Gücün öznesi kadın olunca

Merjam Yazar: Merjam 14 Eylül 2020

Bu haberi arkadaşlarınla hemen paylaş!

Uzun yıllar sinemada kadın sadece arzu nesnesi olarak fetişleştirilirken, kadının toplumdaki yeri ve topluma katkısını sorgulayan filmler sayesinde önemli bir mesafe katedildi.

Gücün öznesi kadın olunca

 

Tarihte bazı insanlar vardır; içinde bulunduğu dönemin adaletsizliğine karşı alternatif bir dünya kurmak için çabalamış ve adını yüzlerce yıl unutturmamış. Bir de bütün çevresinin, ait olduğu toplumun, dönemin dünyasının erkek egemen kurallarına rağmen kadın kimliğiyle, kadın olmanın tüm zorluklarını aşarak dünyayı değiştirmeye çalışan kadınlar.

 

Öznenin erkek olduğu düzende, siyasette, kendi varlığını kabul ettirmeden öte insanlığa özgürlüğü, eşitliği, iyiliği hâkim kılmaya çalışan kadınlar. Tarihte birçok ülkede, erkeği dinlendiren, teselli eden, sakinleştiren, huzursuzluğunu gideren, şemaline erkeğin karar verdiği bir varlık olarak görülen kadınlar… Tarihin akışında en önemli köşe taşlarından olan bu kadınlar geçmişten günümüze birçok filme, romana konu edilmiştir. Bu sayımızda, dünyayı değiştirmeye olmasa da dünyaya bakışımızı değiştirmede büyük rolü olan sinemada tarihe yön veren kadınlara bakıyoruz. Çünkü sinemanın varoluş amaçlarından biri de gerçeği yani dünyayı yeniden göstermektir.

 

 

Dönüş

 

Yeşilçam sinemasında kadın deyince gözünüzde nasıl bir imaj canlanır?

 

Oldukça güzel, saf, gözyaşları göz pınarlarından süzülmek için âdeta fırsat bekleyen, erkeğin konumlandırdığı yerde duran bir kadın değil mi? Öyle ki kadın modernleşecekse de sevdiği adamın dikkatini çekmek için yapacaktır bunu. Güzelleşecekse de erkek için, güçlenecek ve zengin bir kadın olacaksa da erkek için yapacaktır bunu.

 

Hafızamıza kazınmış bu sulu gözlü, kırılgan kadın imajına tamamen zıt bir karakter çıkar karşımıza Dönüş filminde: Gülcan.

 

Eşi İbrahim (Kadir İnanır) ve küçük oğluyla köy yerinde geçinmeye çalışan Gülcan rolünde, filmin yönetmenliğini de üstlenen Türkan Şoray’ı izleriz. 70’lerde bir Türkiye gerçeği olan, geçinmek için Almanya’ya işçi olarak gitme furyasına katılan İbrahim’i uğurlayan Gülcan için sıkıntılarla dolu bir süreç başlayacaktır. Almanya’dan izne gelen İbrahim, gördüğü medeniyetten sonra köydeki ilkelliği, giyim-kuşamı, yeme-içmeyi, köy evlerinin zorlu şartlarını küçümseyecek, yeterli miktarda para kazanmasına rağmen köyde kalmayacak, tekrar Almanya’ya gidecektir. Gülcan ise bundan sonra köy yerinde çocuğuyla birlikte var olma mücadelesi verecektir.

