Usta oyuncu Suna Keskin, oyunculuk anılarını anlattı

Merjam Yazar: Merjam 26 Şubat 2022

Bu haberi arkadaşlarınla hemen paylaş!

"Aşkı Memnu", "Perihan Abla", "Sıdıka", "Ruhsar" ve "Doktorlar"ın bulunduğu sevilen dizilerin oyuncu kadrosunda yer alan, aynı zamanda tiyatro sanatçısı Suna Keskin, yarım asır süren oyunculuk hayatından bahsetti. İşte sanatçının zihninde yer eden anılar…

Usta oyuncu Suna Keskin, oyunculuk anılarını anlattı

Suna Keskin “Erol (Keskin) benim konservatuarımdır. Ama sahneye çıkma nedenim de Haldun Dormen’dir. Onun teklifiyle oldu ve bu kadar sevdiğim bir mesleği yapıyorsam eğer Haldun Dormen sayesindedir. Ona minnettarım.” dedi.

Usta isimlerle çalıştı

Dormen Tiyatrosu’nda 1963 yılında profesyonel oyunculuğa adım atan Keskin, tiyatro ve sinema hayatı boyunca Haldun Dormen’in yanı sıra Hadi Çaman, Erol Günaydın, Fikret Hakan, Erol Taş, Gülriz Sururi, Engin Cezzar, Münir Özkul, Hulusi Kentmen, Tarık Akan, Halit Refiğ ve Atıf Yılmaz gibi birçok usta isimle çalışma fırsatı buldu. Keskin, yönetmen, senarist ve oyuncu eşi Erol Keskin’in vefatının ardından “Hiç bir değişiklik yapmadım. Aynen olduğu gibi muhafaza ediyorum.” dediği evinde 60 yıllık sanat yolculuğunu ve anılarını anlattı.

Merhabalar bizi evinize davet ettiniz, çok teşekkür ederiz. Ne kadar güzel bir eviniz var, adeta tarih kokuyor.

“Ben teşekkür ederim geldiğiniz için. Sağ olun. Doğrudur, çünkü ben 50 yılı aşkın bir süredir burada oturuyorum. Daha önce de aynı apartmanda bir üst kattaydım. Sonra buraya indim. Saray verseler başka yere gitmem. O kadar seviyorum. Burası anılarla dolu.”

50 yıl olmasının yanı sıra esas anlam, içini doldurduğunuz bu müthiş tablolar, eserler, fotoğraflarla birlikte sizin de yaşantınızı, yaşanmışlığınızı yansıtıyor olmasından ileri geliyor olmalı?

“Tabii her şeyi Erol (Keskin) ile beraber yaptık. Onun için bir anlam taşıyor. Çok değerli benim için. O nedenle severek oturuyorum ve burada mutluyum.”

Sanıyorum Erol beyin ardından bir değişiklik yapmadınız evinizde?

“Hiç bir değişiklik yapmadım. Aynen olduğu gibi muhafaza ediyorum.”

6 yıldır Tiyatrokare’de dünyanın en çok oynanan komedisi “Ahududu” oyunuyla seyircinin karşısındasınız. Bu salgın döneminde bile bu devamlılık çok güzel bir şey. Kovid-19 salgını öncesi ve sonrası izleyici profiliniz ve oyununuzun yıllardır sürmesi ile ilgili neler söylersiniz?

“Oyunumuz, hepinizin bildiği gibi bir polisiye komedi. Evet, 6 yıldır oynuyoruz ama ben Tiyatrokare’de 11 yıldan fazla birçok oyununda oynadım. ‘Ahududu’ çok güzel bir komedi, ayrıca çok güzel mesajları var. Tabii ki Nedim Saban biraz müdahale etti oyuna. Ama bu haliyle çok keyifli oldu. Çok da güzel bir ekibimiz var. Melek Baykal, Nedim Saban ve çok güzel bir genç takımımız var. Çok mutluyuz. İlk zamanlarda pandemi başlamadan önce elbette tabii çok güzel çalıştık. Fakat araya ne yazık ki 2 senedir pandemi girdi. Yine de şanslıyız denebilir, açık havalarda birkaç oyun oynayabildik. Şu anda da bir patlama oldu, turne yapıyoruz. Tabii kurallara uygun olarak, maske takarak, mesafeli oturuyor seyirci. Müthiş bir ilgi var oyuna. Belki de seyirci tiyatroya çok hasret kaldı bu dönemde. Biraz rahatlamak, ferahlamak, değişik şeylerle kendini mutlu etmek, motive etmek istiyor.”

