Dersimiz mutluluk; konumuz Pollyanna

Merjam Yazar: Merjam 12 Ocak 2021

Bu haberi arkadaşlarınla hemen paylaş!

Amerika’da da Türkiye’de de bedenen ve ruhen korunmanın oldukça güç olduğu bir çevrede test ediliyoruz: Her iki ülkede de televizyonlar sürekli açık ve reklamlar hep “Daha fazlasını iste!” diyor.

Dersimiz mutluluk; konumuz Pollyanna

 

Geldiğimiz noktada, tüm dünyada siyaset açısından, devletlerin en üst kademelerinden en alta kadar mutluluk artık çok önemli bir mesele. Mutlu insan, herkese iyi davrandığı için bu iş toplumsal bir mesele de aynı zamanda. Bu sebepten bazı devletler “Mutluluk Bakanlığı” ihdas ediyor, mutluluk üzerine politikalar tasarlıyorlar. Belki de okullara “Mutluluk” dersi konulmalı. Müfredatı ne olabilir? Pollyanna mı? Belki de Milli Eğitim Bakanlığı gibi Milli Mutluluk Bakanlığı lazım…

 

Aşırı özenerek kutlamalar hazırlayan Amerikalılar Şükran Günü’nü kutlarlar. Bir Amerikan âdeti olarak ailece bir araya gelip uzun saatler evde yemek (fırında hindi) pişirmek ve birkaç günü evde geçirmek olarak özetleyebileceğimiz, Amerika’nın kendi tarihsel süreci içinde ortaya çıkmış, dinî olmaktan ziyade millî bir gün. Seküler olduğu iddia edilse de günümüzde aile ve din merkezine yerleşmiş durumda. Yani sonradan dine ilave edilmiş ve aslında “Bidat” bir gün. Ama paylaşmanın ve ailenin önemine vurgu ve verdiği mutluluk bakımından belki Noel’den bile önemli. İnsanlar arası bağları arttırdığından kültürel Hristiyanlığın en önemli aktarıcılarından biri olarak Amerikan toplumunda işlev görüyor. Günler önceden tüm otobüs-uçak biletleri bitiyor. Herkes ailesinin yanına gidiyor. Şükran Günü’nün en önemli anlarından biri de insanların hayatında “İyi ki var” diye şükrettiğiniz kamu önünde söylediği anlar. Yani şükrettiğiniz şeyleri, neye “Thankful” iseniz şükran yemeği esnasında söylüyorsunuz. Ertesi gün ise çılgın alışverişlere sebep olan âdeta bir indirim bayramı yapılıyor.

 

Bizim toplumumuzda da şükür esaslı bir mutluluk var. Ama şükür, belli günlere sıkıştırılmamış, hayatın tüm alanlarında, belli bağlamlarda söylenen şükür sözcükleri ile yayılmış. Türk halkının belki de en çok kullandığı sözcük “Çok şükür”dür. Bunun dinî esası “Kula teşekkür Allah’a şükür” dür. Kula “Sağol”, “Allah razı olsun” demenin, teşekkür etmenin hemen akabinde Allah’a da şükredilir. Şükür etmek, Allah’ı anmaktır ve ibadettir. Şükürlerin büyük çoğunluğu huzur kaynaklı şükürdür. Huzur neticesi şükrün haricinde Türk toplumunda birçok vesile ve bağlamda şükredilir: Hastalar veya yaşlılar, kendilerine hâl-hatır sorulduğunda hemen şikâyetlerini sıralamak yerine, bütün ağrılarına ve şikâyetlerine rağmen “Bugünümüze şükür” diyerek doktorları şaşırtır. Kötü bir şeyin arkasından, bütün olup-bitenin bir de iyi tarafını görmek, şükür ile beraber yapılır: “Allah beterinden saklasın”, beterin beteri var”, “Çok şükür” denir. “Cana geleceğine mala gelsin” denilen bir kazadan kıl payı kurtulunca en ateistin bile “Çok şükür” deyiverdiği bir kültürel mirastır şükür. Tekrar imana gelmektir. Uzun süren sıkıntıdan kurtulma, dileğine kavuşma hâlinde de ağızdan dökülüveren bir “Oh çok şükür”dür. Bu durumlarda dileyenler şükür namazı kılar. Hayattaki küçük şeylerin farkına varmak yine “Çok şükür” ile tamamlanır. Bir bardak suyun ardından “Oh şükür” denir. Ne kadar çok sayıda şükretse duyduğu minnettarlığı anlatmaya kâfi gelmeyeceğini düşünenler “Bin şükür” der.

