Bu haberi arkadaşlarınla hemen paylaş!
Venedik–Osmanlı ticaretiyle önem kazanan tercümanlık ve 20.yy’ da çevirinin gelişim sürecindeki tartışmaların hepsini 21.yy’ın en iyi çevirmeni yeni kitabında cevaplıyor.
DİL OĞLANLARINDAN BUGÜNE ÇEVİRİ
Çeviri tarih boyunca milletler arası kültürel, ticari, siyasi ve ilmi faaliyetler için zaruri bir araç olarak önem arz etmekteydi. Bu ihtiyacın varlığı siyasi, ticari, akademik ve kültürel camia tarafından yadsınamaz bir durumken, yapılan çevirilerin ve bu tercümeleri yapan çevirmenlerin metot ve prensipleri ise yıllar boyu tartışıldı.
Türk dünyasına baktığımızda tercüme faaliyetleri ilk olarak Uygurlar döneminde anılmakta. Uygurların dini metinleri Farsça, Süryanice, Tibet dili ve Çinceden çevirirken, kaynak metne bağlılık metodunu benimsemeleri, ana dillerine giren yeni deyim ve şivelere sebep olmuştur. Dolayısıyla, bazı karşılığı olmayan deyimlerin anlamsızlaşmasına ve bu yönüyle de metot, eleştirilere yol açmıştır.
Osmanlı Devleti’nin XVI. yüzyılda gelişen ticari ve diplomasi ağlarında tercümenin devletin bekasını belirleyecek bir boyutu vardı ve bu yönüyle de Dil Oğlanları adındaki çeviri okulu güvenilir tercümanlar yetiştirmek üzere kurulmuştu.
15. ve 17. Yüzyılları arasında Osmanlı İmparatorluğu fetihlerle toprak sınırlarını genişletmeye devam etti. Ancak, fetihler devam ederken Budin’in, Macaristan’ın düşmesi ve Viyana’daki başarısız sefer gibi olaylara da gebe bir dönemden geçmekteydi. Yoğun diplomasi ilişkileri dolayısıyla, Bab- ı Ali, Topkapı Sarayı gün içerisinde sayısız ve farklı milletten elçiler, konuklar ağırlamaktaydı. Bu görüşmeler için yeterli tercüman olmaması iletişimi kısıtlıyordu. Venedik Cumhuriyeti, 1551 yılında tercümanlık için senato tarafından seçilen öğrencileri İstanbul’a gönderip eğitti ve böylece Giovanni della lingua denilen öğrencilerle iki ülke arasında sağlam bir köprünün temellerini attı. Ardından Osmanlı ile sıkı bir ticari bağ kuran Fransa, benzer iletişim sorunlarından dolayı aynı girişimde bulundu ve Venedik modelini örnek alarak 1669’da tercüman okulu açacağını İstanbul’a bildirdi.
İstanbul’da Fransız Dil Oğlanları Okulu
Okulun kuruluş maksadı şu şekilde anlatılmaktadır: “Bundan böyle, İstanbul, İzmir ve diğer yerlerde ikamet eden Yakındoğu limanlarının tercümanları ancak Fransız tabiindelerse görevlerini yerine getirebileceklerdir… Ve ilerde tercümanların sadakatinden emin olabilmek için, İstanbul ve İzmir limanlarına, her üç yılda bir, buralara gitmeye istekli dokuz on yaşlarında oğlan çocuğu gönderilecek, bunlar söz konusu yerlerdeki Kapuçin manastırlarına yerleştirilecekler, orada Papa’ya ve Roma’ya bağlı kalarak Katolik dinine göre eğitim ve öğretim görecekler, böylece onlardan ileride tercüman olarak yararlanılabilecektir.”
Kuruluş yeri ise Beyoğlu Pera’daki bugünkü Fransız Sarayı, Fransa’nın Osmanlı’daki ilk diplomatik arazisinde olmasıyla da ayrıca önemlidir. Bu arazi içinde yer alan dil oğlanlarını eğitmek üzere tasarlanan SaintLouis manastırı yıkıldı ve yerine bugünkü Hollanda konsolosluğu inşa edildi.
Bu eğitim sisteminin uzun yıllar varlığını koruması elbette ki sıkı bir çalışma disiplini ve kaliteli eğitim sayesinde mümkün olmuştur. Hareketlerinde saygısız tutumlar sergileyen öğrencilerin eğitimine son veriliyordu.
Giovanni della lingua sarı ayakkabı, gök mavisi giysisi ve kalpağıyla Pera’nın Fransız çocuğuydu. Bu dil oğlanları için Türkçe, eski Yunanca, Arapça, Latince bilen ülkenin soylu sınıfı tanımı dahi yapılırdı. Kıyafetlerine oldukça özen gösteriliyordu. Pera o dönemde başlı başına kıyafet konusunda özenli ve şık bir manzaraya sahipti. Dil oğlanları ders dışında kalan vakitlerde bu şık kıyafetlerle bazen Topkapı Sarayı’ndan Sultanahmet’e Cuma namazına giden padişahın geçit törenine katılıyorlar, Pera’ da adet olduğu üzere ikram edilen reçellerden tadıp, sohbet edip, satranç, iskambil ve dama gibi oyunlar oynuyorlardı. Cardin isminde bir dil oğlanının İstanbul’da geçirdiği günlere dair şu sözleri önemli bilgiler sunmaktadır:
“Günlerimi eğlenceli bir şekilde geçiriyorum. Öğlen yemeğinde yüz Türkçe sözcük, akşam yemeğindeyse otuz Yunanca sözcük ve bir düzine kadar cümleyi hallediyorum.”