Tiyatro sanatı izleyicisiz tabii ki olmuyor ama sanatçılar için de turneler aynı şekilde önemli değil mi?

“Tabii ki çok önemli, çok keyifli bizim için. Ben çok severim turneye gitmeyi. Ama uçağa binemediğimiz için büyük arabalarla gidiyoruz. Ama yol boyunca baka baka, seyrede seyrede, düşüne düşüne, ister rolünü, ister başka bir şey düşün, hayal et, kitap oku, ne yaparsan yap, çok keyifli oluyor.”

Uçağa hiç mi binmediniz?

“Bindim ama 10- 12 senedir bir şey oldu. En son Hadi Çaman ile Almanya ve Avusturya’ya turneye gitmiştik. Ondan sonra ne oldu, ben de hiç anlayamadım. Zaten korkuyordum ama şimdi hiç binemez oldum. Ne yazık ki bunun acısını da arkadaşlarım, Nedim Saban çekiyor. Bizi arabayla göndermek zorunda kalıyor. Nevra da (Serezli) öyle, o da binemiyor. Birkaç arkadaşım var binemeyen. Böyle gidiyoruz. Benim için çok keyifli kim ne derse desin.”

Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin grafik bölümünde akademik bir eğitim almanıza rağmen kalbiniz ve yeteneğiniz sizi tiyatro oyunculuğuna doğru sürüklemiş. Amatör olarak Akademi Tiyatrosu’nun çalışmalarınızdan hareketle ve Haldun Dormen’in teşvikiyle 1963 yılında profesyonel tiyatroya adım attınız değil mi?

“Evet, ‘Montserrat’ ilk oyun. Aynı sezonda ‘Şahane Züğürtler’ ikinci oyun olarak oynandı, 1962-1963 sezonunda. Orada profesyonelliğe adım attım diyelim. Ben önce resim bölümünde Nurullah Berk’in öğrencisiydim, sonra grafik sanatlara ayrıldım, oradan da mezun oldum. Şimdiki Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi biliyorsunuz Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ydi. O zamanlar akademide tiyatro bölümü yoktu. Ayrıca bir tiyatro kolu vardı, hevesli ve tiyatroya meraklı arkadaşlarla bir grup kurulmuştu. Orada çalışmalar yapıyorduk, Yılmaz Gruda ve Erol Keskin oyun sahneye koymak için geliyorlardı. Öylece amatör olarak başladım. Ama orada hiç oynayamadım. Sonra Erol ile evlenince beni turneye götürdüler. Haldun Dormen bana bir teklif yaptı, tabii ayaklarım yerden kesildi. Hemen kabul ettim. Büyük cesaretti. Ama kendime de inanıyordum, Haldun’a da, eşim oyuncuydu ona da güveniyordum ve çok profesyonel bir kadro vardı. O zaman Nisa Serezli, Metin Serezli, Ayfer Feray, Turgut Boralı, Altan Erbulak ile çalışmak benim için çok verimli oldu.”

Uzun yıllar Haldun Dormen’in yanı sıra Erol Günaydın, Erol Keskin ve Hadi Çaman ile birlikte kurduğunuz Gen-Ar Tiyatrosu’nda da oynadınız diye biliyoruz?

“Şimdi orada hep bir yanlışlık var. Gen-Ar Tiyatrosu diye bir tiyatro vardı zaten. Hakikaten çok öncü, güzel oyunlar oynanıyordu. Ben oraya Nazım Hikmet’in ‘Yolcu’ oyunuyla girdim. Erol, orada oyun sahneye koydu. Ortak olanlar, ben, Cahit Irgat, Tuncel Kurtiz ve Erol Günaydın, dördümüzdük. Hep Hadi Çaman da deniyor arşivlerde, bu büyük bir yanlış. Hadi, orada çalıştı ama ortak olarak değil, oyuncu olarak. Biz de sadece bir sezon ortak olduk. Öncesinde ve sonrasında da oyuncu olarak oynadık.”

Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu’nda, arkasından da Pekcan Koşar’la tiyatro çalışmaları yaptınız. 15 sene Enis Fosforoğlu ile beraber çalıştınız. Ardından vefatına kadar Hadi Çaman Yeditepe Oyuncuları’nda da oynadınız. Sizin adınız bu tiyatrolarla yıllarca hep anılıyordu. Bu sanki Yeşilçam’ın bazı yıldızlarının bazı prodüktörlerle yıllarca çalışması gibi bir his uyandırdı bende. Tiyatroda böyle bir şey var mı?

“Aynı oyuncularla uzun yıllar çalışmak çok güzel bir şey. Dormen Tiyatrosu’nda da öyleydi. Ben ilk girdiğim zaman aynı kadroyla kaç tane oyun oynadık. Nisa Serezli, Altan Erbulak, Erol Günaydın, Erol Keskin ve Turgut Boralı bu kadroyla uzun yıllar oynadık. O kadar keyifli ki. Enis (Fosforoğlu) ile de 15 seneyi aşkın aynı kadroyla çalıştık. Farklı genç oyuncular da vardı. Ama alışıyorsun birbirine partner olarak. Daha iyi, verimli oyun çıkarıyorsun. Hadi ile de senelerce çalıştık beraber, keyifliydi. Şimdi biraz farklı, mesela Nedim (Saban) ile çalışırken, her oyunda farklı farklı insanla oynuyorsun. Ama değişmeyen 2-3 oyuncu arkadaşımız var. Onlarla da eskiye dair bir takım şeyler paylaşıyorsun, birbirimizi daha iyi tanıyoruz. Hem sahnede hem sahne dışında kuliste sana bir rahatlık veriyor. Gerginlik, tedirginlik yaşamıyorsun. Ama benim görüşüm alıştığın oyuncularla çalışmak, bir aile gibi olmak daha doğrusu.”

Tiyatroya başlangıcınızda rahmetli eşiniz usta tiyatro sanatçısı, hocası, yönetmen ve yazar Erol Keskin ile birlikte yol aldınız. “Benim konservatuarım Erol Keskin’dir.” ve bugün hala “Ben öğrenciyim.” diyorsunuz her fırsatta. Ondan aldığınız en büyük oyunculuk tekniği nedir?

“Evet doğru. Genel anlamda çok şey öğrendim. Bir defa tiyatronun ahlakını ve adabını öğrendim. Erol, çok sıra dışı ve çok farklı bir oyuncuydu. Kendi dürüstlüğünü ve kendinde olan farklı şeyleri sahneye taşırdı ve ben bunları gördüm, seyrettim. Keşke onların hepsini sesli teybe alabilseydim. Burada her akşam benimle tiyatro ile ilgili çok güzel sohbetleri olurdu. Onu can kulağıyla dinlerdim. Alabildiğim, yansıtabildiğim kadarını eğer seyircimle paylaşabiliyorsam ne mutlu. Evet, Erol benim konservatuarımdır. Ama sahneye çıkma nedenim de Haldun Dormen’dir. Onun teklifiyle oldu ve bu kadar sevdiğim bir mesleği yapıyorsam eğer Haldun Dormen sayesindedir. Ona minnettarım.”

Erol Keskin konservatuvarından kolay mezun olabildiniz mi sizce?

“İşte onu söylüyorum, ‘hocam, hocam’ diyorlar. Ben hala öğrenciyim. Tiyatro o kadar engin bir şey ki her zaman öğreneceğin bir şey var. Yeni yeni şeyler çıkıyor, yeni reji değişikliği ve oyunculuklarda farklılıklar var. Onu da gençlerden öğreniyorsun, gözlemliyorsun elbette. Kendine uygun görüyorsan tatbik edebilirsin ya da reddedebilirsin, o sana kalmış bir şey.”

