Oyuncu Simone Signoret kimdir?

Merjam Yazar: Merjam 29 Eylül 2021

Bu haberi arkadaşlarınla hemen paylaş!

Oyunculuğu kadar özel yaşantısıyla da bir döneme damgasını vuran Simone Signoret hayatı hakkında merak edilenleri kaleme aldık.

Oyuncu Simone Signoret kimdir?

Simone Henriette Kaminker, 25 Mart 1921 tarihinde Almanya’nın Wiesbaden şehrinde dünyaya gelir. Babası, Polonya ve Avusturya kökenli bir Yahudi olan André Kaminker işgal ordusunun subaylarındandır; annesi Georgette Signoret ise, Almanya’daki işgal ordusuna gönüllü sekreter olarak katılan Fransız Katolik ailenin kızıdır. Âşık olurlar ve evlenirler; kızları Simone dünyaya gelir. Birinci Dünya Savaşı sonrası Versay Antlaşmasını denetlemek için birçok görevli Almanya’da yaşamaktadır; bu nedenle 2 yıl sonra aile Fransa’ya geri döner.

Babası hem Simone’ye, hem de sonra doğacak iki oğluna dini eğitim vermez. “Babam Fransa’da doğmuştu. Ailesinin Polonya’nın tam olarak neresinden gelmiş olduğunu hiç bilmedim; sadece babasının Polonya kökenli bir elmas taciri olduğunu söylerdi. Babaannem ise Avusturyalıydı. Onu az tanıdım ve annemi hiçbir zaman tam olarak kabul etmediği için pek sevmedim.” Simone Signoret Yahudi kökenine uzun süre sahip çıkmaz; son yıllarında yazmış olduğu Adieu Volodia (Elveda Volodya) adlı romanında Yahudi dünyasını ayrıntılı biçimde anlatır.

Jean Paul Sartre gibi ünlü isimlerden ders alır

Simone, Fransa’nın en prestijli liselerinden Lycée Pasteur’de eğitim görür. Hocaları arasında Jean Paul Sartre gibi aydınlarda bulunur. Simone, hocaları sayesinde ufkunu genişletir, edebiyatla tanışır. Üniversite de felsefe okumayı düşünse de; İkinci Dünya Savaşı’nın çıkması nedeniyle gerçekleştiremez. Üstelik Almanlar Fransa’yı işgal etmiştir. Babası epey bir süre önce evi terk ettiği için; annesi ve iki erkek kardeşinden oluşan ailenin geçimini üstlenmek zorunda kalır. Sonraları, babasının direnişçilere katılıp Londra’ya sığındığı ve BBC’de spikerlik yaptığını öğrenecektir. Simone, babası için: “Birbirimizi sanki hep ıskaladık, teğet geçtik.” diyecektir.

Yakışıklı ve dönemin ünlü yönetmenlerinden Yves Allégret, Simone’ye deliler gibi âşık olur. Evli olduğu için birlikte yaşamaya başlarlar. Simone sinema tarihine geçeceği sarı saçlarını bu dönemde tercih eder. Allégret sayesinde, 1946 tarihli Les Démons de l’Aube filminde önemli kadın rolünü üstlenerek tanınır hale gelir. Ancak Simone hamiledir ve filmin gösterimine bir ay kala Patrick adında bir erkek çocuk dünyaya getirse de, ne yazık ki bebek 9 günlükken ölür. Filmler art arda gelir: Macadam, Fantomas ve 1947 yılında hafif meşrep bir kadını oynadığı, onu yıldızlaştıran Dédée D’Anvers. Bu film o yıllarda skandal film diye nitelendirilir, hatta Anvers, Bruxelles ve Boston şehirlerinde gösterimi yasaklanır.

Yves Montand’a olan aşkı nedeniyle seyahat iptal edilir

Simone Signoret o yıllarda sinema sektörünün kalbi olan ABD, yani Hollywood’a gitmek için can atar. Signoret-Allégret çifti için, Hollywood’a bir seyahat ayarlanır, ancak yola çıkmadan, Yves Montand’a olan aşkı nedeniyle seyahat iptal edilir. Simone Signoret ile şarkıcı Yves Montand, sanatçı ve yazarların bir araya geldiği Saint-Paul de Vence’ta bulunan La Colombe d’Or adlı lokantada ilk kez karşılaşır; her ikisi de 28 yaşındadır ve fırtınalı bir aşk başlar. “Sapsarı saçları vardı. Yalın ayaktı ve Çingene tarzı çiçekli bir etek giymişti, sesi ise garipti, boğuk, kendinden aşırı emin ve alaycı… Unutulmaz bir ses…” diye yazacaktı ilerde Montand, 19 Ağustos 1949 tarihindeki bu ilk karşılaşmalarını anlatırken. Çift ilerde evlilik yıldönümlerini bu tarihe göre kutlayacaktı.