 

Dolayısıyla, Pollyanna masalını çocuklarımıza okumaya Türkiye’de aslında pek de ihtiyaç yoktur. Günümüzdeki kişisel gelişim kitaplarının “Pozitif düşün!” mottosunun, çok eski bir versiyonu olan ve mutlu olmak için sebepler aramayı öğreten bu masalı hiç duymamış bir çocuk da Türk toplumunda pekâlâ mutlu olmasını bilir. Ama gene de Batı’dan gelen bu masal, halk tarafından pek bilinmeyip şifahen anlatılmasa da Türkiye’de kitaptan okunur ve hatta birisi iyimserlikte aşırıya gitmekle suçlanacağı vakit “Pollyannacılık yapmakla” suçlanır. Buna göre Pollyanna anormaldir, başına gelenleri kabullenmede aşırıya gitmiştir. Kötünün içinde iyiyi arayan bu duruşun bizdeki karşılığı “Her şerde bir hayır var”dır ve çok yaygındır. Şükürdeki karşılığı ise “Buna da şükür”dür, “Hiç yoktan iyidir.” Çünkü aslında gerçeği kabullenmekte güçlük çekmekte ama Allah’a isyan yerine sitem etmektedir ve “Bunu da bulamayanlar var” diyerek gene de mevcut durumu kabullenmektedir. Çünkü Türk insanı eldekilerinin kıymetini bilmeyip “Şükür bilmez”, “Şükürsüz” olmak istemez.

 

 

ŞÜKÜR ŞAŞKINLIĞI-ŞÜKÜR COŞKUNLUĞU

 

Yoksulların şükrettiklerini görünce varlıklıların yaşadığı şaşkınlık durumudur, şükür… En kötü işlerde çalışıp da şükredenlerin yaşadığı şükür coşkunluğu, çok iyi işlerde çalışıp da sürekli şikâyet edenleri şaşırtan bazen de kıskandıran bir mutluluk hâlidir.

 

“Başkalarından geri kalmamak” üzerine kurulu bir mutluluk anlayışının bizleri getirdiği yer sürekli bir mukayese olacaktır ki o mukayese gün gelir kişiyi başkalarının ettiği şükrü bile kıskanma noktasına getirebilir. Aslında şükür edenler için şükür, bir farkındalık ve bilinç durumu iken; kendisine nispetle çok daha az şeye sahip ve azla yetinip şükür edenlerle dalga geçen “Şükürsüzler” için şükretmek, bilinçsizliktir. Şükredenlerin bu mutluluğunu aslında kendilerine yapılan bir haksızlık olarak görmekte ve buna sinirlenmektedirler. Çünkü bu kişilere göre yaşam standardı şükretme ile doğru orantılı olmalıydı. Hâlbuki şükretmek yaşam standardına bağlı değildir.

