Bu haberi arkadaşlarınla hemen paylaş!
Kendi tanımladığı “Mutluluğu” yakalayamayanları “Başarısız”, kendi onayladığı başarıya ulaşamayanları “Mutsuz” sayıyor ve mutsuzluk tehdidini insan hayatının tam ortasına bir mıh gibi çakıyor.
“Ben geçip gitmek isterdim hayattan, o iz bırakmak için uğraşırdı.
O tadına doyulmaz bir şiirdi ben taslak hâlinde bir roman” diyor şair.
Bu mısralar bana şu soruyu sordurtuyor. Taslak da sanata dâhil mi?
Bazen bir eser izleyicisine tümü ile dokunmuyor olsa da eksiğinden, çoğundan, boşluğundan yokundan yakalıyor ise bir yanı ile merak buluyor ise alıcısında, ruha merhem oluyor. Rengi, tınısı, mısra sayesinde izleyici mutluluğa duruyor. Sanat; izleyici, dinleyici, okuyucu olarak iştirak edilen hâli ve sanatçısı tarafından bir kendini ifade biçimi olarak kullanılan, üretilen bir olgu. Kimisi iz bırakıyor, kimisi söz.
İnsanın yaradılış gerçeği dünyada mutluluk değil, içsel huzur vaat edilmiş olmasına rağmen, tam da ne olduğunu keşfedemediği mutluluğun peşinden koşup duruyor. Hazzın mutluluk ile mutluluğun huzur ile karıştırıldığı her şeye sahip yoksunlar çağını yaşıyoruz aslında.
Mutluluğu yakalamanın bin bir yolu var elbette. İnsan mutluluğu sahip olarak, ait olarak, türlü deneyimler yaşayarak, cinsel her arzusuna ulaşarak, ihtiyacından fazlasını tadarak ve nicesi yol ile yakalayabilir. Lakin mutluluğun “Yakalamak” kelamı ile yan yana kullanılması bile bir kaçma kovalama hâlini açıklar aslında. Yakaladıkça kaçandır mutluluk. Huzurda stabilite olasıyken mutluluk daimi bir devinim hâlidir.
Artık olmazsa olmazı “Sahip olma sanatına” evrildiğinden hayatın, sanat da sahiplerinden birisine dönüştü. Don Marqius “İnsanların ne istediklerini bilmedikleri ama istediklerini elde etmek için çılgınca mücadele ettikleri bir çağ bizimkisi” diyor.
Mutluluk günümüzde insanın zaman zaman verdiği çoğunlukla aldığı, zaman zaman ürettiği yoğunlukla tükettiği, varmak ile yetinmeyip daima orada kalmak için ömür tükettiği bir dogma oldu. Bu çağın ilâhî bir vaat olmayışı mutluluğu bir vaat gibi sunmasının önünde duramıyor elbette. Daha da ötesi vaat etmekle yetinmeyip bir dayatma olarak önümüze koyuyor.
Kendi tanımladığı “Mutluluğu” yakalayamayanları “Başarısız”, kendi onayladığı başarıya ulaşamayanları “Mutsuz” sayıyor ve mutsuzluk tehdidini insan hayatının tam ortasına bir mıh gibi çakıyor.
Mutsuzluk korkusu, mutluluk, güç ve haz dayatması ile birleştiğinde sahiplik arzusunu körüklüyor ve başkalarının mutluluğuna göz dikmek pahasına insanlar kendilerine mutluluk devşirir oluyorlar.
Zerk edilen bu zehir; olabildiğince çok şeye sahip olma, mümkün ise herkesi tanıma, herkes tarafından muhakkak tanınma, (herhangi bir faydası, hikmete ulaştıran bir gerçekliği olmasa da) her tür bilgiye sahip olma arzusunu da güdülüyor. Mutluluğu bir sanrıya dönüştüren bu çağ, sanatı da bu bağlamda bir illüzyona dönüştürüyor. İnsan her ulaştığını sandığında erişemediğini fark ettiği mutluluğu bir takıntı hâline getiriyor. Sanatı da bu sanrının bir parçası, kazanılmış bir zaferi olarak sahipleniyor.