Eşiniz Erol Keskin ile “Montserrat”, “Cengiz Han’ın Bisikleti” ve “Rus Gelir Aşka” ve birkaç oyunda rol aldınız birlikte. Erol Keskin için “Aslında Erol ile bir projede yer almak zordur. Hırpalar oyuncuyu. Mükemmeliyetçidir. Her detayı önemser. ” demişsiniz bir röportajınızda. Gerçekten bu kadar minik detaylar insanı mıydı eşiniz?

“Evet, öyleydi. Ayrıntılara çok meraklıydı doğrusu. Ben de öyleyim.”

Hem sahne hem evlilik birlikteliği sizin için zor oluyor muydu?

“Zor tabii. Zorluğu şöyle, ayrı ayrı oyunlarda oynadığın zaman ayrı ayrı turnelere çıkıyorsun, ayrı ayrı yerlere gidiyorsun. Zorluğu var ama güzelliği de var. Ben şikâyetçi olmadım, o turnelerden, ayrılıklardan. İyi, kötü yürüttük yani. 60 sene tabii ki her şey dümdüz gitmedi. Son 10 sene hastalığında, o zaman beraber olabildik. Ben o zaman evliliği yaşadım. Çünkü çok yakın olduk.”

Çocuğunuz yok sanırım?

“Hayır çocuk yok. Ama yeğenlerim var, ben onları kendi çocuğum gibi düşünüyorum. Erkek kardeşimin o da rahmetli oldu, onun oğlu ve kız kardeşimin çocukları ve torunları sanki benim çocuklarım gibi hissediyorum.”

Çocuk yapmak istemediniz mi ya da eksikliğini hissetmediniz mi?

“Eksikliğini zaman zaman hissettim. Zaman zaman ‘olsa mıydı’ dedim. Ama biz galiba birbirimizin hayatını iyi doldurduk. Düşündüğüm halde işte ‘bugün şu iş var’, ‘o gün o film var’, ‘bugün bu oyun çıktı’ diyerek akıp gitti zaman. Erol da ‘sen ne istiyorsan öyle olur’ diye düşündü. Yıllar geçti, seneler sonra da zaten çocuk yapmak mümkün olmadı. Şimdi ‘keşke çocuğum olsaydı’ diyorum.”

“Son 10 yıl daha çok hissettim evliliği.” diyorsunuz, eşinizle ilgili farklı olarak neler söylersiniz?

“Evet, elbette. Çok titizdi ve detaycıydı dediğim gibi. Kitaplarına çok meraklıydı, odasına hiç dokunulsun, temizlensin istemezdi. ‘Bıraktığım gibi kalsın, burası bana ait’ derdi. Bazen silip, tozunu almak istiyor insan ama hemen anlardı. Azarlardı bizi. Biraz hırçındı gerçekten ve otoriterdi. Yani öğrencileri de aynı şeyi söylüyorlar, biraz çekinirlermiş. Zaman zaman işte ‘sen ne istesen o olur’ derdi. Zaman zaman da daima onun dediği olurdu. Biraz dik, ısrarcı, inatçı, çok iyi bir oyuncu, çok iyi bir yönetmendi, sıra dışıydı. Rengârenk bir adamdı.”Siz de ılımlı taraftınız anladığım kadarıyla?

“Evet, biraz öyle. Benim de vardır hırçın taraflarım ama sahnede, oyun çıkarırken, prova yaparken. Bir gerginlik, bir asabiyet, bir hırçınlık yaşarım, oyun çıkana kadar. O da öyledir, hepimiz, bütün oyuncular öyledir. Oyun çıkıncaya kadar huysuz bir dönem geçirirsin. Ondan sonra sanki doğum yapmış gibi oyun çıktıktan sonra rahatlarsın.”

Evlilik öncesi sendromu gibi ayrılmalar tiyatrolarda da oluyor galiba. Bazen oyuncu oyun öncesi son anda çekip gidiyor gibi durumlar oluyor mu gerçekten?

