Bu haberi arkadaşlarınla hemen paylaş!
Her şeye katlanır da insan kendisine katlanamaz. Tanımadığı insanla başbaşa kalır, kendisi ile kalamaz. Yalnızlık korkusu, denmiştir bunun adına.
Delphi’deki Apollon Tapınağı’nın girişinde yaklaşık üçbin yıl önce yazılmış bir Yunan vecizesi vardır. Neredeyse varoluş kadar eski bir söz; “Gnothi seauton” yani “Kendini bil.” İnsanın anlam arayışının ilk adımı ve tamamlayıcısıdır bu söz, ilk adım kendini tanımakla başlar.
Kafka’ya neden üzülüyorsun? Hiçbir eksiğin yok, demişler. Evet demiş Kafka, “Hiçbir eksiğim yok, kendimden başka…”
Yaşamın tamamlayıcısı olarak dış dünyayı gören, üzüntünün dış dünyadaki eksiklikten kaynaklandığını zanneden bilince ait bir soru bu. Oysa Kafka “Ne de olsa iç dünyadır kurulan; dış dünya bir madde yığınından başka nedir ki?” diyordu. Dış dünyanın tamlığı değildir insanın arayışı, dolayısıyla üzüntü de dış dünyandaki eksiklik değildir. Kendini bilmenin bedelidir bu. Kendinden eksik kalmanın, uzak kalmanın bedeli… Bu yüzdendir ki kendine gidilecek yola hüzünle başlanır ve daima yalnız… İnsanın kendini bilmesi ve kendini fark etmesi için yalnızlığa ihtiyacı vardır.
Yalnızlık şarkılara, şiirlere, filmlere ne çok konu olmuş. Tam anlatılamamış, herkes meşrebince, yaşadığınca demeye çalışmış. Çoğunda hüzün ve melankoli beraberlik etmiş. Tanımlaması pek de kolay değil; hem çok öznel bir yaşantı olmasından ötürü hem de yalnızlık deyince anlaşılan durumdan ötürü. Zira kimsesizlik olabildiği gibi, tek başınalık da olabilir.
YALNIZLIK ÖLÜMÜ ÇAĞIRIŞTIRIR
Her şeye katlanır da insan kendisine katlanamaz. Tanımadığı insanla başbaşa kalır, kendisi ile kalamaz. Yalnızlık korkusu, denmiştir bunun adına. Yalnızlık, yaşamı etrafında örgütleyen güçlü bir duygu, çünkü ölmeye yazgılıdır insan. Yalnızlık ölümü çağrıştırır. “Her koyun kendi bacağından, her ölüm tek başına” denmiştir. Bu söyleyiş, insanın yüreğine koca bir taş koyar. İnsanların yüzleşmemek için binbir türlü olay, insan, hile ve eşyayla doldurduğu, kaçınılası bir kavram yalnızlık. Oysa yaratıcılık için, üretmek için yalnızlığa ihtiyaç var. Dahası bireyin ne olduğunu, kim olduğunu idrak etmesi için yalnızlığa ihtiyaç var. Her durumda acı verici olduğu aşikâr. Çoğunlukla da insanlar bu acıdan kaçınmak için elinden geleni yapıyor. Aynı ölüm gerçeğiyle yüzleşmekten kaçtıkları gibi. Aynı ölüm gibi yalnızlık da bireysel, kaçınılmaz, varoluşsal bir olgu… olacağından emin olunan tek olgu.
Yalnızlığın ontolojik-varoluşsal bir durum olduğunu idrak etmek ve kabullenmek, yaşamı hem kıymetli hem de yaşanası kılabilir. Zira neyden kaçarsanız sizi kovalar, kaçtıkça büyür, büyüdükçe felaketleşir.
Psikolojide ve çoğu zaman edebiyatta yalnızlık istenmeyen, nahoş bir durum olarak tanımlanır. Hatta psikoloji kimi durumda patolojik kabul eder. Evet kimi zaman patolojik olabilir, patolojinin zeminini kaplayabilir, görünümünü ağırlaştırabilir. Ancak ben bu yazıda patolojik yanından ziyade olgunlaştırıcı, yaratıcı ve varoluşsal yanından söz edeceğim. Referansımı da psikolojiden değil felsefeden alacağım. Kanımca konu üzerine en derinlikli bakışı felsefe getiriyor.
