Sanal kimlikler narsist benlikler

Merjam Yazar: Merjam 9 Eylül 2020

Bu haberi arkadaşlarınla hemen paylaş!

Yaşlılığa ve bilgeliğine değil yaşsızlığa ve çekiciliğine yatırım yapan, ölümün inkârından beslenen kültürel piyasalara, pazar hükümranlarına bu kadar rahat teslim olduk!

Sanal kimlikler narsist benlikler

 

Bir yanda “Tıklama”larla ölçülen duygular, “Like”larla değer kazanan ilişkiler, takipçi sayısına kilitlenen hedefler, “Marka” ile belirlenen üstünlükler, klavye tuşlarına hapsedilen muhabbetler, görünür olmaya adanan bireysel ihtiraslar, toplumsal talepler, “Sahip olma”yı paylaşmaya, “Hayran olunma”yı “Kayda değer olma”ya önceleyen rekabetler ile; hazzın geçiciliğini değerin kalıcılığına, niceliğin çekiciliğini niteliğin anlamına, bilinir olmayı kendini bilmeye tercih eden sanal âlemin sanal kimlikleri…

 

Diğer yanda daha “Genç” ve “Güzel” görünmek uğruna, “Allah vergisi”nin doğallık ve imtiyazını estetik operasyonun yapaylık ve tekdüzeliğine feda eden idrakleri, zaman ile yarışa giren “Neşter mucizesi” görüntüleri, ayırt edilemeyecek şekilde birbirine benzeyen kimliksizleşmiş çehreleri, ruhlarını zamanın ruhsuz  ruhuna kaptırmış bedenleri, bedeni sıfırlanırken kendisi obezleşen egoları, fıtratına yabancılaşan ruhları, dışına bakmaktan içini görmeyi unutan, niçin yaşadıklarını bilmediklerinden yaş almaktan korkan kadınları, erkekleri ile; yaşanılan dünyanın narsist benlikleri…

 

 

‘Tanrım Beni Baştan Yarat’ mı?

 

“Her toplum ihtiyaç duyduğu karakteri üretir.” der usta ruhbilimci Erich Fromm. Bu demek oluyor ki kemiyeti keyfiyete, teşhiri mahremiyete, yüzeyselliği derinliğe, lafzı anlama, haz tutkusunu hakikat arayışına, günübirliği tecrübeye öncelemeye hazır, anlık beğenilere, sığ ve yapay ilişkilere, maddi tatminlere muhtaç; eğreti devşirme kimliklermiş ihtiyacımız olan! Ki, kabuğu içe, imajı asla, görüntüyü öze, gösterişi tevazuya, değişimi devama, maddeyi manâya bu kadar kolay tercih ettik. Varlık-bilgi-değer sistemimizin “Ben idraki”nden ve şahsiyet yapısından bu kadar çabuk vazgeçtik. Yaşlılığa ve bilgeliğine değil yaşsızlığa ve çekiciliğine yatırım yapan, ölümün inkârından beslenen kültürel piyasalara, pazar hükümranlarına bu kadar rahat teslim olduk!

 

Bizler daha “Tanrım beni baştan yarat” söylemini analiz edememişken, bu isyanda “Doktor”, Tanrım kelimesinin yerini nasıl aldı? Kalemi, kelâmı, gazeli, edebiyatı, zevk ve sanat anlayışı, zaman/mekân, hayat/ölüm kabulleri ile bir medeniyetin “Sıbgatullah” temelli kadim ve kavî güzellik anlayışı, bambaşka bir dünyanın “Dolgu madde”lerine niçin ihtiyaç duydu, rengine nasıl kapıldı? Mecnunların; aşkında ilâhî aşka, tezahüründe asla, suretinde sîrete ulaştıkları, mecazından hakikate, kesretinden Vahdet’e yol aldıkları, hasretinde Haşyet’i, güzelliğinde ilhamı, güzelliğinin ardında Mevlâ’yı buldukları leylayı nasıl ve niçin kaybettik?