Türkçede farkedilir ilerleme kaydetmiş öğrencilerin alıştırma yapmak maksadıyla Galata Mevlevihanesi civarındaki kahvehanelere giderek meddahları dinlediği de bilinir. Ciddi sorumluluk gerektiren tercümanlıkta başarı elde etmek için, Latince, İtalyanca, Rumca, Türkçe, Arapça ve Farsca bilmek yeterli değildi. Bu dillerin yanında tarih, coğrafya, devletlerin başlıca özelliklerini, ticaret kurallarını bilmeleri ve Osmanlı’nın yasasını, töresini, çalışma ahlakını öğrenmeleri şarttı.
19. Yüzyılda Çeviri
Pera’dan sonra bu köklü eğitim 19. yüzyılda Paris’e taşınarak Doğu kültürü ve fikir dünyasını Avrupa’ya açan Doğu Dilleri Okulu’nun da temellerini atmış oldu. 19. Yüzyılda ise Fransız kültürünün öncü kabul edilmesiyle Osmanlı yazınında tercüme, sanatın farklı dallarına da pencere açmıştır. Yaptığı tercümede Ahmet Mithat Efendi’nin bir sayfayı okuyup aklında kalanları çevirmesinden, Klasik Yunan, Latin metinlerini ve İspanyolcadan Fransızcaya çeviri yapan yazar Nicolas Perrot d’Ablancourt ‘un çevirdiği eserde, uygun bulmadığı kısımları değiştirmesine kadar birçok yöntem denendi.
20. Yüzyılın ikinci yarısından sonra çeviri dünyası uzmanlaşıp kurumsallaşarak, akademik ve donanımlı adımlar atmaya başladı. Avrupa’da 1940 yılında çeviribilim enstitülerinin kurulması ve 1980 yılından sonra edimsel yönelimlerin etkisinde yapılan çalışmalar, çevirinin nitelikli bir saha olarak benimsenmesini sağladı. Tüm bu gelişmeler nihayetinde Edith Grossman gibi bir isim de çeviri tarihine geçti…
Filedelfiya’da, orta sınıf bir aileden gele Grossman, dönemin ve şehrin en iyi kız okulunda okudu ve ardından Pensilvanya Üniversitesi İspanyolca bölümüne yerleşti. Kariyerine, bitirme tezi olarak sunduğu Juan Ramon Jimonez’in şiirlerinin çevirisiyle başladı. Bu çevirisi üniversitenin dergisinde yayımlanmaya hak kazandı.
Ardından 1963 yılında, kazandığı Fullbright bursu sayesinde İspanya’da bir sene eğitim aldıktan sonra doktorasını New York Üniversitesi Latin Amerika Edebiyatı bölümünde tamamladı ve kariyerini profesörlüğe kadar taşıdı. Akademik alanda öğretime devam eden Edith Grossman’ın hayatına Garcia Marquez’in eserleri yeni bir Grossman, verimli bir çeviri elde etmek için karakterleri yahut hikâyenin konusunu düşünmekten ziyade, dili hayal etmenin ve bir şeyi nasıl en iyi şekilde söyleneceğini bilmenin gerekliliğini vurgular. ivme kazandırdı. Marquez’in Love in the Time of Cholera ( Kolera Günlerinde Aşk) adlı eserini İspanyolcadan İngilizceye çeviren yazar, bu çevirisiyle adını daha geniş bir kitleye duyurdu. Bu gelişmelerin sonucunda yazar 1990 yılında akademisyenlikten ayrılarak tam zamanlı çevirmen olarak çalışma hayatına devam etti. 2006 yılında PEN/Ralph Manheim Medal for Translation ödülüne layık görüldü.
Otuzdan fazla çeviri esere sahip olan yazar, Gabriel García Márquez, Mayra Montero, Augusto Monterroso, Jaime Manrique, Julián Ríos, Álvaro Mutis, and of Miguel de Cervantes’den yaptığı çevirilerle 21. Yüzyılın en iyi çevirmenleri arasında yer alır.
Çeviri Neden Önemlidir adlı kitabında yazar, tüm bunların yanında 44 senelik çeviri hayatının engin tecrübe ve bilgilerini okuyucuya samimi bir anlatımla aktarıyor. Grossman, tercüme için ‘ bir eseri çevirmek bir bülbülü eti için kesmektir’ yorumlarından, eseri esin kaynağı olarak kullanıp “sadık olmayan güzeller serisi” ortaya çıkaranlara kadar her tarza atıfta bulunuyor.
Çevirmen yazar mıdır sorusunun tartışılagelen cevaplarına da net bir çizgi çekerek, çevirmenin yazar olduğunu şüphe duymaksızın söyleyebiliyor.
Copyright © Tüm hakları saklıdır. Merjam.com – Copyright 2021 | Codlio
3D tasarım ajansı