 

Dönem filmlerinde sık rastladığımız üzere, köyün bu güzel ve yalnız kadınına da, parasının verdiği güce güvenen köyün ağası Reşit (Bilal İnci) musallat olur. Her fırsatta yolunu kestiği Gülcan’a yalnız olduğunu, “Erkeksiz” kalamayacağını hatırlatan Reşit Ağa, reddedilmeye alışmamış erkek egosu ile öfkeden deliye döner ve Gülcan’a hayatı dar eder. Okuma-yazma öğrenmek için köy öğretmeninden ders alan Gülcan’ın evine, tarlasına saldırılır. Bir damla gözyaşı dökmeden, eğilip bükülmeden mücadelesine devam eden Gülcan, namusunu koruma uğruna oğlundan olur. Ağanın tacizi, köylülerin dedikodusu ve cehaleti ile kimseden korkmadan ayakta durmayı başaran, kimseden merhamet dilenmeden, bir erkeğin hamiliğine sığınmadan mücadele eden Gülcan’ı ağlatan tek şey, finalde İbrahim’in kaza yapmış arabasının enkazında İbrahim’in ve Alman eşinin cesedini bulduğu andır. Uğruna onca sıkıntıya katlandığı adamı, başka bir kadınla ölmüş olarak bulduğu, kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış o çaresizliği anlattığı bakışları, enkazdan sağ çıkmayı başarmış bir çocuğun ağlama sesine yönelir. Ne kadar dik dursa da, güçlü olsa da bir annenin ve kadının merhameti dile gelir, İbrahim’in Alman kadından olan çocuğunu bağrına basar.

 

Bakışıyla, duruşuyla, tavrıyla Türk sinemasının en güçlü kadınlarından biridir Gülcan. Ama yine de annedir ve merhametini susturamamıştır kalbinin.

 

 

Dila Hanım

 

Türk sinemasında güçlü kadın denilince hiç şüphesiz herkesin aklına gelecek olan burnunda hızması, alnını açıkta bırakan, omzundan aşağıya dökülen şalları ile atının sırtında eşinin katilini bulmaya giden ağa hanımı Dila’dır. Bütün köyün, çalışanlarının karşısında saygıyla eğildiği, bütün çiftliği tek başına çekip çeviren Dila Hanım (Türkan Şoray)…

 

Kocasının katili, köyün büyük zengini Karadağlı Rıza Bey’in (Kadir İnanır) Değirmenci Yahya Bey kılığında gönlünü çaldığı Dila Hanım, değirmende mahsur kaldıkları sırada, kendisine aşktan söz açıldığında “Atıp koparacak içindeki çiçeği, çiğneyecek” dediği güçlü kadın Dila Hanım, bir yandan da değirmende yemek yapan, un öğüten, bulaşık yıkayan bir kadın olarak Rıza Bey’i şaşkına çevirir. Dila Hanım, güç sahibi olmanın, hayatta dimdik mücadele vermenin bedeli olarak kadınlığından ödün vermemiş bir kadın olunabileceğini “Kendi ekmeğini yapamayan hanım olamaz.” sözleriyle ifade edecektir.

 

 

Gelin

 

Geçinebilmek için köyden büyük şehre göç eden geniş ailede çocuğunun hastalığı için mücadele eden bir başka kadın temsili Meryem (Hülya Koçyiğit)…

 

Feodal düzenin temsili ataerkil aile yapısı içerisinde tek dertleri işlerini büyütmek olan, kadının çalışmasını uygun bulmayan bu ailenin Meryem’in hasta çocuğu için hocalara muska yaptırmaktan başka bir çözüme izin vermemesine karşı, kocası ve çocuğu için mücadele eder Meryem. “Avrat gibi avrat ol da çocuğuna bak!” diyen kaynanasına (Aliye Rona) karşı çocuğun doktora götürülmesi için çırpınır Meryem. Kadının ailesine sahip çıkarak, çocuğunu koruyarak ve güçlü bir kadın olarak hayatla mücadele edilebileceğinin göstergesidir Meryem.

 

Sinemamızda, tek başına hem evini geçindiren hem de kimseye boyun eğmeden güçlü kalabilen kadın temsillerinin yer aldığı Sultan, Kurbağalar, Yılanı Öldürseler gibi filmler de önemli yer tutar. 

 

 

Elizabeth

 

1558’de İngiltere tahtına geçen, İngiltere’nin batmayan güneş olarak adlandırılmasının temellerini atan Kraliçe I. Elizabeth. VIII.Henry’nin Anne Boleyn’den olan ve aşırı beyazlığı nedeniyle hayalet olduğu söylentileri çıkarılarak idamın eşiğinden dönmüş kadın.