 

 

Ürkütücü Gelişmeler: Bedensel Varoluşa İndirgenmek

 

Hayatı biyolojik varoluşa indirgeyen modernist telakki, bedeni de sadece bu dünya ile kaim kılıyor, ona, “Bitimli” varlığımızı biyolojik olarak sınırlama görevini bahşediyordu. Bu bağış, bedeni, sahibinin gözünde biricik kılarak yüceltirken, diğer yandan ona hangi toplumsal kabullerin bu yüceltmede daha etkili olacağını öğretiyordu: Benlik aynasına usanmadan aynı soruları sormanın toplumsal trendlerini; “Benden âlâsı, benliğimden ötesi, görüntümden önemlisi, bedenimden başkası var mı?” İnsanın ihtiyaç, haz, mutluluk, çalışma, zaman, mekân, başarı algılarındaki değişimler, yalnızca arzunun narsizmini yansıtabilen bu aynanın başında gerçekleşti. Bedenin dizginleri artık arzunun elinde idi; bedeni ruhtan, anlamdan, düşünceden tamamen koparan bu modern/kapitalist telakkide yeni bedene biçilen giysi, “İktisadi” olmaktı. Eski bütüncül kimlik, eskiye ait her şeyle birlikte geçmişe fırlatıldı. Günümüzün “Arzuların şelale” olduğu postmodern özgürlük ortamında artık bedene giysi bile biçilemiyor, bedene ait yeni bir moda da yok: Rol biçiciler, makaslarını ve şablonlarını bir kenara bıraktılar. Beden artık iyi, doğru ve güzelin birbirinden tamamen koptuğu, “Ortak iyiden” dahi yoksun bir podyumda varoluşuyla ilgili bütün giysilerinden soyunmuş olarak arz-ı endam ediyor…

 

“Bedenim benimdir, ne istersem yaparım” sloganında somutlaşan yukarıdaki durum, bedenin, hayat alanlarına ait normlardan özgürleşmesi, sadece kendisinin kontrolü altına girmesi demektir. Varolan her şeyin kaynağı olma imtiyazının Hâlık’dan alınarak mahlûka verilmek istenmesi; bilgiyi, insanı ve toplumsal hayatı bölüyor, parçalıyor, dağıtıyor. Bundan böyle insan, bedenine ne isterse yapabilir, hattâ isterse tapabilir. Bedeniyle ilgili herhangi bir tasarrufa niyet etmesi yeterlidir. Hayatın yegâne hedefinin, bedene ait arzu ve hazların bütün kayıtlardan özgürleştirilmesi olduğu bir ortamda, hazzın ertelenmesi de, engellenmesi de artık mümkün görünmüyor.

 

Gerontologlar, diyetisyenler, hekimler, fitness eğitmenleri, yaşam koçları, alternatif tıp ve estetik uzmanları, moda ve reklam sektörü bir ağızdan “Yaşlanmaya karşı savaş açın”, “Yıllara meydan okumak sizin elinizde”, “Biyolojik saatinizi geri almak mümkün”, “Yaşlanmak kaçınılmaz değildir”, “Uzun ve sağlıklı yaşamanın sırları”, “Kırışıklara veda edin”, “Yaşlanmayı geciktirici besinler”, “Sıkı vücut için sıkı diyet”, “Her gün bir aspirin, balıkyağı, organik gıda, filan falan tohumlar ile ömrünüzü uzatın”, “Yeni estetik yöntemlerini keşfedin”, “Çirkin kadın yok bakımsız kadın var”  diye haykırırken, bazen de birbirlerine zıt öneri ve uygulamalarla uzun hayat sevdasındaki kafaları karıştırıyor, hayalleri karartabiliyorlar. Hepsi de görünürde “Genç kalma”ya yönelik bu reçeteler; sadece yaşlanmaya dair yeni bir kavrayışın gelişimine yol açmakla kalmıyor, yaşlılığa dair toplumsal ve bireysel anlamlandırmalarımızı, yaşlanmayı tecrübe etme biçimlerimizi, hayat ve ölüm ile ilgili telakkilerimizi de kökten dönüşüme uğratıyor.

 

 

Mana mı Madde mi, Ruh mu? Beden mi, Haz mı Değer mi? 

 

İnsan, bir dine söz verdiği andan itibaren o dinin; âlem tasavvuru, anlam örgüsü ve varolma biçimi hakkındaki teklifleriyle karşılaşır. Hayatın bu tekliflere göre tanziminin kabulü, kişiyi teolojik planda dinin mensubu/mümini, sosyolojik planda hayatla buluşturan aktörü kılar. İslâm’ın “Beden telakkisi” söz konusu olduğunda böyle bir kabulün anlamı; onu ruh ve düşünceden ayrıştırmadan, ontolojik bir kötülük isnat etmeden, hadsizce sahiplenmeden, haksızca dışlamadan “Emanet bilinci” ile insanî bütünlüğe dâhil etmek, bu terkibi Yaratıcısının terbiyesi üzere korumak, düzenlemek demektir. İşte modernitenin, beden algısındaki temel tahribatı, mezkûr terkibi parçalayarak, akıl ile bedeni birbirinden ayırması ve “Bedeni rasyonelleştirmesi” oldu.

