Bu haberi arkadaşlarınla hemen paylaş!
İnsanoğlu kuş misali, konargöçer; bulunduğu kabın şeklini alıverir, ışık hızıyla bulunduğu boyutla ünsiyet kurar. Aynı zamanda nisyanla maluldür; yaşadığı onca hayatî değişimi, su üstüne yazı yazar gibi ardında bırakır; ömür defterinde yepyeni sayfaları aceleci bir iştahla aralar; nice güzler yaşanır, damakta kekremsi tadı kalır. İşte serseri bir yağmurun davetiyle ayaklarımızın ritmine kendimizi bıraktığımız o demde, zaman mekân aşıp gelmiş haşmetli bir kasır yükseliverir gözümüzün önünde; Adile Sultan Kasrı.
Puslu, soğuk hava, dökülen yapraklar; mevsim güz; aylardan Ekim, şehrin ortasında varoluşsal bir mücadele veren Anadolu Yakası’nın en kadim korusu, güz yapraklarını yüzümüze doğru savururken niyet toprağımıza kim bilir; ne zaman atılan haylaz bir tohum, o gün çıkar gün yüzüne… Sonbahar –ki acının değişmez dipnotudur- sesinin solgun göğünde. Küçük bir yıldızla bir harfi tutuşturur. Savrulur her yana kavruk kelimelerle, yüreğini acıyla buluşturur. Bakışının pasıyla zırhlanan dünya, binlerce pıtrak yapıştırır, yüzünün kumaşına… Sonbahar ki doyumsuz bir aşkın sonudur- şehrin ortasına devrin av köşklerini, yazlık kasırlarını, asırlık anıt ağaçlarını, bir sır gibi saklayan Validebağ Korusu’nda, karşı konulmaz bir davetle çeker alır fani bedeninizi, şehrin çetrefilli karmaşasından. Tek bir lâhzada öyle âni bir boyut değişimi yaşarsınız ki az önceki caddede canınızı zor kurtardığınız ceberut trafik, an itibariyle yürüdüğünüz tali yoldan asırlarca uzakta kalmış gibidir.
İnsanoğlu kuş misali, konargöçer; bulunduğu kabın şeklini alıverir, ışık hızıyla bulunduğu boyutla ünsiyet kurar. Aynı zamanda nisyanla maluldür; yaşadığı onca hayatî değişimi, su üstüne yazı yazar gibi ardında bırakır; ömür defterinde yepyeni sayfaları aceleci bir iştahla aralar; nice güzler yaşanır, damakta kekremsi tadı kalır. İşte serseri bir yağmurun davetiyle ayaklarımızın ritmine kendimizi bıraktığımız o demde, zaman mekân aşıp gelmiş haşmetli bir kasır yükseliverir gözümüzün önünde; Adile Sultan Kasrı.
Tarihçesi…
1853 yılında, küçük kız kardeşi olan Adile Sultan’a hediye etmek üzere Sultan Abdülaziz’in emri ile mimar Sarkis Balyan tarafından inşa edilmiş ve adını da vaktiyle tüm servetini hayır yolunda harcayan bu hanım sultandan almıştır. Dindarlığı, estetik hassasiyeti ve kadirşinaslığıyla tanınmış; mektepler açmış, fukaralara kol kanat germiş, öğrencileri okutmuş, gelinlik kızların çeyizlerini yaptırmış, kurumuş çeşmelere su getirtmiş olan Adile Sultan, aynı zamanda Osmanlı Hanedanı içinde divan sahibi tek kadın şairdir. Yazlık ikametgâhı olarak sadece iki yıl kullandığı sarayını, 1899’da Kandilli Kız Lisesi’ne tahsis ederek Osmanlı saray hanımlarının âlicenaplığına sembolik bir örnek olmuştur. Adile Sultan’ın ölümünden sonra yapıya, Sultan Reşat’ın üçüncü eşi Darrüalem Kadın yerleşmiş, o da 1909’da vefat edince yapı bir süre boş kalmıştır. Daha sonra 1916-1917 yıllarında kız öğrenciler için Daru’l Eytam (Yetimler Yurdu) olarak düzenlenmiş ve Maarif Vekâleti’ne bağlanmıştır. Cumhuriyet sonrasında, Dar-ül Eytam kapatılıp “Validebağ Şehir Yatılı Mektebi” olarak hizmet vermiş sonra yine bir süre boş kalan yapı, 1927’de Maarif Vekâleti-Validebağ Prevantoryumu’na dönüştürülmüştür. Prevantoryum, Mustafa Necati Bey’in girişimleriyle hizmete girmiş, tedavi gören çocukların eğitimleriyle kadrolu disiplin öğretmenleri ilgilenmiştir. 1975 yılında Türk sinemasının efsanelerinden Hababam Sınıfı’nın çekimlerinde kullanılarak Türk sinemasına önemli bir hizmette bulunan kasır, 1986 yılında geçirdiği bir yangın sonrasında Sakıp Sabancı’nın bağışı ile onarıma alınmıştır. 2005 yılında ise Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından kapsamlı bir restorasyondan geçirilerek 2010 yılında arka bölümü öğretmen evi, giriş bölümünde Hababam Sınıfı Müzesi, halka açık restoran, kafeterya, bahçe ve açık alanlarıyla hizmet vermek üzere düzenlenmiş ve bugün İstanbullulara kentin ortasında ter ü taze bir nefes olmayı sürdürmektedir.
