Bu haberi arkadaşlarınla hemen paylaş!

Hayat, hepimize olduğu gibi Audrey Hepburn’e de oyunlar oynamasaydı, onu sinema tarihinin ikonu olarak göremezdik bile. Çünkü küçüklüğünden itibaren balerin olmak istiyordu.

Bir ikondan daha fazlası: Audrey Hepburn

Hayal kadar güzel, başarılı bir oyuncu, moda ikonu, alçakgönüllü… Audrey Hepburn, yoksul ve kimsesiz çocuklar adına UNESCO elçisi olarak geçirdiği beş yılın ardından bir gün aşırı karın ağrısıyla rahatsızlandı. Ardından kanser olduğu ortaya çıktı. Ancak o, son günlerini yaşamasına rağmen mutluydu. Sevgilisi ve köpekleriyle birlikte İsviçre’de yaşadığı evde, o güzel badem gözlerini 1993 yılında dünyaya yumdu. Biz ise hâlâ bu muhteşem kadını konuşuyoruz. Aslına bakarsanız hayat, hepimize olduğu gibi Audrey Hepburn’e de oyunlar oynamasaydı, onu sinema tarihinin ikonu olarak göremezdik bile. Çünkü küçüklüğünden itibaren balerin olmak istiyordu. Hatta genç bir kadın olduğunda da bu isteğini kaybetmedi.

Balerin Olmak İsteyen Bir Kız

Audrey Hepburn’ün hikayesinin en başına gidelim. 4 Mayıs 1929’da Belçika’nın Ixelles, Brüksel Bölgesi kentinde doğar. O zamanlar adı Audrey Kathleen Ruston’dır. Ailesi zengindir. O dönem bale eğitimi alır ve buna tam anlamıyla bayılır. Onun için her şey çok güzel gidiyordu ta ki, anne ve babası arasında çıkan kavgalar ailesini ayrılığa götürene kadar. Babası bir daha dönmemek üzere evi terk ettiğinde Audrey ilk travmasını yaşar. Aradan onlarca yıl geçtiğinde bile o dönemi “Babamın ortadan kaybolması yaşamımın en trajik olayıydı. Sanırım bunu hiç atlatamadım” sözleriyle ifade eder.

Annesi ayrılığından sonra Audrey’i İngiltere’de yatılı bir okula gönderir.

Bu kez de II. Dünya Savaşı patlak verir.

Savaşın Ortasında Bir Haberci

Audrey, savaş başladığında İngiltere’dedir. Annesi, Hollanda’nın tarafsız kalarak olası bir Alman saldırısından uzak olacağını düşündüğünden Audrey ile birlikte Arnhem’e gitmeye karar verir.

Audrey’i İngiltere’den havalanan uçağa babası bindirir. Bu Audrey’nin babasını son görüşü olur. İşlerin daha kötüye gittiği zaman ise bundan sonrasıdır. 1940 yılında Almanya, Hollanda’yı işgal eder.

O dönem henüz 10 yaşında olan Audrey, Hollanda Direniş Örgütü için çalışmaya başlar. Gizli mesajlar taşıyan bir ulak olur. Çünkü kimse bisiklet süren küçük bir kızın ayakkabısının içine bakmayı aklının ucundan geçirmez. Baleye olan tutkusunu ise asla kaybetmez. Hollanda direnişçilerine destek olmak, yaşadıkları dehşeti biraz olsun unutturmak için müzikalde oynar. Fakat müzik bittiğinde her şey eski haline döner. Kıtlık vardır. Hitler’in Hollanda kaynaklarını Almanya’ya aktarmasıyla yaşanan ve “Kıtlık Kışı” denilen o günlerde bütün çocuklar gibi Audrey de zayıf düşer, pek çok hastalıkla mücadele eder.

Bir hafta sonra bitecek diye düşündükleri savaş beş yıl sürer. “O zaman savaşın beş yıl süreceğini bilseydik hepimiz kendimizi öldürürdük. İnanın bana gördüğüm tüm kabuslarda hala o günleri yaşıyorum’’ diye anlatır o günleri. Savaş bittiğinde annesi Audrey’yi yeniden İngiltere’ye bale okuluna gönderir. Orada aylarca eğitim alır ama bir eğitmeni ona savaşta yaşadığı sorunların onu baş balerin olma hayalinden uzaklaştırdığını söyler. Savaş, Audrey’in hayallerini çalmıştı. Yapabileceği tek şey ise ağlamaktı.

Audrey’nin tek hayali dans olsa da para kazanmak için müzikallerde çalışır ve istemeden de olsa küçük rollerde oynar. 1951 yılında Monte Carlo Baby filminde küçük bir rol almak için Monaco’ya gitmesi önemli bir dönüm noktası olur.

Çekimin yapıldığı otelde Gigi’nin yazarı Colette ile bir araya gelir. Bakın Audrey Hepburn nasıl anlatır o günü: “Bir rastlantı sonucu çekimi seyretmeye başlamış. Kendisine ‘merhaba’ dememi istediler ve beni yanına götürdüler. Birden bana ‘Broadway’de Gigi’yi oynar mısın’ diye sordu. Ben de ‘Çok isterim ama yapamam, çünkü hiç oyunculuk yapmadım, hep dans ettim’ dedim. O da ‘Dansçı olduğun için çok çalışmak gerektiğini biliyorsun, tek yapman gereken de çok çalışmak’ deyince teklifi kabul ettim.” Güzel yüzü ve etkileyici bakışlarıyla Audrey Hepburn, oyunculuk eğitimi almamış olsa da Gigi’nin Broadway Müzikali’nde herkesin beğenisini toplar.