 

Oysa, Allah’ın vazettiğidine ve bu dinin ahlâk kurallarına bağlandıktan, kendimizi ve toplumumuzu bu manevi ve mutlak bağlılık üzerine inşa etmeye söz ve karar verdikten sonra yapamayacağımız şeyler vardı. Fakat biz hayatlarımızı bu ahlak sisteminin prensipleri yerine, artık daha fazla değer verdiğimiz, daha derin anlam yüklediğimiz, kimliğimizi oluşturmada “Daha uygun” gördüğümüz devşirme kavramların hâkimiyetine soktuk: Kanaat yerine tekâsür, şükür yerine isyan, îsâr yerine israf, itidal yerine ifrat…

 

Kendimizi ve toplumumuzu kadim prensiplerimizin değil, bu kavramların ortak paydasındaki çokluk bildiren bir pekiştirme sözcüğü üzerine kurmaya koyulduk: “Daha!” Daha uzun yaşamak, daha çabuk hareket etmek, daha çok kazanmak, daha çok üretmek, daha çok tüketmek, daha çok eğlenmek, daha özgür, daha genç, daha başarılı, daha güzel, daha alımlı, daha fit olmak… Bu “Daha”ların bizi daha erdemli, daha âdil, daha huzurlu,  daha mutlu, daha müşfik, daha sevecen kılmadığını, kılamayacağını düşünmeden… Şükran, vefa, hamd duygularını unutturan bir “Daha toplumu”nun, İlâhî kelamda yerilen “Tekâsür” üzerine çöreklenen bir “Tekâsür sistemi”nin, insanoğluna ve insanlığa “Daha” nelere mal olacağını hesap etmeden…

 

Modern toplumda insana işte tam bu noktada tasallut etmekte, bu noktada aklını ve ruhunu çelmekte, nefsine direktiflerini bu zaaf noktasından dayatmaktaydı. Ona;bu muhteşem bağlılıktan vazgeçerek Allah’ın ipine tutunmayı bırakması karşısında mutlak bir özgürlük vadediyordu. Kendi kuralını kendisinin biçeceği, kendi sınırlarını kendisinin çizeceği, kendi işini kendisinin bileceği, yalnızca haz arzu ve ihtiraslarının sesine kulak vereceği, sadece kendi kendisinin efendisi olduğu mutlak bir özgürlük: “Ben yapıyorsam doğrudur, ahlâkın kaynağı benim, bir başkasına ihtiyaç duymuyorum, bir başka moral felsefeye, ahlaki kılavuzluğa ihtiyacım yok, bir yol gösterici olarak dine ihtiyacım yok, bir ideolojinin kılavuzluğuna ihtiyacım yok, insanlığın kadim değerlerine ihtiyacım yok; ben davranışlarımın biricik meşrulaştırıcısıyım, bir şey benim için iyiyse, ben iyi olduğunu düşünüyorsam iyidir, doğru olanı belirleyen bizzat benim bedensel deneyimimdir.”

 

Farklı deneyimlerin üstünlüğünün bile tartışılamadığı, birey sayısınca doğrunun olduğu, bireyin deneyiminin hakikatini bildirecek hiçbir güç veya kaynağın bulunmadığı bu sistemde insan görünüşte kendisinin efendisidir. Fakat aslında kulak verdiği yegâne ses, onu kendine fark etmeden çeken, cezbeden, tutsak eden ve ancak onun hazlarını körükleyerek ayakta kalan bir sistemin buyruklarıdır. Ona iki dünyada saadet vadeden manevi bir bağlılığı reddeden insanoğlu, bu defa kademe kademe maddi bağımlılıklara saplandı. Bu manevi yoksunluk ortamına bu bağımlılıklar bir virüs gibi sızdı, ruha metastaz yaptı ve insanın manevi yapısını, fıtrî bağışıklığını çökerterek yerle bir etti. Kumar bağımlılığı, cinsel bağımlılık, internet bağımlılığı, alışveriş bağımlılığı, video oyunu bağımlığı, estetik operasyon bağımlılığı, gıda bağımlılığı, adrenalin bağımlılığı gibi bu farklı virüsler aslında tek bir patoloji altında toplanabilirler: Maddi tutku!