Ontolojik yalnızlık, pek çok varoluşçu filozofun da ifade ettiği gibi, bireyin tekliğinden kaynaklanır. Birey bu dünyada, kendi varoluş sorumluluğuyla, özgürlüğüyle, diğerlerinden farklı, kendine özgü bir birey olarak vardır.
İnsan, öteki aracılığıyla bir varlık olduğunu fark eder. Ötekine her daim ihtiyaç var elbette. Ötekini yok sayan, gereksiz kılan bir bakıştan ziyade insanın yalnızlığı kabulü ve bununla neylediği, nasıl başa çıktığı ve kaçınılmazlığı söylemek istediğim. Yalnız olduğunu derinden hisseden ve kendini bir başkası aracılığıyla gerçekleştirme arayışı içinde olan tek varlık insan belki de.
“İnsan yaşamı, dar anlamıyla başkasına aktarılamaz olmasından ötürü özünde yalnızlıktır, kökten yalnızlık.”
Gasset
İnsanın kökten yalnızlığı, gerçekte kendisinden başka şey bulunmamasından değildir. Tam tersine kendisinden başka koskoca bir evren vardır. Tüm içindekilerle birlikte ama onların ortasında insan, kökten gerçekliğinde, yalnızdır.
Ana rahminde bütünün bir parçası olarak sarılıp sarmalanmayı, sınırsız bir hazzı yasayan bebek, sıkıcı korku dolu bir deneyimle cennetinden ayrılırken yalnızlığını algılar. Otto Rank, insanın her zaman ana rahmindeki sorumluluktan uzak, ilk hazzı aradığını ve anneden ilk ayrılışla beraber yaşadığı yalnızlık kaygısını sürekli bilinçdışında taşıdığını belirtir. O’na göre, kaygılarımızın kaynağı olan yalnızlık, doğduğumuz günden başlayarak bizi rahatsız eder.
Yalnızlığın, insanın en derin korkularından biri olması, onun toplum içinde yaşamak istemesinin ruhsal sebeplerinden biridir. Her ayrılık, bir yalnızlık korkusudur. İnsan, ana rahminden ayrılırken, aslında evrensel bütünlük ve birlikten de koparak, yalnız ve tek başına kalmanın derin acısını hisseder. Bu nedenle her ayrılık, her yenilik, her özerk olma çabası ilk acıyı hatırlatır.
İnsan ölümünü ve sonrasını düşünmeye başladığında varoluşsal yalnızlık hayatının bir parçası olur. İnsanın kendinin farkına varması ve kendisiyle dünya arasındaki mesafeyi hissetmesi yalnızlığının bilincine varmasıyla ilgilidir. Varoluşsal yalnızlık, insanın kendisiyle diğerleri arasındaki aşılmaz boşluktur. Bu boşluk, Yalom’a göre derin ve doyurucu ilişkilerde bile kaybolmaz.
“İçimdeki yaşamın sesi senin içindeki yaşamın kulağına ulaşamaz. Yine de kendimizi yalnız hissetmemek için konuşalım.”
Halil Cibran
Yalnız olmak ya da olabilmek, hakiki anlamda kendisiyle olabilmek için bir ortam bulabilmek demektir. Eğer koyu bir karanlığın içinde gözleriniz karanlığa alışana dek beklerseniz önünüzü görebilecek kadar aydınlığa erişirsiniz. Yalnızlık ve onun getirdiği karanlık da bunun gibidir. Sabretmek, gerçekten yalnızlığa tahammül edebilmek, sonrasında kendini fark etmenin ışığına kavuşturur. Yalnızlık, dünyaya daha güçlü bir yoğunluk ve keşifle dönebilmek için bir tür geri çekilmedir. Koşucuların koşmaya başlamadan önce geri adım atmaları gibi. Herman Hesse’nin dediği gibi yalnızlık, alınyazısının insanı kendi kendisine ulaştırmak için başvurduğu bir yoldur.
