Bu haberi arkadaşlarınla hemen paylaş!
Kendini gerçekleştirme baskısı, her şeyin mümkün ve ulaşılabilir olması, eylemlerin -meli’den -ebilme’ye kaydığı bu gerçeklikte neyin parçası olursak olalım, şu vakitten sonra sığınacağımız tek şey “Yalnızlığın bize de sevdirilmesi” olacaktır.
Doğarken yalnız olup olmadığımı hatırlamıyorum ama doğururken yalnızdım. Büyürken yalnız değildim ama annem yalnız mıydı hatırlamıyorum. Şimdi hem ben yalnızım hem çocuğum. Baba(m), komşum, büyük ailem bu işin neresine ne kadar dokundu, onu hiç bilmiyorum. Disiplin toplumundan performans toplumuna geçerken insan, Byung-Chul Han’ın ifadesiyle “Hiçbir şey yapmadığından hiç bu kadar faal, kendisiyle baş başa kaldığında hiç bu kadar az yalnız olmamıştı.” Çocukluğun, ailenin, toplumsallığın anlamı bir bir değişirken yalnızlığın da değişti elbette. Asla yalnız kalamayan yalnızlar toplumunda çocukluk da çocuk yetiştirmek de yalnız bir iş.
Şimdi şu soruyu etrafımdaki annelere sorsam; yalnız mısınız, desem çoğunluk evet cevabını verecektir. Ebeveyn olma hâli tamamen annelerin sırtına yüklenmiş durumda. Çocuğun eğitimi, annelerin boynuna asılmış ve orada bırakılmış.
Babanın yalnızlığı nerede başlıyor? Bütçesini ailesinin en iyi şartlarda yaşaması için yükseltmeye çalışmakla mı? Anne-çocuk arasında kurulan o eşsiz ve isimsiz bağın dışında kalmakla mı? Disiplin erki olarak üstlenmesi gereken sevimsiz rolde mi?
Peki ya çocuk?
BEBE-BİREYLİK MÜESSESESİ
Ama mesele aslında çok başka. Hadi anneyi babayı geçelim. Sadece aile değil yalnız olan çocuk. Mesele çocuğa ve onun yetiştiriliş tarzına yüklenen anlamın eksen değiştirmesi. Ben ailemle, insanlarla, mevsimlerle, düğünlerle, cenazelerle, eksiklikle, fazlalıkla, o kurallar toplumunun içinde büyüdüm. Orada ne yaşanıyorsa ben de içindeydim. “Yavru” olarak eve hapsedilmedim, yanlarında taşındım ve şahit olarak, görerek, yaşayarak öğrendim. Cenazede sustum çünkü herkes susuyordu, düğünde oynadım çünkü herkes oynuyordu. Şimdi yavruluktan çıkıp “Bebe-birey”liğe dönüşen yeni bir türle karşı karşıyayız. Ve bu tür anne babasıyla, içinde yaşadığı toplumla uyuşamıyor. Çoğunlukla doğu gelenekselliği, fedakârlığı, sevgi anlayışı içinde büyüyen fakat büyüdükten sonra birey olmanın ne anlama geldiğini kavrayan, kendi psikolojisinin arazlarının çocuklukta yaşadıklarından kaynaklandığını öğrenen, okuyan, ülke dışını gören, devasa bir kıyas toplumunun içinde çocuk yetiştirmeye çalışan şimdinin anne babaları, yeni öğrendikleri ile doğuştan getirdikleri bagajları arasında sıkışıp kalmış. Bu çözümsüzlük duygusu, arada kalma hissiyatı ve pratik çözümlerden uzak kararlar, ebeveynin ebeveynliğini köksüzleştiriyor. Havada asılı duran o bağ(ım)sızlık, ruhta en çok yalnızlık olarak tezahür ediyor. Uyku saati belirlemek istiyor ama güneşin batışına karşı arkadaşlarıyla çay içmeyi de çok istiyor. Evdeki esaretinden kurtulmuş olan anne nihayet dışarda kurduğu hayata çocuğunu da adapte etmeye çalışıyor, fakat beceremiyor. Çünkü zaten kendisi gibi dışarısı da değişmiş.
AİLELER TECRİT ALTINDA
Aile ve çocuk yaşamlarını paralel ama yan yana sürdürürken şimdi dikey ve aynıyla zıt durumda bir yaşama mahkûm. Aile onu sürekli “Eğlemek” zorunda. Nasıl yapıyor peki bunu? Çocuklar, tamamen yetişkin egemen toplumda, ona göre dizayn edilmiş mekânlarda enerjilerini atmak zorundalar. Aileler tecrit altında. Çocuğa tahammülü sıfır düzeyine indi inecek bir toplum içinde çocuk yetiştirmeye çalışıyoruz. Bizi yalnız kılan şey bu işte. Yönlendirmeye kapalı ve müdahale edilemez bir çocuğun ailesi olmayı onun bekçisi olmaya indirgeyen bir toplumsal baskının altında yetişen bu bebe-birey’ler bebeliği atamıyorlar üstlerinden. Performans odaklı aile dışı yetişkin, performans odaklı çocuğa katlanamıyor. Sürekli gözetim hâlindeler, yarattıkları korkuların esiri olmuş aileler birey yetiştirdiklerini zannederken empatiden yoksun, kendi istek ve arzularının kölesi hâline gelen yalnız bebeler yetiştiriyorlar. Tıpkı çağın diğer insanları gibi.