“Yves Allégret mi, ben mi kesin bir şekilde seçim yapman lazım. Hem de şimdi! Aksi halde beni telefonla bile arama.” diye uyaran Montand’dan yana kararını veren Simone, eşini ve ölen çocuğundan hemen sonra dünyaya gelen kızı Catherine’i terk edip Montand’ın yanına yerleşir. Bu efsanevi âşıklar, La Roulotte (Karavan) adını verdikleri bir eve taşınır. Daha sonra Auteuil’de tüm dostları ve sevdiklerinin gelip kaldığı kendileri kadar efsanevi olacak bir sayfiye evi edinirler.

Yves Montand’ın olağanüstü sesini ve yeteneğini destekler; birlikte şarkılar söylerler; sahne tekniğini de ondan öğrenir

İtalya-Toskanya’nın küçük bir köyünde, çok yoksul bir ailede dünyaya gelen Yves Montand, komünist olan babası nedeniyle 2 yaşında ailece Marsilya’ya sürgüne gider. Komilik, barmenlik, berberlik, liman işçiliği gibi birçok işte çalışır. Sesini keşfeden bir organizatör ve âşık olduğu ünlü şarkıcı Edith Piaf sayesinde Alcazar’da şarkıcılık yapmaya başlar. Edith Piaf, Yves Montand’ın olağanüstü sesini ve yeteneğini destekler; birlikte şarkılar söylerler; sahne tekniğini de ondan öğrenir. Montand, özellikle Les Feuilles Mortes, A Paris, Les Grand Boulevards, Rua Lepıc gibi şarkılarıyla ölümsüzleşen bir isim haline gelir.

1952 yılında canlandırdığı Casque d’Or (Altın Kask ya da Altın Baş) filmi ne seyirci, ne de eleştirmenler tarafından beğenilir. Çok eleştiri alır, küçümsenir. İki sene sonra filmin bir ödül alması ve filmdeki partneri Sergio Reggiani’nin yıllar sonra onun için bir şarkı bestelemesi dahi, Simone’a aldığı ağır eleştirileri unutturmaz. Dostlarına artık sadece Montand’ın eşi, evinin kadını olacağını söylese de, önemli filmlerden gelen başrol tekliflerini de geri çevirmez.

Yves ve Simone, o yıllarda Stockholm Çağrısı’na imza atarlar

Yves Montand, Simone’un ait olduğu entelektüel dünyadan uzaktır. Evlendiklerinde Simone, Yves’in daha çok okumasını, daha çok siyasal tavır almasını sağlar. Yves ve Simone, o yıllarda aydınlar arasındaki yaygınlaşan sosyalizmi benimserler, insan haklarını ve özgürlüğü savunurlar. Çift, aydın dostlarıyla birlikte, yetmiş beş ülkede, altı yüz bin kişinin de imza attığı, atom silahlarının kullanımına kesin bir yasak konması istenen meşhur Stockholm Çağrısı’na imza atarlar. Bundan böyle Fransız Komünistleri ünlü çifte dilekçelere imza atması için sık sık başvuracaktır. Bu konuda daha militanca davranan, işçi sınıfından gelme Yves Montand’dır. Simone ise çok daha kontrollüdür. Ethel Rosenberg ve Julius Rosenberg’in, ABD’de komünist ajan diye idam edilişlerinin ardından, Montand ile Signoret, Arthur Miller’in, Les Sorcières de Salem (Salem Cadıları) oyununu sahneleyerek olayı protesto ederler.

Ancak Sovyetler’in Macaristan ve Çekoslovakya’yı işgali, daha önce Stalinizm dönemini yaşayan Sovyetler’e yaptıkları bir ziyaretin olumsuz izlenimleri nedeniyle sosyalizmden uzaklaşırlar ve bunu da açıklarlar; ardından döneklik suçlamasını da göğüslemek zorunda kalırlar.

En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ını almak için 1960 yılında ABD’ye gider

Yves Montand, bir müzik turnesi, Signoret ise Room At The Top (Tepedeki Oda) adlı filmindeki rolünden dolayı En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ını almak için 1960 yılında ABD’ye gittiklerinde her ikisi de çok ünlüdür. Simone entelektüel birikimi, akıcı İngilizcesi ile Montand’ı gölgede bıraksa da, fiziksel açıdan tam tersi bir durum söz konusudur. Alkol, sigara ve aşırı yemek, onu yıpratmıştır; oysa kocası hala çok yakışıklıdır. Bu durum Simone’nin daha çok içmesine, daha çok yıpranmasına yol açacak kısır bir döngüye dönüşür adeta.

İhanetler yaşar uzun süre kendisini toparlayamaz

Yves Montand’ın yaşamındaki en önemli kadın Simone Signoret olmasına karşın, ABD’de bulundukları dönemde Marilyn Monroe ile yaşadığı kısa aşk da en renklisiydi. 1960 yılında Le Milliardaire (Milyarder) fılminin çekimi sırasında başlayan aşkları, Simone Signoret için dayanılmaz bir hal alır; rakibini kocasıyla bırakıp Fransa’ya döner. Ancak Yves yine de Simone’den vazgeçmez, ona döner.