“Evet onun gibi aynı. ‘Aaa, bırakır giderim, bitti bu iş’ falan dersin ama çekip gidemezsin. Gitmeyi istersin ama gidemezsin, bu iş bitmiyor.”

Siz 1960’lı yıllarda tiyatroya başladınız ve 60 yıldır sahnede tiyatro duayenleri arasında yerinizi aldınız. Bugün tiyatronun geldiği ve genç jenerasyonla ilerlediği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

“Ben genç jenerasyonu çok beğeniyorum, özellikle 8-10 yıldır. Ondan önce böyle bir ümitsizliğe kapılmıştım. Tiyatro bir dalgalanma geçirdi. Böyle bir aleladelik vardı. Ben tiyatroda aleladelik asla sevmiyorum. Daima ve daima kalite olmalı. Oyuncu da oraya kendi kalitesini taşımalı diye düşünüyorum. Çünkü oradan öğrettiğin, seslendiğin, eğittiğin seyircin var. Ona iyi bir şey göstermelisin. Görsel, ruhsal, estetik açıdan bir güzellik yaşatmalısın seyirciye. Onun için bu son yıllarda hakikaten çok iyi yazarlar, çok iyi oyuncular, gerçekten takdir edilecek yönetmenler var. Ama ne yazık ki tam parlak zamanına girilecekken bu pandemi engelledi. Fakat müthiş bir gayretle takip ediyorum.”

Siz de takip ettiğim kadarıyla hiçbir tiyatro oyununun prömiyerini ve galasını da kaçırmıyorsunuz.

“Evet, kaçırmamaya gayret ediyorum. Ama şimdi biraz yaşlandım gibi, gidemiyorum. Özellikle bu pandemi döneminde her şeyden korkar, ürker oldum. Çok arzu ediyorum tabii. Çünkü seyretmek de inanın oynamak kadar güzel. Bir jüri üyeliği yaptım, çok sık gittim o ara oyunları çok seyrettim. Hakikaten ‘ne güzel bir şeymiş seyretmek’ dedim. Sadece seyredilmek değil, iyi bir oyun seyretmek, iyi bir oyuncuyu alkışlamaktan keyifli, lezzetli başka bir şey olamaz.”

Şimdi de 2008 yılından bu yana Tiyatrokare ve Nedim Saban ile çalışıyorsunuz. Kendisiyle çok sık tatlı kavgalarınız olurmuş geçmişte.

“Evet, oluyor.”

Tiyatro sanatçısı ve yönetmen kavgası nasıl bir şeydir anlatır mısınız?

“O anda bir anlaşmazlık olur, aklımızın yatmadığı bir şey olur. Tabii oyunlarla ilgili, yoksa Nedim ile özel bir kavgamız asla olmaz. O benim evladım, çocuğum gibi. Her oyunda, her tiyatroda, herkeste olabilir. Sonra bunlar unutulur gider. Bunlar kalıcı kavgalar değil. Bazen ona ‘Bak seni babana şikayet edeceğim’ diyordum. Ama Nedim gerçekten çok saygılı, çok iyi bir aile terbiyesi almış bir çocuk. Onun için kavga demeyelim ona, ufak tefek mesleki çatışmalar oluyor.”

“Ahududu” oyununa devam ederken, otizme dikkatleri çektiğiniz “Süper İyi Günler” oyununda da rol aldınız aynı zamanda ve geçmişte de aynı anda iki oyunda, iki farklı karakteri aynı zamanlarda oynamışsınız.

“Evet, benim kısmetim hep böyledir. Ben hep iki oyunda beraber oynadım. Dormen Tiyatrosu’ndayken Gen-Ar Tiyatrosu da vardı. Gen-Ar Tiyatrosu’nu ayrıca bir düşünmek lazım, çok iyi bir tiyatroydu, çok iyi oyunlar oynandı. Dormen Tiyatrosu’nda matine oynardım elimde çanta koştura koştura Gen-Ar Tiyatrosu’nda suareye giderdim. Öteki hafta Gen-Ar’da matine oynardım suareye Dormen’e koştururdum. Hep böyle oldu. İki oyunda oynadım. Ama Süper İyi Günler’de bir oyuncu arkadaşımız ayrıldı, müşkül durumda kalındı. Oyun da çok güzeldi. Nedim, ‘oynar mısın Suna abla?’ dedi. Ben de oynadım.”

