Bu haberi arkadaşlarınla hemen paylaş!
Küçük kutucukların yönettiği insancıkların dinmek bilmez açlıkları büyüdü, yalnızlıklarını, mutsuzluklarını kamera filtreleri ardında sakladı.
Tarifi nâ mümkün bir fenomen mutluluk. Kişiden kişiye, gruptan gruba, ülkeden ülkeye, coğrafyadan coğrafyaya değişen, insanın değiştirdiği bir mefhum. En mühimi de zamandan zamana değişir oluşu. Mutluluğu belki de en anlaşılmaz, tanımlanmaz kılan unsur zaman. Mutluluğu hermenötik yükün altına sokan ise tarih. Baştan belirtmek gerekir ki bu yazı, mutluluğu tarif etmekten fersah fersah uzaklaşacak, okuyucunun kafasını iyiden iyiye karıştıracak. Mutluluk nedir söyleyemeyecek okuyan. Herkes kendi mutluluk kalıbını şekillendirecek, getirdiği kâse kadar nasiplenecek bu ırmaktan.
Hz. Âdem’in dünyaya inişiyle başlayan yolculukta, peygamberden peygambere akan hikmet, mutluluğun kaynağına işaretle, halklarına uyarıcı oldu. Gözünü dünya bürümüş, tutkuları mutluluk getirmeyen insana tembihler, işaretler fayda vermeyince, helak olmuş topluluk hikâyeleri doldu insanlık tarihi.
Bir ara felsefe, bilgelik sıfatıyla çevresini ışımaya başladığında, ziyası mutluluğun üzerine de vurdu. Dünyanın dört bir yanında bu bilgelik, varoluşun her meselesinde kafa yorarken Doğu’nun ve Batı’nın gözü hadiseyi kâh aynı kâh bambaşka nazarla okudu. Modern günlere gelene kadar savruldu; kimi hikmetle karşıladı kimi şehvetli bir dünya tutkusuyla.
Güneşin doğduğu yönde milattan önce beş yüzler civarı Konfüçyüs, mutluluğu bir yolculuğa benzetti, varıştan ziyade. O, yolculuk hâlinde, içinde bulunulan anda aradı mutluluğu. Zira “Mutluluk insanın boyu hizasındaydı.” Buddha’da da yol mutluluğa denkti. Lao Tzu huzuru anda yaşamak olarak kucaklarken, geçmişte kalmanın adına mutsuzluk, dedi.
Hocalar hocası Sokrates, insanı sorgulamaya başladığında mutluluğu es geçemezdi. İyi hayat nedir, diye sorarken erdemi ve mutluluğu gösterecekti parmakları. Eudaimonia felsefesi her fiilin kendisine yöneldiği o en yüksek değer, yüce mutluluk üzerinde cem oldu. İnsan ruhunun açlığını dindirecek ruhsal mutluluk ideası, hocalarının peşinden Platon ve Aristo’yu da sarıp sarmaladı. Etik yazılırken mutluluk, erdemlerden kılavuzluk alacaktı.
Tenakuzlu hazcılıklarıyla insanı azami haz duymaya iteklerken, arzuların mutluluğa sürükleyenini öncelemeyi salık veren, doyumsuzluğa sevk eden hazzı çileyle kendinden uzaklaştıran Epikürcülerin karşısında kapı gibi dikildi Stoacılar. Mutluluğu erdemle tarif ettiler, zevkle değil. Olan biteni tam da olduğu gibi kabul, mutluluğun anahtarı oldu. Erdem mutluluk yaratırken kader senaryosundaki oyunculuk, kabullenmek üzerinde yükselen bir bilgeliğe dönüştü. Güneşin battığı yönde yıl, milattan önce dört yüzler.
Antik Hindu’nun Sanskritçe yazılarak günümüze gelmiş, milattan önce üç yüzlerde ki Mahabharata’dasında ise yine mutluluğa bugünden çok başka bir anlam verilecekti. Sadece umuttan yoksun olan kişi mutludur diyecek “Var olan en büyük işkence umuttur, umutsuzluk ise sonsuz mutluluktur” gibi, bugünün insanını hayrete düşürecek cümleler kuracaktı.
MİLADIN DÖNÜŞÜ
Sonra milat dönecek, dünyanın gidişatı değişecek, bir peygamber, “Allah muhabbettir” diyecek, belki de sözleri en anlaşılmayan insanlardan biri olacaktı. O kadar ki Hz. İsa hiç gülmedi diyen, gülmeyi günah sayan Aziz İoannes Hrisostomos gibiler Nietzsche’ye, Hristiyanlığın hayata karşı nefreti büyüten, inancın mutluluğu yok eden şey olduğunu düşündürecekti. Koskoca bir tarih, bir dinin bozulup ziyan edilişine şahitti.