Simone Signoret, bu konuda hiç konuşmaz, susar. Yıllar sonra bir söyleşi sırasında bu konuyla ilgili “Keşke Marilyn ölmeden önce, kendisine karşı asla kin duymadığımı bilebilseydi” diyecektir. Gerçek düşünceleri miydi? Elbette bilemeyiz, ancak içki ve sigarayı çok fazla kullanması sonucu yaşadığı maddi, manevi ağır rahatsızlıklar gerçek olmadığını düşündürüyor.

“Eğer kendime daha iyi baksaydım daha uzun süre genç kalırdım”

Simone “Eğer kendime daha iyi baksaydım daha uzun süre genç kalırdım, ama mesleki açıdan da muhteşem roller kaçırmış olurdum.” dese de, alkolikliğe varan içki tutkusu, aşırı yemek yemesi, yüzünü ve vücudunu fazlasıyla yıpratır. Hiç makyaj yapmaz, sarıya boyattığı kısacık saçları, özensiz giyimi ile Montand’ın karısı değil, annesi gibi duruyor denmesine neden olur. Sağlığı da bozulmuştur, görmekte çok zorlanır. Çekim sırasında sesin ve ışığın geldiği yöne doğru hareket ederek durumu belli etmemeye çalışır.

Signoret’in, Le Chat, La Veuve Couderc gibi filmlerindeki rolleri birbirinden güçlüdür. Paris Brule-t-Il (Paris Yanıyor) ve kocası ile beraber oynadığı  L’Aveu (İtiraf) filmleri, siyasi mesajlar içerir. 1977 yılında ise La Vie Devant Soi (Onca Yoksulluk Varken) filminde ise toplama kamplarından kurtulmuş olan Madam Rosa rolü, Simone Signoret’nin kült rollerinden biri olur. Film, En İyi Yabancı Film Oscar’ını alır. Bu dönemde, Londra’da Royal Court’ta, İngilizce Macbeth’te oynar. Televizyonda ise Bertolt Brecht’in yazdığı La Femme Juive’i de (Yahudi Kadın) oynar.

Oyunculuktan sonra yazarlık serüveni başlar

Simone Signoret için yazarlık serüveni ellisini geçtikten sonra başlar. Anılarını anlattığı La Nostalgie N’est Plus Ce Qu’elle Etait (Özlemin Eski Tadı Yok) adlı kitabında İkinci Dünya Savaşı’nın karanlık günlerini, sinemadaki anılarını, solcu bir aydın olmanın zorluklarını, eşi Yves Montand, Kruşçef, André Malraux, Tito ve Marilyn Monroe’ya kadar dünya ünlüleriyle ilişkilerini, anılarını yazar.

“Bana ait olmayan anılarım değil, hayatım. Gerçek varoluşumuz çevremizdekilerle başlar. İnsan kendini anlatmaya başladığında, çevresindekileri de anlatmaya başlar. Seçeneklerimizde de birilerine bağlıyızdır, bir rastlantıya ya da bazı kişilerin bizimle ilgili görüşlerini hakketme isteğine. Bilincimin beş-altı gözlemciden kurulu olduğunu söyleyebilirim. Bu insanların da sık gördüklerimden olması gerekmez. Çoğu beni denetler. Ama ben denetlendiğimi bilirim. İlginçtir, gözlemcilerimin hepsi erkeklerden oluşur. Hiç kadın bakışı duymamışımdır üzerimde. Ama sözü geçen erkeklerin de sevgilim olması gerekmez.” (Özlemin Eski Tadı Yok)

Ardından iki roman yazar ve çok sayıda çeviri yapar. Çok ses getiren romanı Adieu Volodia’da (Hoşçakal Volodya) Paris’e göç etmiş ve yeni hayatlarına uyum sağlamaya çalışan Ukraynalı ve Polonyalı Yahudileri anlatır.

Simone Signoret, 30 Ekim 1985’te evinde, romanının basın dosyasını hazırlarken, bir süredir tedavi gördüğü pankreas kanserine yenik düşerek hayata gözlerini yumar. Yves Montan ve Simone Signoret yaklaşık 30 yıllık ilişkileri boyunca birbirlerini defalarca aldatmalarına rağmen, evliliklerini bitiremezler.

Yves Montand, Simone Signoret öldükten sonra genç sekreteri Carole ile evlenir. 67 yaşında ilk kez baba olur, bir oğlu dünyaya gelir. Ancak Simone’nin gölgesinden kurtulamaz; ihanetle suçlayan hayranlarına karşı kendini savunmak için Jorge Semprun’a, La Vie Continue (Ve Yaşam Sürüyor) adlı bir kitap yazdırmak zorunda kalır. Simone’nin ölümünden 6 yıl sonra 1991 yılında, Yves Montand da yaşama veda eder.

Kaynak: Leblebitozu

Merjam

Merjam

  • Editörün Seçimi
  • En Çok Okunanlar

Copyright © Tüm hakları saklıdır. Merjam.com – Copyright 2021 | Codlio