Bu çok güzel bir şey bence bir oyuncu için. İlginç ve süper bir deneyim olmalı, farklı karakterlere bürünmek ve günün sonunda da Suna olarak eve dönmek değil mi?

“Evet. Şimdi kendi bedeninde başka başka insanları yaşıyorsun. Kolay bir şey değil ama artık tecrübe de var. Seviyoruz da mesleğimizi. Onun için oynamak mutlu etti şimdiye kadar gerçekten.”

Peki size Erzurum taş bina, kırmızı perdeler ve Pinokyo ile Hisse-i Şayia Bedia Muvahhit desem aklınıza neler gelir?

“Yaaa, şimdi nasıl tiyatroya heveslendim? Tiyatro, biliyorsunuz dünyanın kuruluşu kadar eski. Çocukluğunda herkes namütenahi çelik çomak oynayarak, ip atlayarak tiyatronun varlığını bilmeden de olsa içine düşüyor. 5 yaşındaydım, babam çok meraklıydı tiyatroya, ‘seni tiyatroya götüreceğim’ dedi. Bir taş binada, galiba bir Halkevi’ydi orası. 29 Ekim’de annem, babam ve ben gittik. En önde oturduk. ‘Pinokyo’ diye bir çocuk oyunu oynuyor. O kırmızı perde açıldı ve benim içime ateş düştü. Hakikaten neden ben orada değilim? Orada bir peri kızı oynuyor, ‘neden o peri kızı ben değilim’ dedim. Daha okula başlamamışım. Büyük bir kıskançlıkla izledim. Yıllar sonra Enis ile (Fosforoğlu) çalışırken, rahmetli eşi de var, birlikte bir bankanın çocuk tiyatrosunu oynuyorduk. O peri kızı rolü bana düştü. Dedim ki, ‘yıllar önce benim hayal ettiğim gerçek oldu.’

Yine genç kızlığımda babamla tiyatroya gittik. O Vasfi Rıza’lar, Bedia Muvahhit’er, Darülbedayi oyuncularının hepsini bilir, tanır anlatırdı bana. Gittik ‘Hisse-i Şayia’yı seyrettik. Ben oyuncu değil öğrenciydim akademide. Bedia hanıma hayran oldum ve ‘bunu oynamalıyım’ günün birinde dedim. Yıllar sonra Hadi Çaman’la oynadık aynı oyunu. Çok da severek oynadım. Hatta Afife Jale’ye ‘En İyi Komedi Oyuncusu’ dalında aday olduk. Hiç unutmam bunu. Hakikaten benim hayatımda garip 3 tesadüf vardır, ikisi budur. Üçüncüsünü unuttum. Düşündüm bulamadım. Güzel tesadüf ve beni çok da mutlu etti gerçekten. İyi de oynadım.”

Hayatınızın mihenk taşları olmuş sanki?

“Yaa, evet ve o taş binayı yıllar sonra turnede gittim, gördüm. Aynı şekilde duruyor. Oturduğumuz evi de buldum. O taş evi. Olduğu gibi duruyor. İki katlı küçük bir evdi. Böyle güzel tesadüfler var hayatımda.”

Antre kaçırmak, gülme krizine girmek, replik unutmak tiyatro oyuncularının sahne üzerinde yaşadığı şanssızlıklar ama bazen de oyuncular için tatlı anılar olarak kalır. Böyle anlarınız var mı?

