Bu haberi arkadaşlarınla hemen paylaş!
Maksat; yedikten sonra başlarını kaldırıp Allah’a şükretmektir. Yani şükür için bahane ararlar aslında. Hülâsa Fuzûlî, üstüne sayfalarca metin yazılabilecek bu beyitte “Bizim isteğimiz, derdimiz, muradımız akbabalar gibi bu aşağılık dünyanın zenginliklerine değildir. Biz Anka kuşları gibi Kaf Dağı’nda kanaat etmeyi bekleriz.” diyor.
Delhi’nin bin bir çeşit baharat kokan, yılankavi sokaklarından birindeyim. Az ileride, duvar dibinde esmer, üstleri başları perişan hâlde üç çocuk var. Önlerine konan kirli, bakır kaplardaki ekmek kırıntılarını yiyip her lokmada başlarını göğe kaldırarak dudaklarını kıpırdatıyorlar. Bu ritüel, yarım saate yakın sürüyor. Ben pürdikkat onları izliyorum. Kırıntılar bittikten çocuklar kalkıp birbirlerinin omuzlarına ellerini atıyorlar ve türkü söyleyerek uzaklaşıyorlar. Peşlerinden gitmek istesem de nedense yapamıyorum. Belki de çocukların saptığı sokağın tekinsizliği ürkütüyor beni. Çocuklar gözden yitince etrafta onlarla ilgili herhangi bir malumat alabileceğim birilerini aramaya karar veriyorum. Uzun uğraşlar neticesinde buluyorum da. Konuştuğum orta yaşlı, sokağa nazır dükkânında türlü kumaşlar satan bir bezzaz; ‘’Onlar, Anka’lardır’’ diyor. ‘’Her gün duvar dibine çöküp ekmek kırıntıları yerler peşinden de dua ederler. Bazen türküler söylerler. Önlerine et, sebze ne konursa konsun ekmekten başka bir şey yemezler.’’ diyor. Bezzazın yanından ayrılıp o çocukları araştırmaya devam ediyorum. Sonunda derme çatma bir barakada buluyorum onları. Barakanın duvarında içinde “Anka” kelimesi geçen sayısız şiir dizesi ve beyit var. Onlardan biri Fuzuli’nin beyiti… Çok sevdiğim beyitin şerhini anımsayınca çocukların niçin kendilerine “Anka” dediklerini anlıyorum. Zira biz ankalığı unutmuş olsak da Delhi’de onun ne demek olduğunu her gün yaşayarak unutturmayanlar var.
“Cîfe-i dünyâ değil kerkes gibi matlubumuz, Bir bölük Ankâlarız Kâf-ı kanâat bekleriz.”
Etimolojik olarak dünya kelimesinin türediği “Edna” terkibi “Aşağı” manasına gelir. Dünya ise aşağının aşağısıdır. Beyitte geçen “kerkes” sözcüğü ise “akbaba” anlamını verir. Fuzûlî, bu bağlamda söz sanatlarının inceliklerini kullanmak suretiyle aşağı olarak tarif ettiği dünyanın hizasına leş yiyici bir hayvan olan akbabayı koymuştur. Yani beyitin ilk bölümünün çözümü; “Bizim muradımız; akbabalar gibi bu leş dünya değildir.” noktasındadır. İkinci beyitte ise bilhassa Doğu kültüründe mitolojik bir mazmun olarak kullanılan efsanevi dağa, yani Kaf’a ve yine efsanevi bir kuş olan Anka’ya atıfta bulunulur. Alt metinde Anka ile Kaf arasındaki tenasübün açılımı yatar ki o da şöyledir:
Doğanın seyri içinde ortada bir yem varsa bu, farz-ı muhal; bir ceylan olabilir. O cesedin ilk sahibi aslandır. Aslan karnını doyurduktan sonra kurt gelir, ölü ceylanın yanına. Ardından çakal, tilki, köpek gibi hayvanlar takip eder sırayı. Fakat cesedin artık bozulmaya yüz tutmuş yani leş hâline gelmiş durumu için öncelik akbabadadır. Akbabanın ardından ise büyüklüğüne göre diğer kuşlar sıralanır. İşte geride sadece o ceylanın kemiklerinden gözle görülmeyecek kadar ufak tozlar kaldığı vakit, Anka kuşlarının meselesi başlar. Kaf Dağı’nın ardında bekleyen Anka kuşları, gelip o tozları yerler. Fakat karınlarını doyurmak ya da açgözlü bir tavır takındıkları için değil bilakis diğer hayvanların aksine sadece kanaat etmek yani Allah’a şükretmek için yerler.
Maksat; yedikten sonra başlarını kaldırıp Allah’a şükretmektir. Yani şükür için bahane ararlar aslında. Hülâsa Fuzûlî, üstüne sayfalarca metin yazılabilecek bu beyitte “Bizim isteğimiz, derdimiz, muradımız; akbabalar gibi bu aşağılık dünyanın zenginliklerine değildir. Biz Anka kuşları gibi Kaf Dağı’nda kanaat etmeyi bekleriz.” diyor.
Ankaların barakanın içinde kıvrılıp uyuklamalarını izleyerek Delhi’nin tekinsiz sokaklarına dönüyorum.
Kaan Murat YANIK
Copyright © Tüm hakları saklıdır. Merjam.com – Copyright 2021 | Codlio
3D tasarım ajansı