Üstelik bu bebeler annelerine mahkûm hâle geliyor, toplum yargılayan ama merhametle müdahale etmeyi başaramayan büyük bir göze dönüştüğünden beri kendi çocukluğundan getirdiği yükle baş etmeye çalışan anne, kendi kimliğini ve bireyliliğini de çocuğuyla birlikte baştan kurgulamaya çalışıyor. Kendini ifade etme ve gerçekleştirme alanı bulamayan anneye bir yalnızlık dalgası da buradan vuruyor.
ÇOCUĞA KATLANAMAYAN YETİŞKİN
Bu labirentten hem toplumun, hem ailelerin hem de çocukların birlikte bir çıkış yolu bulmaları gerekiyor. Çocuk parklarından kreşlere toplumsal olarak büyük düzenlemeler gerekiyor belki bilemiyorum, ama asıl çözüm şehrin ve mekânların çocuklara da ait olduğunu unutmamakta. Sahiller ve uçaklar, müzeler ve kafeler yetişkinlerin olduğu kadar çocukların da öğrenme-oyun mekânları -çocukluğumuzda bizlerin olduğu gibi.
KİM DAHA YALNIZ?
Yalnızlık toplumunda yaşıyoruz. Empatiden yoksun olanlar sadece çocuklar değil, bizleriz. Almanya’da, Amerika’da çocukların girmesinin yasaklandığı restoranların sayısı artıyor. Çocuklu aile kabul etmeyen otel sayısı ülkemizde bile bir hayli fazla. 2 yaşındaki çocuğu için müzede sessizlik uyarısı alan anne, çocuğunu bir daha müzeye götürmeye cesaret ettiğinde o çocuk kaç yaşında olur? Aileyi toplumdan uzaklaştıran yapı çocuğu ne kadar içine alabilir? Kendi içine, evine hapsolan, toplumdan tecrit edilen aile, ne kadar süre mutlu yaşayabilir? Çocuğunu iş yerine götürmek zorunda kalan biri işten takriben ne kadar sürede kovulur?
Kendi türünün geleceğinin büyüme sancısına dayanamayan toplum, herkesten çok ve herkes kadar yalnızlaşmış vaziyette. Çocukluğunun yaralarını biricik zanneden, değil başkasının kendi çocuğunda bile yara sarmaktan aciz bireylerin yarattığı utandırma sarmalında yaşıyoruz. Yorgunluk Toplumu’nda Byung-Chul Han’ın performans öznesi olarak tanımladığı yeni birey türü belki de dinlenme ve izleme, kendisini göstergeye dönüştürme performansını sekteye uğrattığı için çocukluğa bu kadar tepkili. Öyle ya, çocuğun arzuları ve tepkileri için durup dinlemek, sabretmek gerek, oysa her mekânın gerçekleştirilmesi gereken bir performansı var; kumsalda şezlongda uzanmak, uçakta kitap okumak gibi… Performans eşittir rol. Ve dışarının ondan beklediği performansı sergileyemeyen ebeveyn de -ki bu durumda çocuğu susturmak oluyor- bunu etkileyen çocuk da sistemin yan ürünleri olarak görünür olmayı hak etmiyorlar. Yardımın, hoşgörünün, vicdanın, yoldaşlığın metalaştığı, tek başına bir anlam ifade etmediği zamanların içinde yaşıyoruz. Çocukları birey olmak zorunda bırakan bu yeni insan türü -daha doğru ifadeyle sistem- onları da kendi gibi yoruyor ve yalnızlaştırıyor; neredeyse doğuştan.
Neticede kim daha yalnız? Performansa dayalı bu yeniçağda elbet bunu da yarıştıracağız ve sonuç gene belirsiz; biraz hiç kimse, biraz herkes. Birey toplumu, kıyas toplumu, gösteri toplumu, disiplin toplumu, şikâyet toplumu, aile toplumu, performans toplumu… Bütün tanımların her gün yeniden tanımlandığı, değiştiği, geçersizleştiği dünyamızda artık insan/çocuk yalnız olduğunu dahi hissedemeyecek donatılara sahip. Kendini gerçekleştirme baskısı, her şeyin mümkün ve ulaşılabilir olması, eylemlerin -meli’den -ebilme’ye kaydığı bu gerçeklikte, neyin parçası olursak olalım şu vakitten sonra sığınacağımız tek şey “Yalnızlığın bize de sevdirilmesi” olacaktır.
Merve A. TOKYAY – Gazeteci
Copyright © Tüm hakları saklıdır. Merjam.com – Copyright 2021 | Codlio
3D tasarım ajansı