Yalnızlık, yalnızlıkla yalnız başına baş edilebildiği zaman yalnızlık olmaktan çıkar. Yalnız kalabilmek kendine, kendiliğine tahammül edebilmektir. Kendini duyabilmek, dinlemeye gönüllü olmak, duyacaklarından korkmadan dinleyebilmek… İşittiklerini işleyebilme cesareti gösterebilmek… İçsel keşif yapmaya, içsel yolculuğa çıkabilmeye önce niyet sonra da cesaret gösterebilmek… Bütün insanlar kendi yalnızlıklarından korkarlar. Ancak, sadece yalnızlık içindeyken insan kendini bilebilir ve yalnızlığının sonsuzluğuyla baş etmenin yolunu bulabilir. Bir varlıktan ötekine doğru olan sevgi sadece iki yalnızlık birbirine yakınlaştığında, birbirlerini tanıdıklarında, şefkat gösterdiklerinde mümkün olabilir.
Kutsal metinlerde ilk yalnızlık anlatısı kovulmuşlukla beraber işlenir. İlk insanın, günahına karşılık olarak ödediği bir bedel olan yalnızlık, eşini bulmasıyla son bulur. O evrensel bütünlükten kopma nasıl hor görülmüşse, yalnız olma da bir günah gibi, bir öcü gibi hor görülmüştür. Dolayısıyla, hemen hemen bütün mitoslar, bayramlar, törenler aslında insanı yalnızlıktan kurtarıp toplumla bütünleştirmenin yani onu tekrar topluma bağlamanın yoludur.
Beri yandan; insanlık serüvenine bakıldığında, büyük yapıtların ve tarihe damga vuran hamlelerin bireyin yalnızlığında zuhur ettiği, yani yalnızlığın kendini bilmenin bir tekniği olarak kullanıldığı görülecektir. Hz. Musa’nın kırk gün Tur Dağı’nda Allah’la buluşması, Hz. İsa’nın kırk günü bir başına Filistin Çölü’nde geçirmesi, Hz Muhammed’in Hira Mağarası’nda kendiyle kalması, aydınlanma ile sonuçlanan yalnızlık tecrübeleridir. Sokrates’in içe bakışı, Eflatun’un mağarası, Mevlâna’nın Mesnevî’si, Dante’nin İlahi Komedya’sı, Nietzsche’nin, Böyle Buyurdu Zerdüşt’ü bu hâllerde vücuda gelmiş eserlerdir.
“Ey inziva, ey yurdum, ey yuvam! Bütün varlıklar hakkında her düşünce bana sende gelir. Sende her varlık dile gelmek ister ve her oluş senden konuşmayı öğrenmek diler. İnsanlar arasında yaşanırsa insan unutulur…”
Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt.
YALNIZLIK GEREKLİ
Benzer biçimde tasavvufta da yalnızlık kendini bilmenin yoludur. Uzlet, halvet, çile ve erbain gibi ifadelerle yalnızlık yolculuğunun merhaleleri tanımlanmıştır. Halvette bir korku, kaygı, terk edilmiş olma duygularının tam tersine, bir ünsiyet, toplum içinde yaşarken bulunamayan ayrı bir huzur vardır.
Varoluşçu filozoflar, yalnızlığın bireyler için anlamını ve paradoksal yapısını en derin ve isabetli ortaya koymuşlardır. Düşüncelerinin özü şudur: Yalnızlık acı vericidir, kaçınılmazdır, olumsuzdur ama bireysel olgunluk ve gelişim için de gereklidir.
Varlık, varoluşun neden olduğu kaygılarıyla, yalnızlığı içinde durarak ve hesaplaşarak kendisini kurar. Bu durumda yalnızlık, tamamiyle sorumluluk demektir. Varoluşsal bakış açısına göre kişi zaten yalnızdır. Bu nedenle yalnızlık, kişinin kendisine ilişkin derin bir farkındalık kazanmasına olanak veren normal ve sağlıklı bir yaşantıdır. Önemli olan, kişinin yalnızlıkla nasıl yaşadığıdır.