 

“Din ile uyutulmuş” olarak gördükleri kişi yaşam standardına bir dönüp bakmalı ve isyan etmeliydi. Dolayısıyla şükredenlere “Sömürülmeye razısın, bu sebepten sana saygı duyamam” demektedir. Yani “Sana fakirliğinden değil şükretmenden dolayı kızgınım ve saygısızca davranıp aşağılıyorum”… Bu düşünceye göre fakir, işte tam da bu sebepten, yardımı hak etmemektedir. Hatta fakirliği hak etmektedir! Cezasını bulmuştur! Şükrettiği için fakir kaldığını düşündüğü dindarların zenginleşmesi de sorundur olur: “Başörtülü kadınlar cipe biniyor” tartışmasına yol açar. Öte yandan şükredenleri beğenmeyen “Şükürsüz”, Ferrari’sini Satan Bilge gibi Amerika’dan gelen kişisel gelişim kitaplarından medet ummakta ve insani yanlarını hatırlamaya-geliştirmeye çalışmaktadır.

 

Fakirlik Amerika’da neredeyse bir suçmuş gibi değerlendirilmektedir. İş beğenmeyenlerin, tembellerin fakir kaldığı öne sürülür. Dolayısıyla onlara vergileri ile bakmak istemeyenlerin siyaseten ne kadar güçlü olabileceğini Obama’nın “Sağlık reformu” girişimi tartışmalarında gördük. Amerika’da fakir-fukara garip-gureba “Edebiyatı” yoktur, onlar “Hazır yiyici” olarak görülür. Bu düşünce hak ve adalet düşüncesinden çıkarak savunulur. Pratikte ise Amerika’da bu gibi sosyal devlet uygulamalarını komünizm ve Rusya’ya bağlayarak karşı çıkmak oldukça yaygın bir siyasi taktiktir. Ama öte yandan Amerika’nın kurucu güçlerinin inançları da siyasetin içindedir ve etkilidir. Örneğin Protestan-Evangelist düşünce Amerika’nın kurucu inançlarından biridir ve bugün varmış olduğu siyasi güç ile hükümetleri etkilemektedir.

 

Weber’in ‘‘Protestan Ahlakı’’ kitabında anlatıldığı gibi Katolikliğe bir protesto şeklinde ortaya çıkan Protestanlar için hayat çok çalışmak, kazanmak ama harcamamak üzerine kuruludur. Protestanlıkta, kişinin bu dünyadaki yaşantısı onun öbür dünyadaki yaşantısının da göstergesidir. Bu yüzden bir Protestan’ın bir fakiri tolere etmesi bir Katolik’e göre çok daha düşüktür. Protestanlığa göre Katoliklik “Yetinmeyi bil” diyerek az çalışmaya neden olur ve fakirliğe yol açar. Protestanlık için yetinmek hiç de hoş görülür bir şey değildir. Ama o da ters taraftan bir tür çileci olur. Yani köle gibi ama gönüllü çalışacaktır, mesleğinde en iyisi olacaktır, hep daha fazla kazanacak ama harcamayacaktır. Bu yüzden, vergilerinin, boş boş oturup başkalarının kazandığı paralar ile sağlık harcaması yapılması için ayrılmasını istemez ve “Sağlık reformu”na karşıdır. Bunun üzerinden politika yapar: Obama sağlık reformu diye tuttururken ve bu sebepten “Solcu” ilan edilirken, Protestan-Evangelistlerin oy verdiği Cumhuriyetçi Trump sağlık reformuna karşıdır. O yüzden bilgisayar sektöründeki para babası girişimci eski tişörtü ile geziyor diye Amerikan kültüründe örnek gösterilir. Tam da inandığı tanrısına uygun, çok çalışkan bir yaşam sürmüş, çok uzun saatler çalışarak mesleğinde en iyisi, en zengini olmuştur. Parası vardır ama harcamamaktadır, öte dünyayı da böylelikle garantilemiştir. Bu anlayışa göre zenginler, Tanrı’nın da takdirini kazanmış kişilerdir; işte o yüzden zengine saygı duyarsın, fakir gördüğünde de saygısızca davranma ve sağlık reformuna karşı çıkma hakkın vardır.