 

Saplantı da diyebileceğimiz bu tutkunun ağına bir şekilde ve bir tarafından benliğini kaptıran insan aslında bütün özgürlüğünü kaybetmiş, ipleri serbest piyasanın, moda dünyasının, sanal âlemin ve dünyanın bir köşesinden ona hayatıyla ilgili emirler yağdıran hiç tanımadığı insanların ve sistemlerin eline geçmiştir. Onlar ne derse o olmaktadır. İşin garibi bu furyaya kendilerini mümin olarak tanımlayan ve hayatlarını bu kimlik üzerine kurmaya çalışanlarda kaptırmıştır. Evlerin düzeninden, giyim kuşama, yeme içme, eğlenme ve hayat tarzlarına hatta okunan kitaplara, çıkılan seyahatlere kadar onların emirlerine uyulmaktadır. Sadece sunulan şeyler seçilmekte, ihtiyaçlar bile bu hükümranlar tarafından belirlenmektedir. Peki bu nasıl bir özgürlüktür?

 

 

Güzellik Nefislerimize İlham Edilmiştir

 

“Geleneksel Ekol”ün önde isimlerinden Burckhardt, güzellik-hakikat ilişkisini şöyle dile getirir: “Güzellik, hakikatin bir ölçütüdür, içinde hakikat barındırmayan gerçek güzellik olmadığı gibi, güzellik saçmayan tam bir hakikat yoktur.” Sanatı ideal güzelliğin ifadesi olarak tanımlayan Coomaraswamy’ye göre Müslüman tahayyülü açısından sanat, bireysel, sübjektif ilham ya da hazcı duygulanımların etkisinden kurtulduğu ölçüde ilâhî olanı hatırlatan önemli bir dile dönüşecektir. Ekolün tamamına göre; güzellikleri, insanı hayran bırakma ve arındırma güçleri, fıtratımızdaki uyuşmazlıkları düzene koyma kapasiteleri ile sanat eserleri, hakikatin hatırlatıcılarıdırlar. Hakiki sanat, insanoğlunun kendi merkezini, yani Allah sevgisi olan varlığın özünü bulmasına yardımcı olur. Kutsal bir sanat eseri sonsuzluk kokar, mutlağın mührünü taşır ve özünde insanüstü imkânların ötesine geçerek bireysel kabiliyeti terbiye eder ve bir bütün olarak geleneğin yaratıcı işlevini ortaya koyar.

 

Bu bağlamda sanatın; günümüzde fizikî çevresiyle birlikte ruhu da çoraklaşan insanoğlunun metafiziğin ve maneviyatın saadet ve sükûnetini yakalamak için elinde kalan son vasıtalardan biri olduğunu söyleyebiliriz. Bu vadide sanatkâr da kâinattaki ihtişamı ve insicamı yeniden hatırlatarak bizi güzelliğin kaynağına davet edecek olan insandır. Haddizatında “Bütün sanatçıların amacı, o mutlak cemal sahibi olanı tasvir etmek, O’nu metafiziksel anlamda kavrayıp eserine kopyalayabilmektir. Eğer sanatçı, o ilâhî sanatın farkında ise, yaptığı sanat, kişinin kendini tanıyıp sonrasında Rabbini tanıma sanatı olur ve sanatçı, bu yüce sanata hizmet ettiği, icra ettiği sürece bütün sanatlar bir perde olmaktan ziyade bizi mutlak cemale götüren bir vesile olur.” İşte “Geleneksel” veya “Gelenekli” sıfatını verdiğimiz; kendi medeniyetimize, özümüze, hayat biçimimize ait sanatlar, bu tür bir, muhatabını iç yolculuğa, kâinatı keşfe, murakabeye, ilâhî aşka davet etme hedefinden doğmuştur. Dolayısıyla bu sanatların sanatkârı da bu hedefle tamamen örtüşen bir şahsiyet arz eder; bilinirlikte,  şöhrette, egoda değil, tevazuda yarışır. Güzelliği Allah’tan gelen ve yine O’na sunulan bir değer olarak kabul ettikleri için, kendilerine verilen ilham ile o esere nail olmak, onlara şeref olarak yetmiştir. Onlar benliklerini ilâhî ferman önünde, aynı deryanın dalgalarında törpülenen çakıl taşları gibi eritmişler, bir arada olarak var olmanın neşvesine ulaşmışlardı. Sultan Ahmed Camii’nin tek bir yerinde sedefkârın imzasını bulamayışımız, Şehzade Mehmed Türbesi’nin hatlarında hattatının imzasına rastlanmaması, var olan imzaların şifrelerinin ise hâlen çözülmeye çalışılması, Mimar Sinan’ın bilinen yüzlerce eserinden sadece yalnızca birinde imzasının bulunması, divan şiirindeki sayısız “Lâ edri” şair imzası gibi Türk-İslam sanatındaki pek çok mahviyatkârlık örneği durumun sebebi tam da budur: Onlar imzalarını, irfanlarından ilham alan, tevazuları üzerinde yükselen, diğergamlıkları ile değer kazanan bir medeniyete atma şerefine nail oldular. Çünkü onlar hayatı, zamanı ve sanatı; anda yaşamak, onun hakkını vermek, onu zamanın sahibinin istediği gibi geçirmek, olmayı sahip olmaya yeğlemek, geçmişten sadece yola ait tecrübeyi devralmak, geleceği ise tekâmül yolunda verilen bir imkân olarak görmek gibi, kendilerini “İbnü’l vakt” kılan meziyetler ile ihya etmişlerdi.

