Bu haberi arkadaşlarınla hemen paylaş!
Hukuk, koruyucu bir mekanizma olarak kadının haklarını güvence altına almayı hedeflemiş, “Boşanmış kadın” bakış açısının olumsuz etkilerini ortadan kaldırmaya çalışmış, kadı nı bu süreçte “Yalnız” bırakmamayı gerekli görmüş tür.
Sevgi, şefkat, merhamet, saygı ve karşılıklı hoşgörü temelleri üzerine oturtulması gereken aile ve evlilikler; gerek değerler, alışkanlıklar, karakter özellikleri, inanç gibi içsel faktörler ve gerekse sosyo ekonomik ve sosyo kültürel yapı, aile, çevre gibi dışsal faktörlerin etkisiyle sonlanabilmektedir. Hukuk, hem evliliğin kurulmasında hem de sonlandırılmasında, tarafları ve haklarını gözetici bir mekanizma olarak var olmakta ve boşanma sürecini objektif kurallarla çerçevelemektedir. Hukuk, örf-âdet, gelenek, din gibi diğer sosyal düzen kurallarından farklı olarak evlilik birliği içerisinde tarafları açık ve kesin bir sonuçla karşılıklı yükümlülük, sorumluluk ve haklar örgüsü içerisine almaktadır. Evliliğin sona erme hâllerinden birisi olarak boşanma da bu çerçevede hukukun titizlikle ele aldığı bir alan olmaktadır.
Hukuk boşanma konusunu önemser ve oldukça ayrıntılı olarak ele alır. Bu, hukukun bilinçli bir tercihidir. Zira boşanma sadece tarafları ilgilendiren, dar alanda gerçekleşen bir olay değildir. Taraflarla birlikte çocuklar, aile ve toplumu, dolayısıyla sosyolojiyi, ekonomik ilişki biçimlerini, siyaseti de ilgilendiren, önemli değişikliklerin ortaya çıkmasına zemin hazırlayan bir olgudur. Karşılıklı rızaya dayalı sosyal bir sözleşme düzeni içerisinde, toplumu rasyonel kurallarla bir arada var etmeyi amaçladığı düşünülen hukukun, boşanma konusunu bu şekilde ele alması da zaten gerekli ve zorunludur.
Hukuk, toplumsal gerçeklikten ayrı düşünülemez. Hukuk kuralları evrensel ilkeleri barındırmakla birlikte, toplumun sosyo-kültürel ve ekonomik yapısından, geçmişinden süzülerek ortaya çıkan, ama ideal olana yönelmiş bir varlığı ifade eder. Böylece hukuk bir yandan kültür, gelenek, örf-âdet, ekonomik ilişkiler gibi yerel bölgesel farklılıklardan beslenirken bir yandan da bunların insan onuru üzerindeki zedeleyici etkilerini törpüleyecek çözümleri var eder.
Kadın konusu modern toplumlarda dâhil olmak üzere birçok toplum türünün en köklü problemlerinden birisidir. Ataerkil yapı, kültür, inanç, ekonomik ilişki biçimleri vs. kadının sosyal yapı içerisinde çoğunlukla dezavantajlı bir pozisyonda kalmasına sebep olagelmiştir. Bu dezavantajlı durum en temel toplumsal ilişki biçimlerinden birisi olarak aile ilişkileri, evlilik ve boşanma konularında da çoğunlukla kendisini hissettirmiştir. Hatta haksız sonuçlara sebebiyet veren bu dezavantajlı yapı, bazen bizzat hukuk tarafından düzenlenmiş ve böylece korunmuştur da.