 

 

AZI KARAR ÇOĞU ZARAR

 

 

Öte yandan ülkemizde şükredenler, gerçekçi olduklarını düşünmektedirler. Elindekileri ve hâlini gerçekçi bir şekilde kabul ederek bilincini, farkındalığını ve insani yanlarını geliştirdiğine inanmaktadır. “Din ile uyutulmuş” diye kendisini beğenmeyen kişilerin, işte asıl onların sistem tarafından uyutulanlar olduğunu düşünmektedir. Çünkü sistem “Cep telefonunun bir üst modeli çıkalı altı ay oldu, sen hâlâ almadın mı? O hâlde mutsuz olmalısın…” demektedir. “Gösteriş tüketimi” yapacağım diye ödün vermeyi göze alan hatta ruhunu satan biri için elindeki ile yetinen ve gösterişe tevessül etmeyen birini görmek işte bu sebepten sinirlendirici olabilir.

 

Aslında Amerika’da da Türkiye’de de bedenen ve ruhen korunmanın oldukça güç olduğu bir çevrede test ediliyoruz: Her iki ülkede de televizyonlar sürekli açık ve reklamlar hep “Daha fazlasını iste!” diyor.

 

Her gün “kırk kere” bunu işitiyoruz. “Büyüklerin” belli bir bağlamda bir kez söyleyiverdiği “Azı karar çoğu zarar” atasözümüz reklamın bütün çabasını yerle bir edebiliyor mu? Birileri devasa boyutlarda kahve tarlaları ekti ve ürettiklerini illa ki satacak diye kocaman bardaklarda kahve içmek zorunda mıyız? Küçük fincanlarımıza ne oldu? “Azı karar çoğu zarar” değil miydi? O kocaman kâğıt kahve bardağıyla sokakta yürümek bize sınıf mı atlatıyor? Artık fakir sayılmıyor muyuz? Sistem tarafından yaratılan bu sorunlara bir çözüm bulmak için “Kişisel gelişim kitapları” da yine sistem tarafından yaratıldı ve “Çok satıldı.” Sistem bunu söylemeyi dine bırakmak istemedi, dinin söylediğini daha seküler bir dille, din ile aynı şeyi ama başka bir paket içinde piyasaya sundu, üstelik para da kazandı. Bu düpedüz bizim bildiğimiz şeyleri bize sunma küstahlığıydı ama alıcısı da vardı. Şükreden akrabalarını beğenmeyen şükürsüzler, Doğu’ya ait birçok öğretiyi Batı üzerinden öğrendiler. Batı paketi içinde Doğu’yu satın aldılar ve bunda bir beis görmediler, çünkü “Cool” olan buydu.

 

Geldiğimiz noktada, tüm dünyada siyaset açısından, devletlerin en üst kademelerinden en alta kadar mutluluk artık çok önemli bir mesele. Mutlu insan, herkese iyi davrandığı için bu iş toplumsal bir mesele de aynı zamanda. Bu sebepten bazı devletler “Mutluluk Bakanlığı” ihdas ediliyor, mutluluk üzerine politikalar tasarlıyorlar. Belki de okullara “Mutluluk” dersi konulmalı. Müfredatı ne olabilir? Pollyanna mı? Belki de Milli Eğitim Bakanlığı gibi Milli Mutluluk Bakanlığı lazım…

 