 

 

Sanatta Marifetullah Neşvesine Talip Olmak

 

Sanatı; “Özü itibariyle oldukça dinî bir anlam taşıyan ulvi fikrî yükümlülüğün kutsanmış bilincine varmak” olarak tanımlayan dâhi sinemacı Tarkovski şöyle yakınır: “Benim açımdan ideale ulaşma anlamına gelen sanatta, güzellik gibi olağanüstü önemli bir kategori neredeyse tamamen yok olmanın eşiğine gelmiştir.” Gerçekten de bu “Olağanüstü kategori”nin yerinden oynaması, sadece sanatı değil, aynı ideal arayışındaki ahlâki değer sistem(ler)ini yerinden etmiştir. Toplumumuzun da, hayat algıları ve pratiklerini kökten değiştiren bu global sarsıntıdan nasibini aldığı, değişen güzellik anlayışının; insan, mekân, zaman, sanat, ilim, ölüm, hayat telakkilerindeki tahribatı üzerinden açıkça okunabilir. Bunun için etrafımıza şöyle bir bakmamız yeterlidir: Gökkubbenin eşsiz siluetini delip geçen gökdelenler, hayatların üzerine dikilen konutlar, aileyi bölen, aşkı örseleyen, şiddeti körükleyen, zamanı ve anlamı parçalayan diziler, “Dolduruş”a getirilmiş bir örnek çehreler, nezaket yoksunu davranışlar, bozulmuş Türkçeler, görgüsüz zenginlikler, sorumsuz ve pervasız teşhirler, stil ve şıklık yarışları, marka ve gösteriş savaşları, mantar gibi türeyen tüketim katedralleri…

 

Sonuçta, Schumacher gibi “Küçük Güzeldir” diyemiyor olmak, Kutlu gibi “Yoksulluk İçimizde” dememize yol açtı. Zenginliğin, “İç zenginliği”ni de kapsayan manasını ve bunun içe bakış ve kendini tanıma ile elde edilebileceğini, asıl yoksulluğun ise maddeye değil, manaya ait yani içe dair bir yoksunluk olduğunu unuttuk. Eserden müessire uzanan bir mutlak güzellik arayışının yolcuları olarak “Yol”umuzu ve yoldaki izleri kaybedeliberi de toplumca kaçınılmaz bir “Biz şuuru aşınması” yaşıyoruz. Üstelik yalnız kendi bizimize değil, bizzat kendimize de yabancılaşıyoruz. Gitgide kendi öz benliklerimizi, yani “İyiliğin, doğruluğun ve güzelliğin ilham edildiği nefislerimizi” bile kendimize ötekileştirmekte maharet kesbediyoruz. Burada bize fert fert düşen, “İyi”yi ve “Doğru”yu yaşam tarzı ve toplumun temeli olarak takdim eden bir inanç sisteminde, güzelliği de, yeniden bu yaşam biçimiyle rabıtasında aramak ve bu arayıştan hayata yeniden iyilik ve doğruluk devşirmektir. Bu temrin bize Marifetullah neşvesini bahşedecek; zevk, ahlâk ve doğruluğa ait hassas teraziyi yeniden ayarlama, metafizik, etik, estetik düzeydeki derin boşluklarımızı, “Ben” ve “Biz” adına doldurma imkânını verecektir. Bize; dışımıza, bedenimize, imajımıza ait narsist iddialardan sıyrılıp anlamsızlığın karanlık kabuğunu, güzelliğin sonsuz gökkuşağında eritmek itiyadını kazandıracaktır. Bu arayış aynı zamanda bizim için, Tanpınar’ın “Cetlerimiz inşa etmiyor, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı.” dediği türden bir yeniden olma, bulma, kurulma fırsatıdır…