Kadının insan haklarının tanınması ve korunması bağlamında dünyada ve Türkiye’de yaşanan gelişmeler çok geçmeden hukukun düzenleme alanına yansımaya başlamış, başta Anayasa olmak üzere kanun ve alt normlar bakımından iyileşmeler sağlanabilmiştir. Ancak kadının insan haklarının tanınarak korunmaya başlayabilmesi için son yüz yılı beklemek gerekmiştir. Örneğin, Türkiye açısından bir değerlendirme yapıldığında, erkeğin çok eşliliği ve tek taraflı boşanmasına ilişkin düzenlemelerin kaldırılması, kadınlara boşanma hakkı, velayet hakkı ve malları üzerinde tasarruf hakkı tanınmasının 1926 yılında Türk Medeni Kanunu ile mümkün olabildiği görülür. Bu önemli bir gelişmeydi, ancak aynı kanun 1992 yılına kadar kadının çalışmasını kocanın iznine tâbi tutmaktaydı. Öte yandan karı-koca açısından zinayı suç olarak düzenleyen eski Ceza Kanunu, kadının zina suçu işlemesi için “Zina etme” ifadesini yeterli görürken, erkeğin zina suçu işlemiş olabilmesi için diğer kadın ile sadece cinsel ilişkide bulunmasını yeterli görmemekte, karısı ile birlikte ikamet ettiği veya herkesçe bilinecek başka bir yerde “Karı koca gibi geçinmek için” bir kadınla birlikte yani bir arada bulunması şartı yanında, kocanın cinsel birliktelik yaşadığı kişinin bekâr bir kadın olması şartını da aramaktaydı. Bu düzenlemeler Anayasa Mahkemesi’nin verdiği bir dizi kararla iptal edilmiştir. Ancak 441. Madde’nin iptali daha erken olduğu için kocanın zinası suç olmaktan çıkmış, 440. Madde iptal edilene kadar kadının zinası suç olarak kalmaya devam etmiştir. Bunun yanında kişiler, aile hukukuna ve boşanmaya ilişkin kadın ve erkek arasında var olan birçok eşitsiz kanuni düzenlemeler, ancak Yeni Türk Medeni Kanunu’nun 2002 yılında kabul edilmesiyle kaldırılabilmiştir. Bu sayede örneğin, evlilik birliği içerisinde elde edilen mallarda kadının erkekle eşit hakka sahip olacağı kural olarak kabul edilebilmiştir. Görülebilir ki kadının evlilik birliği içerisinde ev, eş, çocuklar ve nihayetinde aile ile ilgili olarak sarf etmiş olduğu emek, 2000’lerin başına kadar neredeyse hukuk tarafından da göz ardı edilmiştir.
Örnekler Çoğaltılabilir…
Kadının insan haklarına yönelik bu gelişmeler, dünyada bu konuda önce bir mücadele ve beraberinde farkındalık birikiminin oluşmasıyla ortaya çıkmış, ardından insan hakları sözleşmelerine yansımış ve daha sonrada ülkeleri bu sözleşmeler doğrultusunda iç hukuklarında düzenlemeler yapmaya sevk etmiştir. Bilinmelidir ki 2004 yılında 1982 Anayasası’nın 90. Maddesi’ne eklenen hükümle birlikte artık Türkiye’de kadınlar, insan hakları sözleşmelerinin koyduğu standartlar çerçevesinde hak taleplerinde bulunabilirler. Bunun yanında yine Anayasal tercih, eşitlik ilkesinin katı bir uygulamasını değil, başkaca dezavantajlı gruplarla birlikte bu ilkenin öncelikle kadınlar lehine esnetilmesini sağlayan ve hatta devleti bu noktada yükümlü kılan bir tercihtir. O hâlde, bugün kanunlarla düzenlenmemiş, tanınmamış olsa bile kadının insan haklarının anayasal düzeyde uluslararası insan hakları sözleşmeleri standardında tanındığı ve korunduğu söylenebilir. Çarpıcı bir örnek olması açısından, Türk Medeni Kanunu bugün itibariyle, evlenen kadının kocasının soyadını alacağını, ancak evlendirme memuruna veya daha sonra nüfus idaresine yapacağı yazılı başvuruyla kocasının soyadı önünde önceki soyadını da kullanabileceğini düzenlemiştir. Buna göre kadının evlilik birliği içerisinde sadece kendi soyadını kullanabilme ya da eşine soyadını verebilme hakkı kanunlarla tanınmamıştır. Ancak taraf olunan insan hakları sözleşmeleri çerçevesinde yapılan yargılamalarda kadının böyle bir hakkının var olabileceği fikrine ulaşılmış, 2015 yılından itibaren de kadının bu hakkını tanıyan somut kararlar ortaya çıkmaya başlamıştır. Dolayısıyla iç hukukta kanunlar tarafından tanınmamış bazı hakların, evrensel insan hakları belgelerine atıfla yargı kararları aracılığıyla tanınabileceği görülmektedir.