 

Shekhar Kapur’un filminde büyük oyuncu Cate Blanchett’i, yeşillik bir alanda, bembeyaz yüzü, kızıla çalan saçları ve renkli gözleriyle, dans edip, oyun oynarken görünce bundan daha iyi bir seçim olamazdı dedim.

 

Cate Balanchett’in hayat verdiği Elizabeth, mezhep savaşlarının yaşandığı, iç huzurun kalmadığı bir dönemde başa gelerek kadın olmasının yarattığı kabul edilememe ve kıskançlık bir yana, halk arasındaki dinî çatışmalarla dolu gergin bir dönemin zorluğu ile de mücadele etmek zorunda kalır. Üstelik çocukluğundan beri aşık olduğu Sir Robert Dudley’in ihanetine uğramıştır. Kendisinden nefret eden ablası Mary’nin hatalarına düşmemeye, mezhep çatışmasını körüklemeden, eşitlikçi bir yönetim uygulamaya gayret eder. Babası VII. Henry’nin politik duruşunu örnek alan Elizabeth, kendisinin kadın oluşundan dolayı kraliçe görevini yapamayacağını düşünenlere, “Tanrı bana bir kadının zayıf bedenini verse de bir kralın yüreğine ve midesine sahibim” diyerek kararlığını ifade etmiştir.

 

16. yüzyıl İngilteresi’ndeki mezhep savaşlarını, katı Katolik algıları, devletler arası çıkar ilişkilerini yansıtması açısından doyurucu olsa da, Elizabeth’in hakkını vermeye Cate Blanchett’in mükemmel oyunculuğu yetmemiş ne yazık ki. Böyle bir dönemde  kadın olmak bir o kadar zorken, kraliçe olmak ve ülkesini dünyanın en güçlü ülkesi konumuna yükseltmek olağanüstü bir dehanın ürünüdür. Bu bağlamda ele alındığında Kraliçe Elizabeth’in zekâsı, istenmeyen bir Katolik düşmanı iken halkın sevgilisi hâline geliş sürecindeki başarılı politikasından ziyade âşık olduğu adamdan gördüğü ihanetle aydınlanma yaşayan, kimseyle evlenmeyen, fakat gizli ilişkileri ile cinsel hayatı sarayın malzemesi yapılan yönlerine ağırlık vermesi açısından film beklentimi karşılamadı. Ben bu filmde, hümanist görüşleriyle dikkat çeken, aşık, kıskanç ve kalbi kırık, erkeklere güvenini kaybetmiş bir kadın izledim. Elizabeth’in dehası, başarısı, sanat sevgisi gibi daha birçok özelliği ekrana yeterince yansımadı.

 

 

The Hours

 

“Bir tanem, tekrar delirmeye başladığıma kesinlikle eminim. Sanırım yaşadığımız acı ve zorluklarla dolu günlere benzer bir başkasına dahi katlanamayacağızº Senin yaşamını daha fazla mahvetmeye devam edemem.”

 

 

Virginia Woolf

 

Üç kadın. Virginia Woolf, Laura Brown, Clarissa Vaguan. 1923, 1951, 2001 yıllarında üç ayrı kadını ele alan filmin odak noktası depresif kimliği, yaratıcı zekâsı ile İngiliz edebiyatının cepleri taşla dolu kara leydisi Virginia Woolf.