6. yüzyılda dünya, dinlerin sonuncusu, peygamberlerin tamamlayıcısı ile müşerref olduğunda, yepyeni bir kan dolaşacaktı insanlık damarlarında. Mutluluğun unutulduğu bir çağda umut olacak, sevinci yeniden tanımlayacaktı. Yunus Suresi’nde, “De ki; Allah’ın ihsan ve merhametiyle sevinç duysunlar, ancak bununla sevinip öğünsünler. Bu onların toplayıp biriktirdiklerinden daha hayırlıdır.” diyecekti Yaradan. Son dinin Peygamberi (sav), “Allah’ın kendisi için takdir ettiğine razı olan mutlu olur. Allah’tan hayır istemeyi terk eden ve Allah’ın kendisi için takdir ettiğine razı olmayan kimse mutsuz olur.” formülünü verecekti inananlara. Dünyanın bir yanı inanmaktan yorulmuşken, diğer yanında çiçekler açacaktı. Bir devrim yoluna çıkanı yıkayıp yuğlarken, diğer tarafta kıyametler kopacaktı.
El-Makdis’i; “O’nun sevgisi benim neşemdir, sevincimdir, hayatımın ruhudur.” diyecek kadar sevdi Yaradan’ı. Kimya-ı Saadet’ten bahseden İmam-ı Gazalî geldiğinde sahneye, Hz. Peygamberin (s.a.) “Kendini bilen Rabbini bilir” tavsiyesine dayanan, insanı bir mutluluk yolculuğuna davet eden sözler terennüm edecekti. Ona göre bedenî saadet, İslam ahkâmına uymak, ruhi saadet ise manen tatmin oluş, yaradılış gayesine varışla mümkündü. Sonra döneminin kutublarından Ataullah İskenderî çıkagelip rızayı öğütledi müridlerine. Meşhur Hikem’inde “Ey mürid, umut ettiğin şeyden hürsün, ümit beselediğin şeyin kölesi.” deyiverdi, mutluluk Rabb ile kurulan irtibattaydı.
KADİM HÜKÜMLERİN TERKİ
Ahlakı tamamlayan bir Peygamber (s.a.) yol gösterici, mutluluğun mimarı olarak dini yayarken Batı karanlık bir çağın altında ezilecek, silkinip kalkmak için yüzyıllarca bekleyecekti. 15. yüzyıl geldiğinde zincirleri kırmaya niyet edenler insanın varlığını, varlığının anlamını sorgulayıp aklın önderliğini, kilisenin üstüne çıkaracaktı. Sloganı “Sapere aude” olan Batı aydınlanması; bilmeye cesaret et, derken neyi, nereye kadar bileceğinin cevabını pek de kolay bulamayacaktı. Zira bir yandan aklı devreye sokan insan, diğer yandan mutluluğun formülünü de kaybetti. Azla yetinen, erdemi mutluluğa yol sayan kadim hüküm, yerini karnını doyurmak için makineleşen insana bıraktı. Tek tutkusu çalışmak olan halk için Voltaire mutluluk vuslatını gereksiz görecekti, sevinme istidatlarını yok edeceklerdi insanın. Sırtlarında şaklayan kamçı isyanı çağıracak, varlık iddiası ile küfre varan halk, devrimler, inkılaplar patlatacaktı. Artık mutluluk, kamçısı elindeki gücü yerle bir etmekten ibaretti.
MUTLULUK DİKTATÖRLÜĞÜ
Modern aklıyla insanın dünyayı ele geçirme vakti geldiğinde, “Mutluluk diktatörlüğü”nü kurmak için kolları sıvadı. Henüz 16. yüzyılda keşfedilen, mutlu insanların katledildiği topraklardaki kan kokusu kalkmadan 1776’da ilan edilen Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nde parıldayan “Mutluluk için uğraşma hakkı”, tüm uluslar için bir mutluluk hakkı savaşına, bir doyumsuzluk hezeyanına dönüştü hızla. Zira yine aynı topraklarda tüketen adam, mutluluk diktatörlüğünün ayrıcalıklı üyesi oldu, tüm dünyanın tepesine bir çılgınlık hatta bir kültür olarak indirdi tüketmeyi.
Azla yetinmeyi, doymadan sofradan kalkmayı düstur edinmiş son Peygamberin (sav) ümmeti. Zelil bir yıkımın arefesindeki medeniyetin ayaklarına secde ederken parıldayan bir tarihin paslanmış aynasında yüzünü seçmekten acizdi. Haz tüketmekte, sahip olmakta, yetinmeyip daha fazlasına göz dikmekteydi. Kaderden ölçüsüz talepleriyle yeni insan, görseydi kadim insanın kanını dondururdu…
MELANCHOLİA
Mutluluk şöyle dursun, kemikleşmiş, arızî bir mutsuzluk kuşattı nesilleri. Teknoloji adlı büyük nimet, mutluluk ve refah vaatçisi devrim, acemi ruhların ellerinde tehlikeli bir oyuncağa dönüştüğünde telafisi zor bir kerteye gelindi. Küçük kutucukların yönettiği insancıkların dinmek bilmez açlıkları büyüdü, yalnızlıklarını, mutsuzluklarını kamera filtreleri ardında sakladı.
Lars von Trier’in Milenyum yüzyılının başlarında çektiği Melancholia filmi, Melankoli gezegeninin dünyaya çarpmasıyla, psikolojik felaketimizi çizdiğinde, herkes anlayacaktı; mutluluk bir ütopyaydı artık, öyle ulaşılmaz, ufukta bir yerde. Yine de ulaşmayı bilenin ısrarla ummaktan vazgeçmediği mesafede.
Büşra TOSUN DURMUŞ – Akademisyen / Yazar
Copyright © Tüm hakları saklıdır. Merjam.com – Copyright 2021 | Codlio
3D tasarım ajansı