Hukukun boşanma konusunda da kadın açısından pozitif ayrımcılık var edebilecek olumlu düzenlemeler getirdiği söylenebilir. Bu noktada kültürel yapı, gelenek, örf, inanç gibi faktörlerin etkisiyle boşanma konusunda da kadının birçok mağduriyete maruz kalması söz konusu olabiliyorken; hukuk, koruyucu bir mekanizma olarak kadının haklarını güvence altına almayı hedeflemiş, “Boşanmış kadın” bakış açısının olumsuz etkilerini ortadan kaldırmaya çalışmış, kadını bu süreçte “Yalnız” bırakmamayı gerekli görmüştür. Örneğin, evlenme ve boşanma çerçevesinde öne çıkan bazı somut hukuki ilerlemeler üzerinde durmak gerekirse; evlilik birliği içerisinde, kocayı kadın karşısında “Aile reisi” konumuna getirerek kadını bu statü karşısında korumayan bu hüküm değiştirilip “Evlilik birliğini eşler beraber yönetirler” hükmü getirilmiş, evlilik birliğini temsil hakkı, eşlerin her ikisine verilmiştir. Evlilik birliğinin sürdürüleceği evin seçimini, kocanın yapacağı hükmü değiştirilerek, eşlerin oturacakları evi birlikte seçecekleri hüküm altına alınmıştır. Yine eşlerin, çocukların velayetini birlikte kullanacağı, anlaşmazlık hâlinde ise babanın reyinin üstün olacağı hükmü değiştirilerek, eşlerin velayeti birlikte kullanacakları, evlilik dışında doğan çocuğun velayetinin anneye ait olacağına ilişkin düzenlemeler önemli gelişmelerdir. Kadının meslek seçiminde eşinden izin alacağı hükmü Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiş, yeni kanunda da eşlerden birinin meslek ve iş seçiminde diğerinin iznini almak zorunda olmadığı ayrıca düzenlenmiştir. Aile konutu üzerinde kadının da söz sahibi hâline getirilmesi, evlenme için müracaat yeri erkeğin oturduğu yerin evlendirme memurluğu iken kadın veya erkeğin oturduğu yerdeki evlendirme memurluğuna müracaat edilebileceğinin kabul edilmesi, evlilik birliği ve ona bağlı süreçler içerisinde kadının hak sahibi bir birey olarak var olmasını sağlayıcı gelişmelerdendir. Yine boşanmanın ardından ekonomik ve sosyo-kültürel koşullar gereği genellikle erkeğe ait olan nafaka yükümlülüğünün kadın açısından sağladığı güvence, özellikle ekonomik açıdan kadının sosyal hayata entegre olmasını kolaylaştırıcı bir tedbirdir. Genel hükümlerdekinin aksine nafaka davalarında, nafaka alacaklısının yerleşim yeri mahkemesinde yetkili olacağının kabul edilmesi de aynı şekilde hukukun kadına ilişkin getirdiği koruyucu tedbirlerden birisidir.
O hâlde eksiklikler olmakla birlikte, toplumun en küçük yapı birimlerinden olan aile ve beraberinde var olan ilişki biçimleri içerisinde kadının hukuk tarafından korunduğu, yalnız bırakılmadığı, çoğu zaman pozitif ayrımcı tedbirlerle gözetildiği söylenebilir.
Hilal YAZICI – Akademisyen
Copyright © Tüm hakları saklıdır. Merjam.com – Copyright 2021 | Codlio
3D tasarım ajansı