 

Virginia Woolf’un (Nicole Kidman) cebine doldurduğu taşlarla Ouse Nehri’ne ilerlemesi ile başlar film. Kendisine oldukça bol gelen, mümkün olduğunca hatlarını belli etmeyecek bir elbise içinde Woolf, sıradan bir ev hayatı içerisinde bile destan yaratılabileceğini, kadın olarak toplumda kendisine sunulan sınırlı imkanlara rağmen kendi olmayı başaran Woolf, eşine yazdığı mektup ardından kendini suya bırakır.  Esasında oldukça eğlenceli, sevgi dolu bir kadın Virginia. Fişmin uyarlandığı kitabın yazarı Michael Cunningham, The Guardian’da şöyle der: “Karanlık dönemleri vardı. Ama öncelikle bilmeyenlerimiz varsa belirtmek isterim ki dönemsel bunalımlarına gömülmediği zamanlarda Woolf, partinize gelmesini en çok isteyeceğiniz davetliydi. Hemen her konuda eğlenceli bir yorumu olan, konuşmalarıyla parlayan ve insanı büyüleyen, her fikre karşı açık ve yüreklendirici değilse bile söylenenleri büyük bir ilgiyle dinleyen, gelecek ve getirebileceği mucizelerden heyecan duyan o mükemmel misafirdi.”

 

Üç kadının da sevdiklerinin hayatına devam edebilmesi için başka çare görmeyerek intihar ettiği film, üç kadının hayatlarına farklı zamanlarda geçiş yapan oldukça zor bir kurguyu müthiş bir şekilde işlemiş. Saatler birbirini kovalarken, insanlar birbirleri için yaşar ve birbirleri için ölürken, tutunamadıkları hayatta huzur bulamayan bu üç kadın penceresinden hayatın elimizdeki en kıymetli şey olduğunu, onu görmezden gelmenin bize huzur getirmeyeceğini anlatan film, Virginia Woolf’un, yazarlığına, duygularına, kadınlığına her yönüyle değinmeye çalışan derinlikli bir yapım olmayı başarmış.

 

Kitabın yazarının film hakkındaki görüşleri de beğenimi doğrular nitelikte:

 

“Woolf bu film ve kitap hakkında ne düşünürdü?” sorusunu defalarca duydum. Neredeyse eminim ki kitabı pek sevmezdi – Woolf ateşli bir eleştirmendi. Muhtemelen film hakkında da tereddütleri olurdu, ama içten içe kendisini güzel bir Hollywood yıldızının oynamasından memnun olacağını düşünüyorum.”

 

 

Sinemada Değişen Toplumsal Cinsiyet Algısı

 

Toplumsal cinsiyet algısını kadın gözünden sorgulama ve cinsler arasındaki iktidar ilişkisine eleştirel bir bakış açısı sunma açısından tarihin seyrini etkileyen kadınların sinemada işlenmesi sinema tarihinde önem arz ediyor.

 

“Kadınlar dilin dışında tutuluyorlarsa o zaman dil değiştirilmelidir.” der Agnes Varda. Uzun yıllar sinemada kadın sadece arzu nesnesi olarak fetişleştirilirken, kadının toplumdaki yeri ve topluma katkısını sorgulayan bu filmler sayesinde önemli bir mesafe kat edildi. Sinema, kadını yıllarca bir kurban, erkeği teskin eden, arzusunu besleyen bir varlık olarak gösterilirken erkeğin saldırganlığını, suça olan meylini de bir nevi meşrulaştırdı. Buna karşılık sinemada değişen kadın algısı ile kadınlar sadece kadın olarak rol almaya başlasa da erkekler gibi her yönüyle bir “insan” olarak aktarılmaları açısından sanırım biraz daha yolumuz var.

 

Kadının ya aşırı duygusal, histerik ve hastalıklı yönleriyle zayıflığını ve acizliğini başköşeye oturtan ya da erkek egemenliğine karşı koymak için erkekleşen, gaddarlaşan ve böylece güce erişen bir varlık olarak konumlandıran sinema yerine, kadının öncelikle insan olarak yer almasına olanak sağlayan bir sinema hayalimiz var.

 

Belki de bunun için sinemadan önce realitede bu ikiyüzlü bakış açılarından kurtulmamız gerek. Ne dersiniz?     

 

Sibel ATAGÜN

Etiketler:
Merjam

Merjam

  • Editörün Seçimi
  • En Çok Okunanlar

Copyright © Tüm hakları saklıdır. Merjam.com – Copyright 2021 | Codlio