“Ah olmaz mı. İlk tiyatroya başladığım yıllarda Nisa Serezli’yle çok güzel bir anım var. Füsun Erbulak ile biz çok tatlı oyunlar oynadık. O sahnede çok muziptir. Bir de Melek Baykal’la o da çok muzip, güldürmeye çalışıyor, gülüyoruz da seyirciye belli etmemeye çalışarak. Ama seyirci hoş karşılıyor, o da alkışlıyor bizi ve gülüyor bizimle. Şahane Züğürtler’de ilk versiyonunda ben evin kızını oynuyorum. Başar Sabuncu, Allah rahmet eylesin, erkek kardeşimi oynuyor. Erol Keskin sahneye koymuştu ama Turgut Boralı askere gidince onun rolünü oynadı. Benim ilk repliğim içeri girince ‘anne, babam nerede?’ diyeceğim. Fakat o sırada galiba rahatsızlandım, lavaboya gittim. Koşuşturuyor birileri beni arıyorlar, ‘Suna neredesin? Antre kaçırdın’ diyorlar. Ben koşa koşa içeri daldım ve ilk lafımı söyledim ‘anne, babam nerede?’ dedim. Nisa da en süslü haliyle, taçlar başında, otrişler, yelpaze elinde ‘baban seni aramaya çıktı kızım’ dedi. Meğer Erol dışarıya çıkmış beni ararmış. Nasıl bacaklarım titriyor, tutamıyorum kendimi hemen çöktüm bir tabureye. Tabii çok profesyoneldi bana göre Nisa. Hemen Erol da girdi ve kurtardılar vaziyeti. Ben de derlendim toplandım elbette. Çünkü Erol çok titiz, müthiş kızar, azarlar, yani garip şeyler gelebilirdi başıma, idare ettik. Öyle şeyler oluyor, hala oluyor.”

Geçmişte birlikte oynadığınız ve yıllarca sahne aldığınız isimlerden kimler var bugün? “Tekrar keşke sahnede birlikte olsam” ve bugüne baktığımızda kimler var genç oyunculardan işte “tam bir sahne tozunu yutmuş” dediğiniz var mı ?

“Bir sürü var ama isim vermek doğru olmaz. ‘Sahne aldığınız’ deme bana, ben öyle deyince kızıyorum. Çünkü sahne almak diye bir şey bizim zamanımızda yoktu. Sahneye çıkmak diye bir şey vardı. Çünkü orası bir mertebe, oraya çıkılır, orada oynarsın, seyircinle buluşursun. Bu sahne almak nereden çıktı Allah aşkına. Yeni bir şey bu, birkaç senedir sahne almak aşağı, sahne almak yukarı.”

Belki şarkıcılar için daha doğru bir tanımlama, onlar için mi kullanılmalı?

“Bilmiyorum ki, belki İngilizceden doğrudan doğruya tercüme edilmiş bir şey gibi düşünülüyor. Bilemiyorum ama benim garibime gidiyor. Onun için de bize dinozor diyorlar.”

Estağfurullah, ne demek olur mu öyle şey. Doğrusu bu ise onu söylemek lazım gelir.

“Yani bana göre öyle. Belki de değildir, ben yanılıyor olabilirim. Yine her şeye esnek bakmak lazım.”

Peki “bugün tekrar birlikte sahneye çıkmak isterdim” dediğiniz kimler var?

“Mesela Gülriz Sururi ile oynadım, çok iyi bir oyuncu elbette. Keşke birkaç oyun daha oynayabilseydim. Ayfer Feray çok iyi bir oyuncuydu gerçekten. Elbette Erol ile oynamayı birkaç kere daha çok isterdim. Oynarken de öğrenirsin çünkü. Hepsini rahmetle anmak istiyorum. Onların hepsiyle keşke daha çok oynasaydım. Çok mutluyum oyuncu arkadaşlarımdan. Hepsinden çok keyif aldım. Çok tatlı anılarım var. Genç kadroyla çalışıyoruz mesela. Ahududu’nun genç kadrosu o kadar tatlı ve o kadar uyumluyuz ki. Ayrıca isim vermek doğru olmaz hepsi çok keyifli, hepsi yetenekli.”

Tiyatronun dışında sanırım 8 filmde oynadınız. Bu filmler arasında 1966 yapımı güzel bir film olan “Ölüm Tarlası” var mesela değil mi ilklerinizden?