Alçakgönüllü Bir Star

Hollywood’un efsanevi oyuncusu Audrey Hepburn, ilk olarak 1951 yılında Young Wives’ Tale filmindeki rolüyle beyaz perdede görünür. Ardından Monte Carlo Baby, Lavender Hill Mob ve Secret People gibi filmlerde dikkatleri üzerine çeker.

Asıl çıkışım ise 1953 yılında başrolünde bir prensesi canlandırdığı Roman Holiday filmi ile gerçekleştirir. Film, beklentinin çok üzerinde bir başarı kazanır. Ve Audrey sergilediği rolüyle 24 yaşında bütün ödülleri silip süpürür. En İyi Kadın Oyuncu dalında Oscar Ödülü, En İyi İngiliz Kadın Oyuncu dalında Bafta Ödülü, En İyi Kadın Oyuncu dalında Altın Küre Ödülü, son olarak da New York Film eleştirmenleri tarafından verilen En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nün sahibi olur. Sonrasında başrol teklifleri tam anlamıyla yağar.

Onda dönemin kadın oyuncularının aksine seksi bir imaj yoktur. Öte yandan büyük bir çekiciliği vardır ve herkes ona bayılır. Hollywood’a tıpkı Roman Holiday filminde canlandırdığı prenses gibi girmiştir. Ve geçmişinde yaşadığı pek çok duyguyu doğru bir şekilde ifade edebilmeyi öğrenmiştir. Sahnede duygunun ta kendisi olur. Her şeyden önemlisi öğrenmeye her zaman açık genç bir kızdır. 1961 yılında çekilen Breakfast at Tiffany’s filmiyle ise bir stara dönüşür. Bütün afişlerde, televizyonda, röportajlarda vardır.

Filmde canlandırdığı Holly Golightly’nin kariyerinin en cazibeli rolü olduğunu belirterek, “Ben içe dönük biriyim, dışa dönük bir kızı oynamak şimdiye kadar yaptığım en zor şeydi” der.

Audrey Hepburn, 50’li ve 60’lı yıllarda tüm büyük yönetmenlerle çalışma fırsatını yakalar.

Sevgiyi Arayan Kadın

Yaşadığı onca zorluğa rağmen kalpleri eritecek kadar sıcacık gülümseyen Audrey Hepburn, göründüğü gibi hassas bir kadındır. Tek istediği sevmek ve sevilmek olsa da küçük yaşta babası tarafından terk edilişi Hepburn’de sonu gelmez bir terk edilme korkusu yaratır.

Çocukluğunda bir yanı sevgiye hep aç kaldığından olabilir, aşkta yüzü gülmez, iki kez evlenmesine rağmen gerçek mutluluğu bulamaz. İlk eşi, hayatı üzerinde fazlasıyla etki yarattığı, ikincisi ise kendisini aldattığı için evliliklerini bitirir. Bir daha evlenmez. Ancak yaşadığı başarısız evliliklerden sonra gerçek aşkı Robert Wolders’ta bulur. Wolders da ilginç bir şekilde onun gibi Hollanda’da savaşı yaşamıştır.

Bir Zarafet Timsali

Güzelliği, zarafeti ve şıklığıyla hafızalarımıza kazınan Audrey Hepburn, güzel giyinmeye her zaman düşkün olduğunu söyler. Güzel giyinmenin önemi ise şu şekilde ifade eder: “Sahneye güzel bir kıyafetle çıktıktan sonrası kendiliğinden gelir.” Başarılı oyuncu, farklılığı ile “Audrey Look” denilen zamansız bir stil akımının başlamasını da sağlar. Elbette Hepburn’ün moda dünyasına damga vurmasında Hubert de Givenchy’nin etkisi büyüktür. Hepburn, Givenchy’i kıyafetlerini dikmesi için ikna eder ve aralarında bir dostluk kurulur. Sonrasında Givenchy, Audrey Hepburn’e hayran olur. Onun vücuduna göre kıyafetler tasarlar. Dönemin dış görünüşünün aksine Hepburn’ün düzgün hatlarını öne çıkarmaya çalışır ve başarır. Geriye dönüp bakıldığında ünlü oyuncunun ses getiren kıyafetlerinin çoğunu Givenchy’nin yaptığı görülür. Şahane Macera’daki elbisesi eşsizdir.

Söz gelimi Breakfast at Tiffany’s filminde giydiği siyah elbise de Givenchy’nin imzasını taşır.

Aradan onlarca yıl geçmesine rağmen Audrey Hepburn, filmlerinde giydiği kıyafetler ile moda dünyasına bugün bile yön vermeye devam ediyor.

Etiketler:
admin

admin

  • Editörün Seçimi
  • En Çok Okunanlar

Copyright © Tüm hakları saklıdır. Merjam.com – Copyright 2021 | Codlio