Bireyin bir varlık olarak gerçekleştirmesi gereken en temel görevi, varım demek, varlığının sorumluluğunu üstlenmektir. Hemen daima bir bunalımın eşlik ettiği bu sorumluluk, bireyin kendisinin halletmesi gereken birçok kaygıya ve korkuya da sebep olur. Kierkegaard’a göre birey olabilmek için, bir kimsenin varoluşunu ve yokluğun korkusunu kabul etmesi gerekir. Bu kabul ile bir birey, yalnızlığın korkusuyla yüzleşir, böylece bir birey olabilir. Bireyler, ne olmak istedikleri konusunda cesaret ve istek sahibi olmalıdırlar. Şayet birey yalnızlığı yeterince derinlemesine hissederse, bu duygusunu çok derin bir şekilde paylaşabilir. İnsanlar hakikati ancak kalabalıklardan kendilerini ayrı tutarak bulabilirler.
Schopenhauer’a göre ise bağımsızlık, insan yalnızlığının doğrudan bir sezgisidir. İnsanlar kendileriyle başbaşa durabilmeye tahammül gösterdiği sürece, gerçekten yalnız kalabilmişlerdir ve yalnızlığı sevmeden, bağımsızlığa âşık olmadan bir birey olunamaz. “Yalnızlığı sevmeyen özgürlüğü de sevmez. Kişi ancak yalnız olduğunda özgürdür çünkü.” Schopenhauer yalnızlığın, özgürlük için bir temel olduğunu söyler.
Sartre yalnızlığın kaynağı olarak kişilerarası ilişkileri görmüştür. Başka bir şey değil, sadece bireyin başkalarının varlığını tanımasıyla yalnızlığın oluştuğunu düşünmüştür. Sartre, bir kimsenin dışlanmasının farkına varması sürecinin acı verici olduğunu ve aynı zamanda bunun üretkenliği ve yaratıcılığı da sağlayacağını öne sürmüştür. Bireyler daima seçim yaparlar ve bu seçimlerin sonuçlarını yaşarlar.
Yalnızlık ve birliktelik, insan ilişkilerinin yaşandığı, hissedildiği ve yorumlandığı temel koşullardır. Birbirini dışlayan, dışta bırakan, diğerinin varlığını ortadan kaldıran şeyler değildir. Yalnızlık ve birliktelik, birbirini kapsar, birbirine dönüşür ve etkileşir. Yalnızlık süreçlerini yaşamış, yalnızlık bilince ulaşmış, ontolojik yalnızlığının farkında olan, kendini bilen- tanıyan bireyler, kendisi gibi diğerlerinin de yalnız olduğunu idrak ederler. Böylelikle diğerleriyle daha yapıcı, anlamlı ve değer taşıyan şefkatli ilişkiler kurabilirler.
“Eğer bir kişi yalnız olmayı beceremiyorsa, başkalarıyla bir arada olmayı da becermez.”
Michel Foucault
İki insanın karşılaşması aynı zamanda iki yalnızlığın karşılaşmasıdır. Kişi kendisiyle bir bütün olmayı becerdiğinde, diğer canlılarla da bir bütünlük içine girmeyi becerir. Kendinle buluşmak, herkesten uzak sadece kendinle başbaşa kalmak, aşkı olası kılabilir. Kendini seven ve anlayan bir insan ancak başka bir insanı sevebilir ve anlayabilir.
Yalnızlık, ruhsal anlamda hem yok oluşun, yani kendini izole ederek içine kapanmanın; hem de gerçek varoluşun, yani içinden dışarıya doğru büyüyerek evrenle bütünleşmenin kılavuzudur. İnsan varlığının temel dertlerinden biridir yalnızlık, dermanı kendinde barındıran bir dert… Niyazî-i Mısrî’nin dediği gibi; “Derman arardım derdime derdim bana derman imiş, Bürhan sorardım aslıma aslım bana bürhan imiş.”
Hira Selma KALKAN – Psikiyatrist Yazar
Copyright © Tüm hakları saklıdır. Merjam.com – Copyright 2021 | Codlio
3D tasarım ajansı
Bir cevap yazın