“Saymadım kaç tane olduğunu. Evet, Atıf Yılmaz rejisini yapmıştı, Yaşar Kemal’in senaryosuydu. Siyah beyaz çekilen çok güzel bir filmdi. Kaçakçılıkla ilgili, o mayın tarlasında boşu boşuna heba olan, kaybedilen insanlarla ilgili bir filmdi. Onun dışında birkaç komedi filmi var. En son oynadığım film ‘Mavi Gözlü Dev’di.”

1975 yılında Halit Refiğ’in yönettiği, başrollerde, Müjde Ar, Şükran Güngör ve Neriman Köksal ile birlikte rol aldığınız “Peyker” rolünü üstlendiğiniz Aşk-ı Memnu dizisi de özel bir proje aslında değil mi?

“Evet o televizyon dizisiydi. 3 bölüm olarak siyah beyaz çekildi. Çok iyi bir filmdir. Seyrettiniz mi bilmiyorum o çok güzeldir. Gerçekten romana sadık kalınarak çekilmiş çok güzel bir filmdir. Bütün oyuncular yerli yerine oturmuştu o kadar güzel bir işti.”

“Perihan Abla” ve “Avrupa Yakası”, birçok diziniz var. Bunlar özel projeler ama sayıya baktığımızda oyunlarınız daha çok. Siz tiyatroyu sanırım daha çok sevdiniz.

Son olarak gerçekleştirmek istediğiniz bir hayaliniz var mı diye sormak isterim?

Ay çok hoş, bu yaşta da bu son olarak. Ne isteyebilirim?”

Olur mu, hayaller hiç biter mi?

“Evet dediğin doğru hayaller bitmez. Şimdi her oyun çıktığında ‘ben bu heyecana artık dayanamam’, ‘bitiriyorum bu işi’, ‘bundan sonra oynamıyorum’ diyorum. Ondan sonra oyun çıkıyor, oynuyoruz. Dedim ya, oyuncu açgözlüdür diye ama doyuma ulaştım diyebilirim. Çünkü çok güzel oyunlarda, çok güzel rollerde oynadım. Şimdi de eğer gücüm yeterse, sağlığım el verirse elbette iyi bir işin içinde olurum.”

Erol Keskin ile ilgili bir şey olabilir mi peki, anılarını yaşatacağınız belki tiyatro öğrencileriyle onun çalışmalarını derleyeceğiniz bir çalışma mesela?

“Erol ile ilgili Eskişehir’de Anadolu Üniversitesi’ndeki öğrencileriyle güzel bir şey yaptık. Erol, kendi aksesuarlarını kendisi yapardı. Onun aksesuarları, kostümleri, 2 tane büst var, onları Gürdal Duyar yapmıştır, Allah rahmet eylesin. Çok önemli, iyi bir heykeltıraştır, o da akademidendi. Onun yaptığı büst ve Erol’un yaptığı bütün aksesuarların, kostümlerin hepsini ben Anadolu Üniversitesi’ne götürdüm, çok güzel bir köşe yapıldı. Videoları da gösteriliyor bir sergi gibi. Bir salona ismini verdiler. Şimdi de düşünüyorum tabii Erol ile ilgili bir şeyler yazmayı ama başarabilir miyim bilmiyorum.

Bir de eğer kısmet olursa bir girişimim olacak. Bir tiyatro öğrencisine burs vermeyi düşünüyorum, yine Anadolu Üniversitesi’nde hocalık yaptığı yerde. Bunlar şimdi hayallerim benim. Tiyatro oyuncusu çok çabuk unutuluyor. Erol, çok kıymetli, sıra dışı, çok iyi bir oyuncuydu, yok olmaması lazım. Öğrencileri şimdi profesör olmuş, doçent olmuş Anadolu Üniversitesi’nde, eksik olmasınlar severek yaptılar. Erol İpekli var şu anda profesör, o ön ayak oldu. Hatta açılışına Eskişehir Belediye Başkanı da geldi. Erol orada hocalık yaparken o da dekan ya da rektördü. Yani orada Erol ile ilgili çok iyi bir şey yapıldı.”

Kaynak: AA

Merjam

Merjam

  • Editörün Seçimi
  • En Çok Okunanlar

Copyright © Tüm hakları saklıdır. Merjam.com – Copyright 2021 | Codlio