Bu haberi arkadaşlarınla hemen paylaş!
Cibran’ın şiirlerinden akan renkler, yine muhayyilemi kamaştırıyor. Birçok mefhumun arasında sıkışıyorum. Önce gülüp sonra hüzünleniyorum. Bir an Cibran gibi ölüm ile hayatın, gece ile gündüzün, doğu ile batının, varla yokun, geçmiş ile geleceğin, ak ile karanın, savaş ile barışın arasında kaldığımı hissediyorum. Lübnan, Cibran’a benziyor ya da Cibran, Lübnan’a.
Yakıcı bir güneş altında, başkalarının gölgelerine basmamaya özen göstererek yürüyorum. İnce nakışlı köhne binalar, birbirlerine yapışmış bir hâlde caddenin sağında ve solunda uzuyor. Kulağıma sesler doluyor; arabesk müziğin yabanıl tonları, satıcıların mallarını öven çığırışları, dilenci figanları, egzos homurtuları, çocuk ve ezan sesleri, belli belirsiz çan yankıları…
Bu şehrin dibine bir tortu gibi çöktüğümü hissediyorum. Sapsarı tozun içinden geçerek tıngır mıngır gelen bir otobüse el ediyorum. Ön ızgarası paslanmış, boyası pullanmış otobüs duruyor. İçerisi tıklım tıklım. Arapça kelimeler, görünmez bir ipe dizilmiş gibi önden arkaya doğru uzuyor. Otobüsün şoförüne İngilizce ile Arapça’yı harman ederek o kahvehanenin yerini sorunca; I don’t would like İngiliz please (İngilizce bilmiyor ya da konuşmayı tercih etmiyor) diyor, esmer alnından akan teri silerek. Ve kornaya basıyor, sertçe. Ondan umudumu kesip zorlukla arkaya doğru ilerleyince orta yaşlı, başında fötr şapkası olan bir adam duru bir İngilizce ile bana yardımcı olabileceğini söyleyince telefonumun ekranındaki adresi gösteriyorum.
Omzuma dokunarak üç durak sonra inip biraz yürümem gerektiğini söylüyor. Teşekkür ederek aralık duran pencereden içeriye akan esintiye bırakıyorum kendimi.
Halil Cibran’ın anlattığı âlemin izlerini arıyorum etrafta. Halbuki o, çok erken yaşlarda göçmüş Lübnan’dan. Mamafih, 1898 yılında Arapça öğrenmek için döndüğü memleketinde herhalde “Benden daha çok yabancı hissetmiştir kendisini”, diyorum içimden. Onun düz yazılarına, şiirlerine; harf harf, kelime kelime, cümle cümle damıttığı hislerin tadını almaya çalışıyorum; aşk, keder, özlem, bilinmezlik, gurbet, ölüm, arada kalmışlık…
Çantamdan ‘Ermiş’ kitabını çıkarıp altını çizdiğim cümlelere göz atıyorum; “Bir de hakikâti içlerinde taşıyıp da kelimelere dökmeyenler var” demiş, Cibran. Hem de yıllarca Doğudan, öz vatanından çok uzak bir diyarda, Amerika namlı yerde.
Birkaç cümle daha okuyup gülümsüyorum. Cibran’ın şiirlerinden akan renkler, yine muhayyilemi kamaştırıyor. Birçok mefhumun arasında sıkışıyorum. Önce gülüp sonra hüzünleniyorum. Bir an Cibran gibi ölüm ile hayatın, gece ile gündüzün, doğu ile batının, varla yokun, geçmiş ile geleceğin, ak ile karanın, savaş ile barışın arasında kaldığımı hissediyorum. Lübnan, Cibran’a benziyor ya da Cibran, Lübnan’a.
Ben bu düşünceler içinde nereye gittiği meçhul bir sandal gibi yalpalarken biraz evvelki fötrlü adamın beni uyaran kırçıllı sesini işitiyorum: “Bu durakta ineceksin. Karşıdaki palmiyelerin olduğu parkı geçip sola döneceksin. Orada bir kez daha sor.” Teşekkür edip otobüsten iniyorum.
Bu şehre geldiğim günden beri ne kadar istesem de kaybolamadığımı fark edip hayıflanıyorum. Belki “Bu kez başarırım” diyerek kendimi Doğu Beyrut’un dar sokaklarına atıyorum. Parkı geçip sola dönüyorum. İşte o an öyle kokular duyuyorum ki bu çifte aromayı tarif etmek zor… Kahve ve çiçek karışımı bir koku, yasemin ve kahve! Yan yana sıralanmış dört, beş kahvehane. Hemen hepsinin önünde mangallar ve közlerin üstünde kaynayan kahveler. Kırmızı yüzlü minderlere kurulmuş esmer adamlar ve turistler, nargilelerini tüttürüp bakır fincanlardan kahve içiyorlar. O an aradığım kahvehaneyi buluyorum. Tabelasını birkaç kez okuduktan sonra iki basamak çıkıp içine giriyorum. Hemen bir sedire kurulup kahve sipariş ediyorum.
Fairuz’dan Habbeytak, Bis- Sayf çalıyor. Şarkının sihrine kapılarak kahvehanenin içine bakıyorum. Pürüzlü duvarda Cibran’ın siyah- beyaz bir portresi var. Ama çerçevenin camı kırık ve resim ortadan yırtılıp sonra birleştirilmiş gibi… Altında ise, bir sözü; “Sonsuzluk da, ayna da sensin!” yazıyor. O an közde pişmiş kahvemi getiriyor garson. “Halil Cibran, 1898 yılında bu kahvehaneye gelirmiş değil mi?” diye soruyorum.
Başını müspet manada sallıyor. “Peki, duvardaki portrenin camı neden kırık? Portre de yırtık gibi…” diye soruyorum.
“Savaşta, kırıldı.” diyor garson, yüzüne kederli bir ifade yayarak. “Savaş çok kötü.” diyorum nedense. Sesimin yankısı havadayken hızla uzaklaşıyor garson. Ben o esnada Lübnan’ın Osmanlı idaresinden çıkıp bugüne kadar yaşadığı talihsiz günleri düşünüyorum. Din, mezhep, ırk kavgalarını…
Sonra da Cibran’ın ülkeye girişinin yasaklanıp kitaplarının yakılmasını. Kahvemden bir yudum alıp kitabını açıyorum yine. Tam yeni bir bölüme başlayacakken garson, yeniden dönüp kahvehaneye gelen misafirler için hazırlanmış hatıra ayracını uzatıyor bana. Ayracın üstünde “Dostum, güneşe bak, toprağa bak, suya bak, buluta bak fakat arkana bakma.” yazıyor. Ona gülümseyip başımı sallıyorum.
Kahvemi bitirdikten sonra ayracı kitabın arasına koyup Cibran’ın müzesine yani mezarına gitmek üzere yeniden sarı-sıcak sokaklara atıyorum kendimi…
Kaan Murat YANIK
Copyright © Tüm hakları saklıdır. Merjam.com – Copyright 2021 | Codlio
3D tasarım ajansı