilecek kadar kendi kültürüne yabancılaşmış bir isim.
Kemalist ideolojinin kurguladığı ve ülkeye kaim kılmak istediği sanat ve sanatçı tipolojisinin içini tam anlamıyla dolduran Suna Kan, “Müzisyen olan babam bize alaturka dinlemeyi yasakladığı için, ben maalesef Dede Efendi’yi tanımıyorum. Ulusal müzik için bir değer taşıyabilir belki, ama evrensel müzikte yeri olamaz.” diyebilecek kadar kendi kültürüne yabancı, bigâne ve öz kültürüne mesafeli. Bu bakımdan da Cumhuriyet’in önerdiği öncü kadınlar içerisindeki yerini fazlasıyla hak ediyor.
Gülcan TEZCAN
Copyright © Tüm hakları saklıdır. Merjam.com – Copyright 2021 | Codlio
3D tasarım ajansı
Bir cevap yazın