“Her şeyi olduğu hâlde mutsuz” olabilmenin mümkün olduğunu ülkemizin refah düzeyi arttıkça, artık Türkiye’de de görmeye başladık. AK Parti adı üstünde “Kalkınma” dedi ve çok çalıştı, ama kalkınmışlığın getirdiği nimetlerin verdiği mutluluk gelip-geçici. Örneğin metroya kolayca alışıldı ve hep vardı zannediliyor. Metro “Nimet” olmaktan çıktı. Kente gelmek yetmiyor, kentteki gösteriş tüketimine ayak uyduramadığı takdirde mutsuz olması gerektiği dayatılıyor. Kente karşı bu yüzden öfkeli insanlar. Küresel ölçekte ise bu durum Batılı ülkelere göç etmek ve oraya uyum sağlayamadığı takdirde Batı’ya karşı öfkeli olmak şeklinde görülüyor. Yeni bir cep telefonunun, yeni bir arabanın verdiği mutluluk sadece birkaç ay sürüyor, yeni modeli piyasaya çıktığında ise artık mutlu kalmanın imkânı yok ve bütün bunlardan hep hükümet mesul(!)… Hâliyle muhalefet de bütün siyasi stratejisini “AK Parti ile senin bu mutsuzluğun arasında bir ilişki var” esasına dayandırıyor. Sistem sana mutsuz olman gerektiğini söylüyor. Uyuşturuyor. Bu durumda ne oluyor? “Nimetin içine doğan” ve “Yokluk görmemiş” çocuklara karşı “Allah yoklukla terbiye etmesin” diye sitem eden büyükler…

 

 

YETERİNCE “COOL” OLMA(MA) DURUMU

 

 

Kendi kendine küs kendinden nefret eden, “Bizden adam olmaz” diyen mutsuz ve umutsuz bir toplum algısından, liderleri örneğin Clinton’un yanındaki Ecevit’in biçare görüntüsünden utanan bir toplumdan bu noktaya gelinmesi biz büyüklerin kendi yaşam sürelerinde gördükleri devrim niteliğinde “Nereden nereye” değişiklikler…

 

Metrobüs ve metro yokken bu kadar uzun mesafeleri nasıl gidip geliyorduk biz bile unuttuk. Bu hizmetleri on yıllar evvel kullanmaya başlamış hatta aşırı kullanmış Batı devletleri ise toplumu oluşturan vatandaşların temel ihtiyaçlarını karşılamada yeterli olsalar bile artık bunun onları mutlu edemediğinin farkındalar. Bu sebepten kalkınma ve “Refah toplumu” kelimesi yeterince “Cool” değil artık. Cool olan çevre politikaları.

 

Batı artık, az gelişmiş ülkelere kendi mesajını “Çevreye en az zararı verecek kalkınmanın yollarını arayın” şeklinde veriyor. Yani “Sustainability” yani “Sürdürülebilirlik” başlığı ile siyaset yapıyor. Verdikleri mesaj biz çevreyi aşırı tükettik “Biz yaptık, siz yapmayın” ama pratikte bu mesaj “Biz kalkındık, siz kalkınmayın”a dönüşüyor.

 

Gezi olayları neydi? Ve bunu başta çevre duyarlılığı olmak üzere “Duyar kasma” tekelini kendi elinde bulundurarak ve bu tekeli kimseyle paylaşmayarak yapıyor. Kalkınma yarışındaki Çin, Hindistan, Rusya ve Türkiye gibi ülkeler ise bunu görüyor ve tabiri caizse “Yemiyor.” Bu ülkeler için tek çıkış yolu: Kendi felsefeleri ile karşı durma yoluna girerlerse bir varlık gösterebilecekler, ancak kendilerine dönerek kendi millî ve yerli düşünceleri ile evrenselleşecekler. Buna mutluluk da dâhil. Başkalarının değil kendi mutluluk kriterleri ile mutlu olacaklarsa olacaklar. Aksi hâlde her yer birbirine benzeyecek ve Amerika’dan bir farkı kalmayacak.

 

Çok klişe bir noktaya geldik. Komedyen Cem Yılmaz’ın söylediği gibi; “Mutluluk içimizde!”

 

Nurhayat KIZILKAN – Sosyolog

Etiketler:
Merjam

Merjam

  • Editörün Seçimi
  • En Çok Okunanlar

Copyright © Tüm hakları saklıdır. Merjam.com – Copyright 2021 | Codlio
3D tasarım ajansı