KANDIRMAK SANATA DÂHİL Mİ?
“Biz sahne sihirbazları” diyor bir sihirbaz, “İnsanları kandırmayız, insanların kendi kendini kandırabileceği psikolojik koşulları üretiriz”.
Bu illüzyonun tam ortasında insan kendisine soruyor; “Kandırmak da sanata dâhil mi?” Peki, ya kandırılmak mutluluğa dâhil mi?
Biraz da kişinin algısıyla, hayata bakış çerçevesiyle, kalp penceresiyle düz orantılıdır sanat. İnsanın baktığı yerde midir, baktıkça mı bulur insan sanatı? Bir yol mudur, varılan bir durak mı? Bir arayış mıdır sanat bir buluş mu, yoksa sadece bir duruş mu? Üreticisinin midir sanat, tüketicisinin mi? Yapanın mıdır, bakanın mıdır, aracı olup satanın mıdır? Felsefesi olanı üretmek midir sanat, pazarlayabildiğine felsefe giydirmek mi? Kalıcı olan mıdır, öğretip giden midir? Peki sanat da hayat kadar spekülatif midir?
Bunların tümü her biri farklı cevapları olan sorulardır muhakkak, lakin hayat, sanat ve mutluluk tamamen spekülatiftir. Zamanın ve âlemlerin tartışıldığı bir dünyada sanatın da gerçekliği pekâlâ tartışılabilir.
Belki de gerçek sanat aynı zamanda hem yapıcısı hem de izleyicisi için bir eğitim süreci içeren eylemlerdir. Çağın kabul edilegelen mutluluk algısı, izleyicinin dokunabildiği ve sahip olabildiği sanata eğilim gösteriyor. Oysa Tibetli keşişlerin renkli kum taneciklerinden yaptığı mandala sanatı, sonrasında eser olarak yok edilse de sanatkârlarını sabırda ve sebatta ileri götüren ve özünde çok şey öğrenildiği, ruhta yaşam sanatı olarak meczedilen bir sanat eylemidir.
Benim için mandala sabrın, sebatın, ince işçiliğin, ortaya konulan güzelliğin aynı teslimiyet ile sıfırlanabilirliğinin ve “İnsan olma” ilhamının adıdır. Kimisi için ise belki de sabitlenmemiş sanat sadece zanaattır.
Bu bağlamda mutluluktan umduğumuzu, sanatta bulduğumuzu sanıp aslında ne sanatı ne mutluluğu hiç bir zaman gerçekten tadamamış olma ihtimalimiz hâlâ mevcuttur. Japon yönetmen Yojiro Takita bir müzisyenin hayattaki sanat yolculuğunu konu aldığı Departures isimli filminde “Hep hayalim olduğunu sandığım şey muhtemelen öyle değildi” diyor ve sanatı esasta ne sanıp hakikatte ne olarak bulduğunu, sonunda marifette hangi yola baş koyduğunu anlatıyor en muhteşem hâli ile.
Bu sebepledir ki benim için ne ilâhî sanatın farkında bile olmayan yığınların, beşerî sanatın hazzı ile mutlu oldukları, ne de ilâhî sanatı takdir edip beşerî sanatı reddedenlerin mutluluğa ermeleri, gerçeği yansıtıyor.
Bugünlerde çokça bahsi olan, Banksy’nin kâğıt öğütücüsünden geçirilen eseri gibi. Kimi spekülasyonlarda öğüdümün yarıda kalmasının kasti olduğu söylenirken kimisinde ise öğütücüde teknik bir arıza oluşması sonrası yarıda kaldığını söylüyor. Ben ise izleyici olarak, teknik arızanın gerçek olması hâlinde bile teknolojiye ve dolayısı ile kapital çarka bir atıf olduğu fikri ile bakıyorum enstalasyona.