Mimarisi…
Üsküdar ilçesinde üç yüz elli dört dönümlük bir araziye yayılmış olan Validebağ Korusu’nda yer alan dikdörtgen planlı yapının girişine çift kollu görkemli merdivenlerden ulaşılmaktadır. Mimarı, pek çok önemli yapıya imza atmış olan Nigoğos Amira Balyan’dır. Kasrın birinci ve ikinci katlarında büyük, orta sofa ve salon bulunmaktadır. Giriş, birinci ve ikinci katlardan ortak sahanlığa açılır. Kat mekânları, sofadan üç basamak ve korkuluklarla ayrılır. Baş oda, büyük odalar ve servis/bekleme mekânlarıyla bağlantılıdır. İkinci kata tırmandığımızda kasrın kapasitesini artırmak için ilk tasarımında bulunan çatı katının yerine yapılmış ek katın ve orijinal olmayan kırma çatının farklı mimari özelliklerini görebiliriz. Hem hastane hem okul hem de yazlık bir saray olma hususiyetlerinin tamamını, bahçe girişinden itibaren katlar, odalar ve mekânlar arası geçişte fark edebiliriz. Rıfat Ilgaz’ın yazdığı, Ertem Eğilmez’in yönettiği efsane Hababam Sınıfı serisi işte bu merdivenlerde, çoğunlukla da giriş katın sağ tarafında, bugün müze olarak kullanılan odada çekilmiştir.
Ve Habamam Sınıfı…
1975 yılında Hababam Sınıfı’yla başlayan ve giderek büyük üne kavuşan seriyi, 1976 yılında Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı, 1977’de Hababam Sınıfı Uyanıyor ve 1978’e gelindiğindeyse Hababam Sınıfı Tatilde takip etmiş ve karakterleriyle, unutulmaz replikleriyle ve acı-tatlı hadiselerden müteşekkil olay örgüsüyle hafızalarımıza kazınmış olan bu yapım; hiç şüphesiz beklenenin çok ötesinde bir teveccüh görmüştür. Yatılı bir lisede, memleketin dört bir yanından gelen Anadolu çocukları; ana-babalarından uzakta birbirlerine öyle sarsılmaz bir şekilde sarılmış, korku ile ümit çizgisinde ve hakikatte “hoca”lıktan ötede “baba”lık vasıflarına haiz Mahmut Hocaları’na ve dahi okulun eli-kolu hükmündeki Hafize Ana’ya öyle bir bağlılık geliştirmişlerdir ki üç yıl sürmesi gereken okul hayatı, senelerce devam etmiştir. Tabi bu durum özel bir lisenin sadece ticari getirisiyle ilgilenen müdür beyin de işine gelmiştir.
Odaya ilk girdiğinizde, sağ tarafta soba içinde kopya çekmeye çalışan Güdük Necmi ve onu yakalayan Mahmut Hoca’nın bal mumu heykeli sizi karşılıyor. Bir diğer heykel ise elinde ziliyle her sabah merdivenleri seke seke inerek öğrencilere ders saatini hatırlatan Hafize Ana’ya ait. Adile Naşit’in canlandırdığı ve “Bir daha dünyaya böylesi gelir mi?” diyeceğimiz bu karakterin ihtiva ettiği katmanlı kişilik yapısı, görür görmez gönül telimizi titretiyor. Son heykel ise filmin en bilindik ve komik karakteri olan Kemal Sunal’ın canlandırdığı İnek Şaban’ınki. Kapının sol tarafındaki kara tahta ile öğretmen masası, hafıza sarayımızdan öyle farklı mizansen ve diyalogları çağırıyor ki filmin ötesine geçip; “Mazi kalbimde yaradır” kisvesiyle geçen zamana esef eder hâlde buluyoruz kendimizi. Tahtanın yanındaki iskelet maketiyle Külyutmaz ve İnek Şaban’ın efsane sahnelerine gidiyor, ahşap çerçeveler içinde boydan boya cam kaplı, bordo kadife perdelerle bezenmiş pencerelerden korunun gizli güzelliklerini müşahede ediyoruz. Sıraların üstüne yayılmış karakterlerin posterlerini istemsizce okşuyor, duvarlarda yer alan afişleri ve filmin çekimleri için gazeteye verilmiş ilanın orijinalini görünce kendimizi bir gayretle bulunduğunuz bağlamdan koparıp filmin herhangi bir sahnesine ışınlanmak istiyoruz.
Evet, hayat kısa, kuşlar uçuyor; omzumuzda bir dolu hatıranın yükü dışardaki sisli puslu havayla mükemmel bir harmoni yakalamışken kasrın yağmur suyuyla yıkanmış bembeyaz merdivenleri nihayet müşfik bir muameleyle korunun şose yoluna doğru uğurluyor bizi. Yüzümüzde yağmur damlaları, ellerimiz cebimizde, dilimizde bir Cemal Süreya şiiri ile:
“Yıldızlar kıyamet gibiydi kaldırımlarda,
Çünkü biraz evvel yağmur yağmıştı.
Adam bulut gibiydi, hatırladı;
Adamın ayaklarının altında,
Yıldızların yıldız olduğu vardı.
Adam yıldızlara basa basa yürüdü,
Çünkü biraz önce yağmur yağmıştı…”
Hacer YEĞİN
Copyright © Tüm hakları saklıdır. Merjam.com – Copyright 2021 | Codlio
3D tasarım ajansı