 

 

Zaman ile Yarışmak Yerine İbnü’l-Vakt Olmak

 

Yukarıdaki satırlara katıldığımızda, global yükünün altında gitgide biraz daha ezilen, hantallaşan ve yeknesaklaşan dünyamızın, kökleriyle irtibat hâlinde, muhit bir yerelden evrensele uzanan sanat ve güzellik anlayışlarına acilen ihtiyacı olduğuna da inanabiliriz. Hattımızın, tezhibimizin, ebrumuzun, kat’ı, minyatür ve musikimizin, Mesnevî’mizin kıtalar ötesi ziyaretleri ve gördükleri hüsnükabul, bu inancın karinesidir. Aynı zamanda bu durum bizi madde ile ilgisi ve algısı vahim bir hâle bürünen beşeriyetin bilinçli bir anlam ve hakikat arayışına yöneldiği ile ilgili de ümitlendirebilir: Modern ve global yaptırımların bir neticesi olarak; ferdî planda kendine yabancılaşma, toplumsal ve toplumlar arası planda ötekileştirme sancılarının, şiddet ve husumetin deva bulmasında geleneksel sanatlarımız, kadim tecrübesi ve muhabbet dili ile belki de savaşan dünyaya ve insanlığa arabuluculuk ve rehberlik edecektir. Bir yandan fıtratımızdaki güzellik, estetik duygusunu meydana çıkararak bize varlıktaki güzelliği, letafeti, inceliği işaret ederken, aynı anda bizi kâinatın Musavvirine, güzelliğin mutlak kaynağı olan Cemale, yani eserden müessire davet edecek, uykulu gözlere, kilitli kalplere, O’nun yaratma, tasarruf ve lütfetmedeki eşsiz hünerini tecrübe imkânını verecektir. Kim olduğumuzu, nereden gelip nereye gittiğimizi, burada neden bulunduğumuzu ikrar ederken bir yandan da estetik bir zirve olarak İslam medeniyetinin ardındaki yaşam tarzını, medeniyetin kurucu dinamikleri olan inancı, muhabbeti, şefkati, ahlâkı, kanaati, infakı işaret edecektir unutkan bilinçlerimize…

 

Böyle bir idrak ile güzelliğin izini sürmek, bizi zaman ile yarışmanın onu durdurmaya çalışmanın onun aldatıcı rüzgârına kapılmanın örseleyici yanılsamalarından ve ürkütücü boşluğundan da kurtaracaktır. Bize zamanda kalarak, onun imkânına sahip çıkmayı, onu “Emrolunduğu üzere dosdoğru” ihya etmeyi, onda geçmiş ve gelecek kaygısından azade olarak yaşamayı, ona tecrübeyi katıp istikbale taşımayı, yani fani olmanın sırrına sahip bir idrak ile vakte dâhil olmayı, zamana karşı koymadan onda ibnü’lvakt olmayı öğretecektir. İlâhî yolculukta, batıni yolu, zahiri seraplara; kalıcı olanı geçiciye, uhreviyi dünyeviye tercih eden vaktin çocukları bundan böyle şairin mısraındaki ebedî saadete kulaç atarlar: “Ölümden ne korkarsın/ Korkma ebedî varsın…”

 

Selma KARIŞMAN – Din Sosyoloğu

 

Etiketler:
Merjam

Merjam

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Editörün Seçimi
  • En Çok Okunanlar

Copyright © Tüm hakları saklıdır. Merjam.com – Copyright 2021 | Codlio
3D tasarım ajansı