Kimi izleyici bunu felsefi olarak çok derinlikli bulurken bir başka grup izleyici, pazarlama ve dikkat çekme başarısına övgüler yağdıracaktır. İkisi de sanata dâhil yahut ikisi de aslında sanatçının söylemek istediğinin çok dışında şeylerdir.
Sanatın izleyicisi ile buluştuğunda iki türlü okunabilirliği var. Her şey gibi varlığı ve yokluğu iki yönlü. Bir yanı ile çerçeveyi daraltan, söyleneni sadece söyleyenin gözüne mahkûm eden, izleyiciye, dinleyiciye hayal hakkı bırakmayan bir paylaşma biçimi iken, diğer yanı ile belki de her görenin farklı renk, farklı derinlik, farklı detay görebileceği, zihni zenginleştiren, bambaşka hikâyelere kapı aralayan bir söyleme biçimi.
Mutluluk bir sihirlenme hâli ise ve insan mutlu olduğuna inanmayı seçiyor ise sanat da bir sihirlenme hâlidir belki. Kimisi sanat ürettiğinde mutlu olur, kimisi tükettiğinde, kimisi de o alışverişe aracılık ettiğinde. Bu anlamda da kişiseldir sanat. Kimi hangi yönü ile tatmine ulaştırır bilinmez.
Şahsi kanaatim görsel sanatlar ile sınırlı değildir bu çoklu ihtimalli bakış. Duyusal ve okutsal sanat söz konusu olduğunda da fark edilmek ve kabul görmek bahsi, okuyucuda bulacağı mâkes ile değil pazarlanabilirliği ile ilgilidir aslında. Ve bu eğilim sanat tarihi haritasında çok da yeni değildir.
MUTSUZLUĞU YOK SAYMAK MUTLULUĞUN YOLU DEĞİL
Bugün sadece isimlerinden bahsederken bile saygıdan neredeyse düğme iliklediğimiz sanatkârların çoğu devirlerinde yeter iltifatı ve teşviki görmemiş, yaşamları sonrası sanatları, onları presente edenler tarafından paha biçilemez hâle getirilmiş ve sanat/sanatçı zümresine dâhil edilmiştir.
Zanaatı da sanatın bir parçası kabul ettiğimizde şu örnek gelip vuruyor beni:
Bir oyma ustasına soruyor kadın; “Bir şeker kalıbından nasıl çiçek yapıyorsun.” “Ben çiçek yapmıyorum.” diyor usta “Çiçek zaten kalıbın içinde var, ben sadece şekeri sıyırıyorum, siz çiçeği görmüyorsunuz, ben şekeri.” İşin derununu gören kalpler, sanatı sadece yapmak ile kalmayıp gerçek sanatı tadanlardan, sanat yolunda gerçeği bulanlardan oluyor.
Bazen de bir eser izleyicisine tümü ile dokunmuyor olsa da eksiğinden, çoğundan, boşluğundan, yokundan yakalıyor ise bir yanı ile mâkes buluyor ise alıcısında ruha merhem oluyor. Rengi, tınısı, mısra sayesinde izleyici mutluluğa duruyor. “Bazen” diyor Hector And The Search For Happiness filminde “Hikâyenin tümünü bilmemek mutluluğu getirir ve mutsuzluğu yok saymak mutluluğun yolu değildir.”
Sanat; izleyici, dinleyici, okuyucu olarak iştirak edilen hâli ve sanatçısı tarafından bir kendini ifade biçimi olarak kullanılan, üretilen bir olgu. Kimisi iz bırakıyor, kimisi söz.
“Ben geçip gitmek isterdim hayattan, o iz bırakmak için uğraşırdı. O tadına doyulmaz bir şiirdi ben taslak hâlinde bir roman.” diyor şair.
Bu mısralar bana şu soruyu sordurtuyor:
Taslak da sanata dâhil mi?
Her sanat biraz insan her taslak biraz roman…
Hilal Büşra Cebeci – Tasarımcı
Copyright © Tüm hakları saklıdır. Merjam.com – Copyright 2021 | Codlio
3D tasarım ajansı